“Bir başka dünya burası, bizim bilmediğimiz. Çocuklar çocuk değil burada.”
Bugüne kadar roman, öykü, tiyatro oyunu gibi farklı edebi türlerde eserler veren usta yazar Habib Bektaş, Ben Öykülere İnanırım adını verdiği öykü seçkisinde, sözün özüne ulaşmış çağdaş öykülere imza atıyor.
Okurunun kalbine dokunmayı ve sızlatmayı başaran otuz beş öyküye kucak açan Ben Öykülere İnanırım’ın Delidolu tarafından yeniden gözden geçirilmiş baskısında, kitabın 2001 tarihli ilk basımında bulunmayan yedi yeni öyküye de yer veriliyor.
Kısa öykü türünün olanaklarını zorlayan metinlerinde, yalnızlığı, yersiz yurtsuzluğu, yabancılaşmayı, göçmen olmayı ve belki de en önemlisi insanca yaşama özlemini naif bir üslupla ele alan Bektaş’ın okuruna tokat gibi çarpan minimal öyküleri belleklerde derinlikli izler bırakıyor.
“Uzaklara gitsek,” dedi kadın, “insanların bizi tanımadığı yerlere?”
“Neden?” dedi adam.
Umutlandı kadın:
“Her şeye yeniden başlayabiliriz, bizi tanımıyorlar ya!”
“Öyleyse burada da kalabiliriz,” dedi adam.
Önsöz
Habib Bektaş, yılların deneyimine sahip, usta bir yazar. Bugüne kadar roman, öykü, tiyatro oyunu gibi pek çok alanda ürünler vermiştir. Yersiz yurtsuzluk, göçmenlik, insan olmak, insanca yaşamak konuları üzerine epeyce kafa yormuş, roman ve öykülerinde sırtını bu konulara yaslamıştır. Özellikle de öykülerinde gündelik yaşam içinde duyarsızlaşan, inceliklerini, insancıl değerlerini kaybeden insanı ele almıştır. Gölge Kokusu ile 1980 sonrası kültürel iklimi bir çocuğun gözünden, çocuk dilini ve dünyasını ustalıkla yansıtarak aktarmıştır Bektaş. Nitekim, kitap hak ettiği değeri bularak 1997’de İnkılâp Kitabevi Roman Ödülü’nü almış, Atıf Yılmaz tarafından Eylül Fırtınası adıyla sinemaya da uyarlanmıştır. Cennetin Arka Bahçesi ile yerinden, yurdundan koparılmanın, rahmetli Sennur Sezer’in deyişiyle “insanca yaşamayı özlemenin romanı”nı yazmıştır. Romanlarının yanı sıra Bektaş, kısa öykü türünün de olanaklarını iyi değerlendiren bir yazar. Okurunu kısa sürede yakalamayı, minimal öykülerinin tokat gibi çarpan etkisiyle ansızın vurmayı başarır. Yıllar önce öykülerini sınıfta öğrencilerimle okurken bir gün Habib Bektaş’la tanışıp editörü olacağım aklımın ucuna bile gelmezdi. Türkçe edebiyatta kısa öykünün iyi örnekleri olarak Bektaş’ın Ben Öykülere İnanırım’dan birkaç öykü okuyup tartışmışızdır. Bu kitaptaki bazı öyküler yeni yetişen neslin öykü türünü sevmesine ne kadar büyük katkı sunabileceğini bana bizzat deneyimletmiştir.
Kitabın yayımlanma ve Bektaş’la çalışma sürecimizden söz etmek gerekirse ilk baskısını 2001’de yapan kitabı, yeniden yayıma hazırlarken birtakım değişiklikler yapmaya karar verdiğimizi ve bu amaçla kolları yeniden sıvadığımızı belirtmem gerekiyor. Yeniden gözden geçirilmiş bu baskıda bazı öyküleri dışarıda bırakma kararı aldık, bazı öyküleri revize ettik. Çıkan öykülerin yerine ise yedi yeni öykü girdi. “Aşkın Dili”, “Ben Öykülere İnanırım”, “Ak Saçlı Adam”, bende yıllar önce okuduğumda da yer etmiş, inceliği, insani olanı, yalnızlığı ve yabancılaşmayı ele alan öyküler. Okurunun kalbine dokunmayı ve sızlatmayı gerçekten de başarıyorlar. Kabaca iki bölüme ayrılabilecek kitabın ikinci kısmında ise göçmenlik, aile ilişkileri, varoluşsal hesaplaşmalar, geçmişle yüzleşme gibi temalara odaklanıyor Bektaş. Kitaba yeni giren öykülerden “Sara”, okurken kalbinizi sızlatacak biraz da incitecek belki. “Uzak”, “İyilik ve Kötülük”, “Ben” ve “Korku” öyküleri ise az sözle anlatılan, içeriği yoğun, incelikli ve derin öyküler. Bektaş, kısa öykülerinde şiir diline yaklaşıyor ve zihne kazınacak tümceler ve güçlü görsel imgeler sunuyor okuruna. Ben Öykülere İnanırım, Timuçin Özyürekli’nin deyişiyle, “Okuyanı taraf olmaya, kalplerini öykülerde yer alan kahramanların yanlarına koymaya zorluyor” ve okuruna şiirsel söylemi yakalamış, zengin bir dünya vadediyor.
Ayşegül Utku Günaydın
Şubat 2016
Eskiyen Duygular
Önce küçük kız koştu pencereye, sonra büyük. Savrulan kar taneciklerine baktılar. Küçük kız çığlık çığlığa bağırdı: “Kar! Kar yağıyor!..” Büyük kız cama dayadı burnunu. Fısıldar gibi, kışkırtıcı konuştu: “Kardan adam yapalım!” Küçük kız takılmış bir plak gibi aynı sözcükleri yineliyordu: “Kardan adam yapalım, kardan adam yapalım…” Koltukta uyuklayan adam, iki küçük kızın sevincini görmedi. Konuşulanları duymuştu ama: “Hele kar tutsun bakalım,” dedi bezgin bir sesle. Kadının elindeki örgü şişleri durdu. Gözlerini ovuşturan adama döndü. Adam bir sisin ardındaydı. Gözlerini kıstı kadın; özenle, inatla baktı. Yok, kesin çizgileriyle göremiyordu adamı. Gördüğü, koltuktan ayırt edilemeyen kirli, şekilsiz bir beyazlıktı. Beyaz bile denemezdi, renksiz bir görüntü. Çocuklara baktı bu kez, güldü yalancıktan. Adam, aynı bezgin sesle, “Her gün bir ötekinin eşi,” dedi, kendi kendine konuşur gibi. Kadın kalkıverdi ayağa. Sanki sırtından çok ağır bir yükü indirmişti: “Ama kar yağıyor!” Adam bakmadı kızlarıyla birlikte cama burnunu dayamış kadına. Kadının solgun yanaklarının pembeleştiğini görmedi.
“Kar, evet kar, yağıyor. Bir şey değişmez ki! Kar bu, bugün var, yarın yok.” Adam oturduğu yerden kalktı sallanarak. Televizyonu açtıktan sonra gömüldü yine koltuğuna. Kadın pencereye sırtını döndü. Adamın oturduğu koltuğa baktı, adamı görmeye çalıştı, adamı aradı son bir umutla. Yok, ses koltuktan geliyordu ama kadın, adamı göremiyordu. Bunca yıldır ev, eşyalar bildikleştikçe, ikisi arasındaki alışkanlıklar çoğaldıkça, birbirlerini görmeleri güçleşmişti. Çocuklara döndü kadın yine; ilk kez görüyormuş gibi baktı kızlarına. Sarıldı, öptü ikisini de, kendi çocukluğunu öper gibi; acıdı onlara, kendine acır gibi. Çocuklar sokağa bakıyorlardı, savrulan kar taneciklerine. Kadın, koltukta kaybolan adamı aramadı o günden sonra. Sokağa baktı kızlarıyla. Ve yeni insanlar gördü, o güne kadar görmediği.
Aşkın Dili
Bir resim sergisinin açılışında karşılaştılar. İlk kez görüyorlardı birbirlerini. Kadının yanında kocası vardı. Adam yalnızdı. Sanki sözleşmişler gibi ikisi de aynı tablonun önünde durdular. Alışılmışın dışında küçücük bir yağlıboya çalışmasıydı bu. Resimde ilk göze çarpan şey, binicisiz bir siyah attı. Bozkırın ortasındaydı at. Bozkırın bitiminde (belki de başlangıcında) yükselen sıradağlara doğru uzanmıştı. Koşmuyordu da, dağların doruklarına sıçramak istiyordu sanki. Bozkır, bir ölüm yalnızlığını çağrıştırıyordu: griye dönük bir kirli sarı. Dağlarsa, yeşil, mavi ve beyaz karışımı bir bilinmez sonsuzluk. Kadının kocası, sakalları ak ressamla (saçları simsiyahtı ressamın) bağırarak, senli benli sohbet ediyordu: “Kardeşim, bu ne karamsarlık yahu!” Kadını ürpertti bozkır. Adam ata baktı, bir şeyleri özleyerek. İkisi de aynı anda döndüler birbirlerine. Sözcükler sese dönüşmediyse de unuttuğunu sandığı duygularını anlattı kadın, bakışlarıyla. Adam da bakışlarıyla yanıtladı kadını: “Anlıyorum, ben de unutmamışım…” Başını öne eğdi sonra. Bir gün sonra galerinin önünde buluştular. Öyle sözleşmişlerdi, kendi dillerince. Önlerine çıkan ilk kahveye girdiler. Kırık dökük de olsa, konuşmayı denediler, bir gün önceki gibi: “Çok bekledin mi?” dedi adam. Kadın, adamın gözlerine baktı, hiçbir şey anlamamış.
Konuşulmadı. Nice sonra kadın denedi konuşmayı, bir gün önceki gibi: “Ömrüm beklemekle geçiyor!” Adam, kadının gözlerine baktı, hiçbir şey anlamamış. Tam o anda hoyrat bir arabesk müzik her ikisini de susturdu. Büyü bozulmuştu. Bakışlarıyla konuşamıyorlardı artık. Bir gün sonra buluşmak için sözleştiler (mi?). Nerede buluşacaklarını adam da unutmuştu, kadının unuttuğu gibi. İstanbul büyük kent.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sevda Dolu Bir Yaz ~ Füruzan
Sevda Dolu Bir Yaz
Füruzan
Önce Parasız Yatılı ile sevdi Türk okuru Füruzan’ı. Sıcak anlatımından, yakaladığı şaşırtıcı ayrıntılardan, insancıl bakış açısından etkilendi ve Parasız Yatılı Türk öyküleri arasında klasik...
- Haziran ~ Selçuk Baran
Haziran
Selçuk Baran
Selçuk Baran’ın yedi öykü kitabı daha önce Yapı Kredi Yayınları’ndan “Ceviz Ağacına Kar Yağdı” (2008) adıyla tek ciltte toplanmıştı. Bütün öyküleri şimdi gözden geçirilerek,...
- Mürebbiye ~ Stefan Zweig
Mürebbiye
Stefan Zweig
Mürebbiyeleri katı bir ahlak anlayışının kurbanı olurken, yetişkin dünyasının gaddarlığıyla tanışan iki masum çocuk; Como gölü kıyısındaki bir otelin dingin ortamında gözüne kestirdiği bir...