Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Ben, Malala
Ben, Malala

Ben, Malala

Chiristina Lamb, Malala Yusufzay

“Malala kim?” diye sordu silahlı adam. Malala benim, bu da benim hikâyem. Haksızlığa maruz kalan ve sonra da susturulan bütün kızlar… Sesimizi birlikte duyuracağız!…

ben-malala-malala-yusufzay-christina-lamb-epsilon-yayinlari“Malala kim?” diye sordu silahlı adam.

Malala benim, bu da benim hikâyem.

Haksızlığa maruz kalan ve sonra da susturulan bütün kızlar…
Sesimizi birlikte duyuracağız!

Taliban kuvvetleri Pakistanın Svat Vadisini kontrol altına aldığında, küçük bir kız hiç korkmadan düşüncelerini dile getirdi. Malala Yusufzay susturulmayı reddederek eğitim hakkı için mücadeleye girişti.

9 Ekim 2012 Salı günü, on beş yaşındayken, neredeyse bunu canıyla ödüyordu. Okul servisiyle eve dönerken, yakın mesafeden açılan bir ateşle başından vurulmuştu.

Malalanın mucizevi şekilde hayatta kalıp iyileşmesi, onu Kuzey Pakistandaki ücra bir vadiden New Yorktaki Birleşmiş Milletler binasının koridorlarına uzanan olağanüstü bir yolculuğa çıkardı. Malala on altı yaşında, barışçıl protesto eylemlerinin dünya çapında sembolü ve Nobel Barış Ödülüne aday gösterilen en genç isim oldu.

BEN, MALALA tek bir insanın sesinin bile dünyaya değişim yönünde ne kadar büyük bir ilham verebileceğini kanıtlıyor.

***

İÇİNDEKİLER

Önsöz: Dünyamın Değiştiği Gün…13

BİRİNCİ KISIM: TALİBAN’DAN ÖNCE
1Bir Kız Çocuk Doğuyor…23
2Şahin Babam…40
3Bir Okulda Büyümek…55
4Köy…75
5Ben Neden Küpe ‘takmıyorum ve Peşnılar Neden Teşekkür Etmiyorlar…95
6Çöp Dağı’nın Çocukları…108
7Okulumuzu Kapatmaya Çalışan Müftü…120
8Depremin Sonbaharı…134

İKİNCİ KISIM: ÖLÜM VADİSİ
9Radyo Molla…143
10Şekerler, Tenis Topları ve Svat’ın Budalan…157
11Akıllı Sınıf…171
12Kanlı Meydan…186
13Gül Makai’nin Günlüğü…194
14Komik Bir Barış…207
15Vadiden Ayrılmak…220

ÜÇÜNCÜ KISIM: ÜÇ KIZ, ÜÇ MERMİ
16Hüzünler Vadisi…233
17Uzun Boy Duası…251
18Kadın ve Deniz…266
19Özel Bir Talibanlaşma…276
20Malala Kim?…286

DÖRDÜNCÜ KISIM: YAŞAM ÎLE ÖLÜM ARASINDA
21“Allahım Onu Sana Emanet Ediyorum”…297
22Bilinmeyene Yolculuk…323

BEŞİNCİ KISIM: İKİNCİ BİR HAYAT
23“Kafasından Vurulan Kız, Birmingham”…339
24“Onun Gülümsemesini Çaldılar”…357
Sonsöz…371
Tefekkürler…384
İlave Telifler ve Teşekkür…389

ÖNSÖZ

Dünyamın Değiştiği Gün

Gece yarısı kurulan bir ülkeden geliyorum ben. Ölü­mün kıyısından döndüğümde ise vakit öğleni biraz geçi­yordu.

Bir yıl önce, okula gitmek için evden çıktım ve bir daha geri dönmedim. Bir Taliban kurşunuyla vuruldum ve bi­lincim kapalı halde, uçakla Pakistan’dan çıkarıldım. Kimi­leri bir daha asla memleketime dönmeyeceğimi söylüyor ama ben döneceğime bütün kalbimle inanıyorum. Çok sevdiğin memleketinden koparılmak… bu, hiç kimse için dilenebilecek bir şey değil.

Şimdi her sabah gözlerimi açtığımda, eşyalarımla, yer­lere saçılmış giysilerimle, okulda aldığım ödüllerin dizili olduğu raflarla dolu eski odamı görmek için can atıyorum. Bunun yerine, canım memleketim Pakistan’a ve Svat Vadisi’ndeki evime beş saat uzaklıkta bir ülkedeyim. Ama benim ülkem, buranın asırlarca gerisinde. Burada aklınıza gelebilecek her türlü rahatlık ve konfor var. Bütün mus­luklardan su akıyor -sıcak ya da soğuk, arzunuza göre-; bir düğmeyi çevirerek ışıkları yakabiliyorsunuz, gece ya da gündüz fark etmiyor, gaz lambalarına gerek yok; üzerinde yemek pişirebileceğiniz ocaklar var, üstelik kimsenin pa­zara gidip tüpgaz almasına gerek kalmıyor. Burada her şey öylesine modern ki, paketler içinde pişmiş halde satılan yiyecekler bile bulabiliyorsunuz.

Penceremin önünde durup dışarı baktığımda, yüksek binalar, düzenli sıralar halinde ilerleyen taşıtlarla dolu upuzun yollar, bakımlı yeşil alanlar ve bahçeler, üzerinde yürünebilecek düzgün kaldırımlar görüyorum. Gözleri­mi kapatıyorum ve bir an kendimi yeniden vadimde bu­luyorum – zirveleri karlarla kaplı yüksek dağlar, yemyeşil dalgalanan tarlalar, masmavi nehirler… Svat’ın insanları­na bakarken yüreğim gülümsüyor. Zihnim beni eski okul günlerime, arkadaşlarım ve öğretmenlerimle birlikte ol­duğum zamanlara taşıyor. En yakın arkadaşım Münibe’ylc buluşuyorum; oturup sohbet ediyor, şakalaşıyoruz. Sanki ben oradan hiç ayrılmamışım gibi…

Derken birden Birmingham, İngiltere’de olduğumu hatırlıyorum.

Her şey 9 Ekim 2012 tarihinde, bir salı günü değişti. Pek iyi bir güne uyanmamıştım zaten; ben çalışkan bir kız olarak bunu diğer sınıf arkadaşlarım kadar umursamasam da, sınav döneminin tam ortasındaydık.

Sabah, her birine beş ya da altı kızın sıkış tıkış bindi­ği, etrafa mazot dumanı yayan, parlak renklere boyalı üç tekerlekli rikşa arabalarımızla, sıra halinde Hacı Baba Yolu’nun dar, çamurlu geçidine girdik. Taliban’dan beri, okulumuzun tabelası yoktu vc oduncunun avlusunun karşısındaki beyaz duvara gömülü olan süslü, pirinç kapı, içeride ne olduğu konusunda hiçbir ipucu vermiyordu.

Biz kızlar için, bu kapı kendi özel dünyamıza büyülü bir giriş gibiydi. İçeri girer girmez, tıpkı güneşe yol ver­mek için bulutları kovan rüzgâr gibi, başörtülerimizi çıka­rıyor, merdivenleri aceleyle, basamakları üçer-beşer atla­yarak çıkıyorduk. Yukarıda, bütün sınıflara açılan kapıların olduğu açık bir avlu vardı. Sırt çantalarımızı sınıflarımıza bırakıyor, sonra sabah yoklaması için açık havada toplanı­yorduk. Hazır ol vaziyetinde dikilirken, sırtımız dağlara dönük oluyordu. Kızlardan biri, “Assan baş!” yani “Rahat!” diye komut veriyor, biz de topuklarımızı yere vuruyor ve “Allah!” diye karşılık veriyorduk. Sonra kız “Ho şi yar!” yani “Hazır ol!” diyor, biz de yine topuklarımızı yere vu­ruyorduk. “Allah!”

Okul, ben daha doğmadan önce babam tarafından ku­rulmuştu. Üzerimizdeki duvarda kırmızı ve beyaz harfler­le yazılmış HUŞHAL OKULU yazısı gururla parlıyordu. Haftada altı gün okula gidiyorduk; ben on beş yaşında bir dokuzuncu sınıf öğrencisi olduğum için, derslerimiz kim­yasal denklemler çözerek, Urduca grameri çalışarak, “Ace­le işe şeytan karışır” gibi anafikirleri olan İngilizce öyküler yazarak ya da kan dolaşımı diyagramları çizerek geçiyordu. Sınıf arkadaşlarımın çoğu doktor olmak istiyordu. Bunun bir tehdit olarak görülebileceğini insanın aklı almıyor. An­cak okulun kapısının dışında, yalnızca Svat’ın en önemli kenti olan Mingora’nın gürültüsü ve çılgınlığı değil, aynı zamanda Taliban gibi, kızların okula gitmemesi gerektiğini düşünenler de vardı.

O sabah da tıpkı diğer günler gibi, ancak biraz daha geç başlamıştı. Sınav dönemiydi; bu yüzden okul sekiz yerine dokuzda başlıyordu. Bundan memnundum çünkü erken kalkmayı sevmiyorum ve horozların ötüşleri ile müezzi­nin ezan sesi arasında bile uyumaya devam edebiliyorum. Önce babam kaldırmaya çalışırdı beni. “Kalkma vakti, Cani mun,” derdi. Farsçada bu “ruh eşi” anlamına geliyor ve babam beni güne başlarken hep böyle çağırırdı. “Birkaç dakika daha, Aba, lütfen,” diye yalvarır, yorganın altına bi­raz daha gömülürdüm. Derken annem seslenirdi. “Pişo,” derdi. Bu “kedi” anlamına geliyor ve annemin bana taktı­ğı isim buydu. O anda saatin farkına varır ve “Bhabi, geç kaldım!” diye bağırırdım. Bizim kültürümüzde her erkek sizin “erkek kardeşiniz”, her kadın da “kız kardeşiniz”dir. Birbirimizi böyle görürüz. Babam annemi okula ilk gö­türdüğünde, bütün öğretmenler onu “erkek kardeşimin eşi” yani bhabi olarak adlandırmışlardı. Sonra da öyle kaldı. Artık hepimiz anneme bhabi diyoruz.

Ben, evimizin ön tarafındaki uzun odada uyuyordum. Odadaki eşyalar bir yatak ile benim vadimizde barış için çalışmam ve kızların okula gitme hakkını savunmam kar­şılığında ödül olarak kazandığım paranın bir kısmıyla sa­tın aldığım dolaptan ibaretti. Bazı raflarda, sınıf birincisi olduğum için aldığım altın rengi plastik kupa ve madal­yalar duruyordu. Birinciliği yalnızca iki kez kaçırmıştım ve ikisinde de sınıftaki rakibim Melikc-i-Nur’a geçilmiş­tim. Bunun bir daha tekrarlanmaması konusunda karar­lıydım.

Okul, evimize pek uzak değildi. Eskiden yürüyerek gi­dip geliyordum ama geçen yılın başından beri diğer kızlarla birlikte servise binmeye başlamıştım. Pis kokan nehir bo­yunca beş dakikalık bir yolculuk yapıyor. Dr. Hümayun un Saç Ekim Merkezi’nin dev reklam panosunun önünden geçiyorduk; kel erkek öğretmenlerimizden birinin aniden saçları çıkmaya başladığında, mutlaka Dr. Hümayun’a git­miş olması gerektiğini söyleyerek dalga geçmiştik. Servisi seviyordum çünkü servise bindiğimde, yürürken terledi­ğim gibi terlemiyordum; arkadaşlarımla çene çalabiliyor, Bltai Can yani “Kardeş” dediğimiz şoförümüz Osman Ali ile dedikodu yapabiliyordum. Osman Âli anlattığı çılgınca hikâyelerle bizi çok güldürüyordu.

Annem benim tek başıma yürümemden korktuğu için servise binmeye başlamıştım. Yıl boyunca tehditler almış­tık. Bazıları gazetelerde çıkmıştı; bazıları da insanların ilet­tiği notlar ya da mesajlar aracılığıyla bize ulaştırılmıştı. An­nem benim için endişeleniyordu ama Tâliban daha önce kızlara saldırmamıştı hiç; ben babamı hedef almalarından korkuyordum çünkü babam sürekli onların aleyhinde ko­nuşuyordu. Yakın dostu ve dava arkadaşı Zahit Han ağus­tos ayında namaz kılmaya giderken yüzünden vurulmuştu ve herkesin babama, “Dikkatli ol, sırada sen varsın,” dedi­ğini biliyordum.

Servis bizim sokağa giremiyordu; bu yüzden nehrin aşağısındaki yolda iniyor, parmaklı demir kapıdan geçi­yor ve merdivenlerden çıkıyordum. Biri bana saldıracak olsa, bunun o merdivenlerde olacağını düşünüyordum. Babam gibi ben de gündüz düşleri görürdüm hep; bazen derslerde dalıp gider ve eve giderken bir teröristin o basa­maklarda birden karşıma çıkıp beni vurduğunu canlandı­rırdım gözümde. Böyle bir durumda ne yapacağımı me­rak ederdim. Belki ayakkabılarımı çıkarıp ona vururdum; ama sonra bunu yapmam halinde teröristten bir farkımın kalmayacağını geçirirdim içimden, “limanı, beni vur ama önce dinle. Bu yaptığın yanlış. Benim sana kişisel olarak bir garezim yok ki. Tek istediğim, bütün kızların okula git­mesi!” diye yalvarmak daha iyi olurdu.

Korkmuyordum ama geceleri kapının kilitli olup olma­dığını kontrol etmeye ve Allah’a insan ölünce ne olduğu­nu sormaya başlamıştım. En yakın arkadaşım Münibe’ye her şeyi anlattım. Küçükken onunla aynı sokakta oturur­duk, ilkokuldan beri arkadaştık ve her şeyimizi paylaşır­dık. Justin Bieber şarkıları, Alacakaranlık filmleri, yüzü en iyi nemlendiren kremler… Münibe’nin en büyük hayali moda tasarımcısı olmaktı; ama ailesinin bunu asla kabul etmeyeceğini biliyor, bu yüzden herkese doktor olmak is­tediğini söylüyordu. Bizim toplumumuzda, kızlar çalışabi­lecek olsalar bile, öğretmenlik ya da doktorluk dışında bir meslek seçmeleri çok zor. Ben farklıydım; doktorluktan vazgeçip mucit ya da politikacı olmaya karar verdiğimde, bu arzumu gizlemedim hiç. Münibe, ne zaman bir şeyler ters gitse hemen anlardı. “Endişelenme,” diyordum ona. “Taliban küçük bir kızla uğraşmaz.”

Servisimiz geldiğinde, basamaklardan koşarak indik. Diğer kızlar kapıdan çıkmadan önce başlarını örtüp arka tarafa oturdular. Servis bizim dayna adını verdiğimiz tür­den bir taşıttı aslında: ikisi yanlarda karşılıklı, biri de ortada olmak üzere üç sıra koltuğu olan beyaz bir Toyota TownAce. Yirmi kız ve üç öğretmenle tıkış tıkış oluyordu. Ben arkada sol tarafta Münibe ve bir alt sınıfımızdan Şaziye Ramzan adında bir kızla oturuyordum. Sınav dosyalarımı­zı göğsümüzde tutuyorduk, çantalarımızı da ayaklarımızın altına yerleştirmiştik.

Bundan sonrası biraz bulanık Dayna‘nın içinin sıcak ve yapış yapış olduğunu hatırlıyorum. Hava bir türlü serinle­mek bilmiyordu ve yalnızca uzaktaki Hindukuş Dağları’nda kar vardı. Bizim oturduğumuz arka tarafta cam yoktu; sadece yanlarda rüzgârla dalgalanan kalın muşambalar var­dı. Bunlar da öylesine sararmış ve tozluydular ki bir şey görmek imkânsızdı. Arkadan tek görebildiğimiz, bir parça mavi gökyüzü ve arada bir de güneşin yuvarlak şekliydi; günün o saatlerinde güneş, her şeyin üzerinde dolaşan toz­ların içinden süzülerek geçen sarı bir küreye benziyordu.

Servisin her zamanki gibi ordu kontrol noktasında ana­yoldan çıkıp sağa döndüğünü ve artık kullanılmayan kriket sahasından sonraki virajı aldığını hatırlıyorum. Sonrasını hatırlamıyorum.

Vurulmayla ilgili rüyalarımda babam da benimle bir­likte serviste oluyor ve o da benimle birlikte vuruluyor. Sonra etraf insanlarla doluyor ve ben babamı aramaya baş­lıyorum.

Gerçekte ise şöyle olmuştu: Birden durmuştuk. Sol ta­rafımızda Svat’ın ilk hükümdarının maliye bakanı Şir Muhammed Han’ın üzeri otlarla bürünmüş mezarı; sağımız­da yiyecek fabrikası vardı. Kontrol noktasına en fazla 200 metre mesafede olmalıydık.

Biz ön tarafı göremiyorduk ama açık renk giysiler giy­miş, genç, sakallı bir adam yola çıkmış ve servise durması­nı işaret etmişti.

“Bu Huşhal Okulu servisi mi?” diye sormuştu şoföre. Osman Bhai Can bunun aptalca bir soru olduğunu dü­şünmüştü çünkü okulun adı yan tarafta yazılıydı. “Evet,” demişti.

“Bazı çocuklarla ilgili bilgiye ihtiyacım var,” demişti adam.

“Sekreterliğe gitmeniz gerek,” diye karşılık vermişti.

Osman Bhai Can.

O konuşurken, beyazlar giymiş başka bir adam servisin arka tarafına yaklaşmıştı. “Bak, röportaj yapmaya gelen ga­zetecilerden biri,” demişti Münibe. Ben babamla birlikte, kızların eğitim hakkını savunmak ve bizi kapalı tutmaya çalışan Taliban gibilerin aleyhinde konuşmak için etkinlik­lere katılmaya başladığımdan beri sık sık gazeteciler, hatta yabancılar geliyordu. Ama böyle yolda karşımıza çıkmı­yorlardı.

Adam siperli bir kep giymişti ve üniversite öğrencileri­ne benziyordu. Servisin arka tamponuna basıp bize doğru uzanmıştı.

“Malala hanginiz?” diye sormuştu.

Kimse bir şey söylememişti ama birkaç kız bana bak­mışlardı. Yüzü örtülü olmayan tek kız bendim.

O anda adam siyah bir silah çıkarmıştı. Daha sonra bu­nun bir Colt 45 olduğunu öğrenecektim. Kızlardan bazıla­rı çığlık atmışlardı. Münibe onun elini sıktığımı söylüyor.

Arkadaşlarım adamın ardı ardına üç el ateş ettiğini söy­lüyorlar. İlki sol gözümden girip sol omzumun altından çıkmış. Sol kulağımdan kanlar akarak Münibe’nin üzerine devrilmişim. Bu yüzden diğer iki kurşun yanımda oturan kızlara isabet etmiş. Bir kurşun Şaziye’nin sol eline sap­lanmış. Üçüncüsü ise onun sol omzunu sıyırıp Kainat Ri- az’ın sağ koluna girmiş.

Arkadaşlarım daha sonra, ateş ederken adamın elinin titrediğini söylediler.

Hastaneye vardığımızda, benim uzun saçlarım ve Mü­nibe’nin kucağı kan içindeymiş.

Malala kim mi? Malala benim ve bu da benim hikâyem.


Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Burada Ejderhalar Var ~ Ayşegül KopdagelBurada Ejderhalar Var

    Burada Ejderhalar Var

    Ayşegül Kopdagel

    Ayşegül Kopdagel, yıllar içinde biriktirdiği öyküleri ilk Burada Ejderhalar Var adıyla kitaplaşıyor. O “bura”nın neresi, “ejderhalar”ın ise neler olduğunu hepimiz yakından biliyoruz aslında. Uğultusunu...

  2. Rüyanın Oltasında ~ Nisan ErdemRüyanın Oltasında

    Rüyanın Oltasında

    Nisan Erdem

    Buradaydım. Dünyada. İstanbul’da. Şimdide ve hafızamda. Kendimde ve onda. Asılı kalmıştım ben -herkes gibi- bir rüyanın oltasında… Nisan Erdem ikinci öykü kitabı Rüyanın Oltasında...

  3. Nahide – Yarım Kalan Mucize ~ Şebnem AtılganNahide – Yarım Kalan Mucize

    Nahide – Yarım Kalan Mucize

    Şebnem Atılgan

    Küçük Nahide. Öğrenci Nahide. Öğretmen Nahide. Kadın Nahide. Eş Nahide. Anne Nahide. Nahide isminin öyle hoş anlamları var ki… Nahide ‘genç kız’ demek. Farklı...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur