Ölümcül seyreden bir çocukluk hastalığı, neredeyse felaketle sonlanacak bir ergenlik isyanı, ıssız bir patikada bir seri katille karşılaşma, eksik personelli bir hastanede beceriksizce yaptırılan bir doğum. Bunlar çağdaş edebiyatın önemli yazarlarından, Costa Ödülü sahibi Maggie O’Farrell’ın bizzat yaşadığı ve bu sıra dışı anı kitabıyla okuruyla paylaştığı, ölümle on yedi karşılaşmasından sadece dördü. Gerçek, soluksuz bırakan ama hepsinden öte, bizlere “derin bir nefes alıp kalbimizin atışını dinlememizi” hatırlatan bir anı-roman.
“Derin bir nefes alıp kalbimin o bildik
böbürlenişini dinledim. Ben ben, ben ben, ben ben.”
Sylvia Plath, Sırça Fanus
Az ötedeki patikada, büyük bir kayanın ardından bir adam çıkıveriyor. Dağın çanak şeklindeki zirvesinde gizli, kara bir gölün karşı kıyısında yalnızca ikimiz varız. Tepemizde açık mavi bir gökyüzü; bitki örtüsü o yüksekliğe kadar ulaşamadığı için yalnızca o ve ben, kayalar ve dingin bir kara göl. Adam botlu ayaklarını iyice açıp daracık patikada durarak gülümsüyor. Birkaç şey fark ediyorum. Küçük vadinin daha aşağısında da adamın yanından geçmişim. Doğada yürüyüşe çıkmış iki insan olarak dostça, şöyle bir selamlaşmışız. Bağırsam bile, patikanın bu gözlerden uzak yerinde beni duyabilecek kimse yok.
Adam beni beklemiş: Her şeyi dikkatle, özenle planlamış; ben de adamın tuzağına düşmüşüm. Bunların hepsi bir anda kafama dank ediyor. O gün –ölümle burun buruna geldiğim o gün benim için erkenden, şafaktan hemen sonra, başucumdaki çalar saatin zangır zangır dans edişiyle başlamıştı. Üniformamı giyip karavandan çıkmış, taş basamakları parmak uçlarımda inip boş mutfağa girmiş, fırınları, kahve makinelerini ve ekmek kızartma makinelerini açmış, beş somun ekmeği dilimlemiş, su ısıtıcıları doldurmuş, kırk tane kâğıt peçeteyi orkide şeklinde katlamışım. On sekiz yaşımı yeni doldurmuş ve bir kaçış yolu bulmuşum. Her şeyden: evden, okuldan, ailemden, sınavlardan, sınav sonuçlarını beklemekten. Bir dağın eteğinde, tanıtımlarında “holistik, alternatif tatil olanağı” sunduğu söylenen, kimseyi tanımadığım bir yerde iş bulmuşum. Kahvaltı servisi yapıyor, kahvaltı masalarını toplayıp siliyor, konuklara anahtarları bırakmayı unutmamalarını hatırlatıyorum.
Odalara girip yatakları yapıyor, çarşafları değiştiriyor, temizlik yapıyorum. Yerlere atılmış giysileri, havluları, kitapları, ayakkabıları, şifalı yağları, meditasyon matlarını topluyorum. Yatak odalarına saçılmış eşyaların anlattığı hikâyelerden, insanların her zaman göründükleri gibi olmadıklarını öğreniyorum. Kendi istediği masanın dışında bir yerde oturmayı reddeden, yalnızca belli bir sabunu kullanabileceğini, bütün yağı alınmış belli bir sütü içebileceğini söyleyen, dediğim dedik, müşkülpesent bir adamın bulut yumuşaklığındaki kaşmir çoraplara ve canlı renklerde detaylı desenleri olan ipek iç çamaşırlarına zaafı olabiliyor.
Akşam yemeklerinde bütün düğmeleri iliklenmiş bluzuyla kimseyle göz göze gelmeden oturan, perması geçmeye yüz tutmuş kadın, geceleri odasında bir at ruhuna sahip olduğunu ilan eden sado-mazo kostümleri giyen bir kimliğe bürünebiliyor: insan dizginleri, deriden yapılmış küçük eyerler, gümüş rengi ve zarif ama acımasız bir kırbaç. Kusursuzluklarıyla sizi kendilerine hayran bırakan, imrendiren –akşam yemeklerinde manikürlü parmakları birbirine geçen, günbatımlarında güle oynaya yürüyüşlere çıkan, bana düğün fotoğraflarını gösteren– Londralı çiftin odası hüzünle, umutla, kederle kaplı olabiliyor. Banyodaki rafları gebelik testleriyle dolup taşmış. Komodinlerin üstünde doğurganlığı artıran ilaçlar. Bunlara hiç dokunmayarak görmedim, farkında değilim, bir şey bilmiyorum mesajını vermek ister gibiyim. Bütün sabah ince eleyip sık dokuyor, derleyip toparlıyor, başkalarının hayatlarını kolaylaştırıyorum.
İnsanların bıraktığı izleri siliyor; yiyip içtiklerine, uyuduklarına, seviştiklerine, tartıştıklarına, yıkandıklarına, soyunup giyindiklerine, gazete okuduklarına, kıl tüy, deri, kan, tırnak döktüklerine dair bütün kanıtları yok ediyorum. Toz alıyor, uzun kayışından çektiğim elektrikli süpürgeyi koridorlarda peşimden sürüklüyorum. Sonra öğle yemeğine doğru, eğer o gün şanslıysam, akşam mesaisinden önce istediğim gibi geçirebileceğim dört saatlik bir boşluğum oluyor.
Bu yüzden boş zamanlarımda sıkça yaptığım gibi göle çıkmışım ve bugün her nedense sağdan gidip gölün etrafından dolaşan patikada yürümeye karar vermişim. Neden? Hatırlamıyorum. Belki o gün işlerim erken bitmişti, belki konuklar etrafı çok fazla dağıtmadığı için otelden erken çıkabilmiştim. Belki de açık ve güneşli hava aklımı çelip o gün farklı bir yoldan yürümeme neden olmuştu. Ayrıca hayatımın o döneminde doğa yürüyüşü yaparken kendimi güvensiz hissetmem için bir neden de yoktu.
Ergenlik yıllarımın geçtiği İskoçya’daki küçük sahil kasabasında, belediyenin düzenlediği kendini savunma teknikleri kursuna gitmiştim. Judo kıyafeti giyen fıçı vücutlu öğretmen bize ballandıra ballandıra korku hikâyeleri anlatır gibi senaryolar yazardı. Gece geç vakit bardan çıkıyorsunuz, derdi gözlerinin üstünü kaplayan gür kaşlarının altından teker teker hepimize bakarak, ve koca bir adam sokak arasından fırlayıp sizi yakalıyor.
Ya da: Geceleyin kulüpte daracık bir koridordan geçerken sarhoşun teki sizi duvara yapıştırıyor. Ya da: Hava karanlık, sisli; trafik ışıklarında beklerken biri çantanızın kayışına yapışıp sizi yere itiyor. Bu tehlikeli senaryoların hepsi de alttan alta durumdan keyif alan bir soruyla sona ererdi: Ne yaparsınız? Hayali saldırganların boğazına dirseğimizin tersini geçirme alıştırmaları yapar, yaparken de gözlerimizi devirirdik çünkü sonuçta hepimiz gencecik kızlardık.
Sırayla avazımız çıktığı kadar bağırma alıştırmaları yapardık. Görev bilinciyle, sıkıcı bir ödev yapar gibi, erkek vücudundaki zayıf noktaları tekrarlardık: gözler, burun, boğaz, apış arası, dizler. Artık işi çözdüğümüze; pusu kuran yabancıyı, sarhoş tacizciyi, kapkaççıyı alt edebileceğimize inanıyorduk. Ellerinden kurtulup dizimizi geçirebileceğimizden, gözlerini tırmalayabileceğimizden emindik; bu tehlikeli ama tuhaf bir heyecan veren durumlardan kurtulmanın bir yolunu bulabileceğimize güveniyorduk. Ses çıkarmayı, dikkat çekmeyi, POLİS diye bağırmayı öğrenmiştik.
Sanırım akıllarımıza işlenen net bir mesaj da vardı. Sokak arası, gece kulübü, bar,otobüs durağı, trafik ışıkları: Tehlike şehirlerdeydi. Doğada ya da bizimki gibi –gece kulüplerinin, sokak aralarının, hatta trafik ışıklarının bile olmadığı– taşra kasabalarında böyle şeyler olmazdı. Canımızın istediği gibi davranabilirdik. Ama adam bir dağın tepesinde yolumu tıkamış beni bekliyordu işte.
Korkumu belli etmemenin, her şey normalmiş gibi davranmanın önemli olduğunu hissediyorum. Bu yüzden yürümeye, adımlarımı atmaya devam ediyorum. Dönüp kaçacak olsam, birkaç saniye içinde bana yetişebilir ve kaçmış olmam çok şeyi açığa çıkarabilir, bizi dönüşü olmayan bir noktaya getirebilir. Durumun gerçekte ne olduğuyla ikimiz de yüzleşmiş oluruz; çıbanın başı kopmuş olur. Tek seçenek devam etmek, hiçbir şey yokmuş gibi davranmak sanki. Adam, “Tekrar merhaba,” diyor ve bakışları yüzümden vücuduma, çıplak, çamurlu bacaklarıma kayıyor.
Şehvetli olmaktan çok tartan, azgın olmaktan çok araştıran bir bakış: bir şeyi anlamaya çalışan, aklındaki eylemin detaylarını planlayan bir adamın bakışı. Adamla göz göze gelemiyor, ona doğrudan bakamıyorum, olmuyor; ama birbirine yakın gözleri, fildişi rengi kesici dişleri olan, sırt çantasının saplarını tutan ellerini yumruk yapmış gayet uzun bir adam olduğunun farkındayım. “Selam,” diyebilmek için boğazımı temizlemem gerekiyor. Başımla da selam veriyorum sanırım. Yanından geçmek için yan dönüyorum: Adamın temiz terinin, sırt çantasının derisiyle karışık, kimyasal yoğunluklu ve belli belirsiz tanıdık gelen tıraş yağının kokusu. Adamı geçip yürüyorum, patika önümde uzanıyor. Pusu kurmak için yürüyüşün en yüksek noktasını seçtiğini anlıyorum: Oraya kadar hep tırmanmışım ve oradan sonra dağdan aşağı otelime, akşam mesaime, işe, hayata doğru inişe geçeceğim. Oradan sonrası hep yokuş aşağı. Özgüvenli, hedefe yönelik adımlar atmaya, korkumu belli etmemeye özen gösteriyorum. Korkmuyorum: Okyanus gibi gürleyen nabız atışlarımın içinde bunu tekrarlayıp duruyorum kendime.
Belki de, diye düşünüyorum, hâlâ özgürüm, durumu yanlış anladım. Gözlerden uzak patikalarda genç kızları bekleyip sonra da gitmelerine izin vermek gayet normal bir şeydir belki. On sekiz yaşındayım. Daha yeni on sekiz olmuşum. Bir şeyden haberim yok. Ama hemen arkamda olduğunun farkındayım. Botlarının çıkardığı sesleri, pantolonunun hışırtısını –her mevsim giyilebilen, nefes alabilen bir şey– duyabiliyorum. Derken tekrar belirip yanımdan yürümeye başlıyor. İyice yaklaşıp samimi bir tavırla, tanışıyormuşuz, okuldan eve birlikte döndüğüm sınıf arkadaşlarımdan biriymiş gibi kolunu omzuma atarak yürüyor.
“Güzel bir gün,” diyor yüzüme bakarak.
Başım hâlâ önümde. “Evet,” diyorum, “öyle.”
“Çok sıcak. Yüzmeye giderim belki.”
Patikada eşzamanlı atılan hızlı adımlarla yan yana yürürken, aksanında bir tuhaflık olduğunu fark ediyorum. Sözcüklerin orta hecelerinde duraksıyor; r’leri yumuşak, t’leri fazla vurgulu; ses tonu düz, neredeyse ifadesiz. Hani derler ya, eskiden bizim sokakta oturan adam gibi, o da hafif “üşütük” belki. O adam savaştan beri hiçbir şeyi çöpe atmamıştı ve bahçesini, Uyuyan Güzel’in kalesi misali sarmaşık bürümüştü.
Yapraklarla kaplı şeylerin ne olduğunu tahmin etme oyunu oynardık: kedi, çit, motosiklet. Örgü bereler takar, desenli atletler ve bir zamanlar şık oldukları anlaşılan, küçülmüş, kedi tüyüyle kaplı takım elbiseler giyerdi. Yağmur yağdığında, omzuna çöp torbası atardı. Zaman zaman içine oynayalım diye kedi yavrularını doldurduğu fermuarlı bir çantayla bizim kapıya gelirdi; bazen de sarhoş, gözü dönmüş bir halde, mosmor bir suratla gelip kayıp kartpostallarından söz ederek atıp tutar, annem koluna girip onu evine kadar götürürdü.
“Siz burada kalın, ben şimdi gelirim,” derdi ve adamla birlikte kaldırıma çıkıp gözden kaybolurdu. Belki de olay bu, diye düşünürken içime sular serpiliyor. Bu adam da bizim eski komşu gibi olabilir: Uzun zaman önce ölen, evi boşaltılıp sterilize edilen, sarmaşıkları kesilip yakılan o ayrıksı, farklı komşumuz gibidir belki. Belki de annemin yaptığı gibi ben de ona iyi davranmalıyım. Şefkat göstermeliyim.
Göl kenarında hızlı hızlı, yan yana yürürken, ona dönüyorum. Hatta gülümsüyorum.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat
- Kitap AdıBen Ben – Ölümle On Yedi Karşılaşma
- Sayfa Sayısı280
- YazarMaggie O’Farrell
- ISBN9786051981475
- Boyutlar, Kapak13,5x20,5 , Karton Kapak
- YayıneviDomingo Yayınevi / 2021