Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Belki De Muhteşem
Belki De Muhteşem

Belki De Muhteşem

Ahsen Dalca Korkutan

Dil kullanımından hikâye kurgularına kadar kalbinin sesini susturmayan, bunu okura yansıtacak naiflikte bir kaleme sahip Ahsen Dalca Korkutan. Yaşadığı ülkeye ve insanına sağduyuyla yaklaşan,…

Dil kullanımından hikâye kurgularına kadar kalbinin sesini susturmayan, bunu okura yansıtacak naiflikte bir kaleme sahip Ahsen Dalca Korkutan. Yaşadığı ülkeye ve insanına sağduyuyla yaklaşan, hisli bir yazarın ürünü olan metinler bu ilk kitapta bir araya getirilmiş. Titizlikle çalışılan metinler okura doyurucu bir okuma zevki sunuyor.

İÇİNDEKİLER

BAVULUMUZ • 9
BİRİ ÖLDÜ • 15
KARA KAZANI SÜRÜYE SÜRÜYE • 25
TIPKI • 29
KIRMIZI TOP • 36
AĞZIMIZDAKİ DEMİR TADI • 40
GELİNCE SENİN “O” ĞLUN • 44
SUZAN ÇUKURU • 48
O DA SIR • 53
TÜLÜN ARDINDA • 59
BELKİ DE MUHTEŞEM • 65
KÂĞIT PARÇASINI İSTEKSİZCE • 68
BEŞ ŞUBAT • 72
AYNI YERDEYİM, TUHAF • 78
-GE -GÖL • 82
TERASTAKİ • 86
BİR GÜN YOLDA GİDİYORUZ • 91
FOTOĞRAFÇININ GÖZÜ • 96
TERBİYESİZ KAHRAMAN • 102

BAVULUMUZ

Avucumdaki arpaları yere saçışımla ayaklarımın dibine üşüşüveren kuşlara bakıyordum. Küçük başlarına, küçük gözlerine, ebruli boyunlarına. Aynı yeme eğdiklerinde gagalarını, birbirlerine saygılarına. Ve akıllarına birden uçma fikri gelmiş gibi, havalanıp hemencecik yere tekrar inişlerine bakıyordum. Sonra onlarcasının üzerine yürüyüp çalakalem yükselen kanat seslerini çiğneye çiğneye kuş pisliğiyle dolu banka geçip oturdum. İyi ki bir kuş değilim.

Bir kuş olsaydım eğer. Kuş deyince aklıma, genişçe bir karaltının bulutların üzerine çizdiği göç resmi geliyor nedense. Kuşlara atfedilen talih lafzı, ya da ağızlarında taşıdıkları varsayılan zeytin dalının simgelediği barış değil. Şehrin sahibi olduklarını belirten, sayısız beyaz lekelerle merkez camii avlularına kondurulmuş imzalar da değil. Zamanı gelince uzak ve ılıman topraklara gitmek zorunda olmaları geliyor sadece.

Bu fikir, gitmenin tek iyi çıkar yol olduğunu düşündüğüm vakitlerde yerleşmiş olacak aklıma. Kollarımı kuş kanatları gibi açtım. Bankın sırtına yerleştirdim. Kafamı geriye doğru attım. Attım ve gözlerimi kapadım. Beni kimse görmüyordu ya da görüyorduysa da umurumda değildi. Bankta rahatça kaykıldım. Gitmenin tek iyi çıkar yol olduğuna karar verdiğim bir vakitte, terk etmeyi düşündüğüm, doğup büyüdüğüm yer birden buz kesmişti. Mevsim geçişi hiç bu kadar sert olmamıştı. İklimler mi değişmişti de ben bu değişime ayak

BİRİ ÖLDÜ

Vuruyor, vuruyor kafasına. Elindeki sopayı indiriyor. Pat pat. Kollarından tutuyorum. Yapma, Seda yapma, öldüreceksin. Sendelemeye başlıyor hayvan. Gebersin hepsi, yeter be, hindilerinden de bıktım, onlardan da. Adem dayım da gebersin. Sus Seda, kötü kötü konuşma. Kukumav kuşu gibi bütün gün pencerede. Gelsin de o gütsün şu hayvanları. Babam, oturmaktan yakında mayasıl çıkacak kıçında, diyor, çıksın inşallah. Sus, diyorum, Seda sus, o hasta, gelemez. Ne hastalığı varmış? Bilmiyorum, öyle diyor halamlar, hastaymış işte. Hasta masta değil o. Tembel. Çoluk çocuğa sürü mü emanet edilir, istemiyorum, dedim onlara, gitmeyeceğim işte. Seda, kusura bakma ama sen de tembelsin biraz, ne var bunda, gidip geleceğiz üç beş saate. Ne diyorsun be, avanak, senin için de böyle diyor, bir de babası kılıklı, diyor. Kim diyormuş onu? Ayağının ucuyla toprağın üzerini eşeliyor. Hırsla. O eşelerken ben de nefes nefese kalıyorum. Onun gibi. Bakışları bir bende bir orada. Bir orada. Bir bende. Rüzgâr esiyor arkamdan.

Sonra tekrar oraya, ayağının ucuyla küçücük oluşturduğu oyuğa bakarken ben de aynı yere çeviriyorum bakışlarımı. Toz kalkıyor. Uçuşuyor her tarafa. Gözlerimizi kapıyoruz. Konuşmuyoruz. Çiçekli şalvarım dalgalanıyor, bir taraftan da tülbentimi tutuyorum. Onun başı bağlı değil. Çocukmuşuz biz. Ben de takmasam daha güzel olurmu

HALAMIN BULUTLARI

Dünyanın en iyi şoförüydü. Bizim sokak kapısına çarpana kadar. Ne şanslı adam, itibarı gitti ama ölmedi. İnsanın itibarı yüreğinde durur sanıyordum. Dedem ben küçükken itibarım, der halamın kocaya kaçışını anlatırdı, elini göğsüne bastırırdı. Sonra tez elden göçtü gitti, bağrında açılan çukurla. Bizim kapı gibi. Şimdi koca bir göçük duruyordu Hüseyin eniştenin çarptığı yerde. Ev ahalisiyle sokağa düz ayak antrede dikiliyorduk. Babaannem karşıda, çekyatta oturuyordu. Bazen kendi kendine bir şeyler diyordu. Babam indi yukarıdan. Hiddetle Hüseyin eniştenin yanına gitti. Ummasak da enişteyi tartaklayacak, ilk kez de olsa artık yaşananların hesabını soracak inancı hepimizin içinde ince bir rüzgâr gibi esti. Babama bakıyorduk. Sarhoş Hüseyin bu sefer bir yumruğu hak etmişti. Dedemin kemikleri sızlamayacaktı.

Hadi baba. Enişte devrilmek üzere dikiliyordu kirişin yanında. Halam da korkudan mı umursamazlıktan mı güçsüzlükten mi bilinmez yıllardır yapamadığını biri yapacak diye nefesini tutmuş bekliyordu. Babam vardı kapıya. Hüseyin enişte hâlâ sağa sola yalpalıyordu hacıyatmaz gibi. Biz oh olsun, diyorduk içimizden, daha olmamıştı ama peşin peşin oh olsun. Babam göçük kapıyı tuttu. Hüseyin enişte de bizimle aynı düşüncede olacak. Gözlerini kırpıştırdı babam elini kaldırırken. Asla birini dövmemiş, duvarı bile yumruklamamış, bir vidayı sökmemiş, çekici havaya kaldırmamış ince, beyaz, narin parmaklarıyla kapıyı ileri geri sürttü.

KARA KAZANI SÜRÜYE SÜRÜYE

Bağırdım karşı tepelere. Tek başıma sırtlandığım ağırlığı, bir avazda onlara yığdım da hafiflemedim. Bana yabancı, bana tanıdık sözler döndü. Bir kat daha ağırlaştım. Yetmedi. Üzerimden geçip köye doğru uçtular. Sadece dağlara söyleyecektim oysa. Sır bozuldu. Ahmet’in beni bıraktığını, gidip de bir şehirliyi gelin alacağını, benden değil, köyün üstündeki öbek öbek yankılardan duydular. Haziran ortalarıydı. Öğle üstü buğday tarlasındaydık. Abimden yediğim tekmelere rağmen, karnım belirginleşmeye başlamıştı. Kadınlar biçtikleri buğdaylarla birlikte yığın yığın Ahmet’i, nişanlısını, nişanlısının güzelliğini bıraktılar toprağa. Yorulmadan deste deste dizdiler. Kimsenin Ahmet’e soramadığı hesapların ağırlığını da yüklediler her birinin üzerine. Sonra demetleri sıkıca bağladılar. Her geçen gün fısıltılar kanlanıp güçleniyor, uğultuya dönüşüyordu. Bu saatten sonra beni kim alacaktı. Köyde bir deli vardı, bir aksak. Hangisi daha münasip olacaktı. Kahvede, kapı önlerinde sözde endişelerini iyice ağdalandırıyorlardı. Birbirlerini daha rahat duymak için bir kazanın başındaymış da al al yanaklarıyla ellerindeki koca tahta kaşıkları savuruyormuş gibi sokakta bağrışan çocuklarını susturuyorlardı. Kaşığın ucuyla kazandakinin tadına bakıyordu en meraklısı; biraz daha, diyordu, biraz daha çevirmek gerek.

TIPKI

Sırtımda tatlı bir kaşıntı. Yerini tam tespit edemediğim noktaya elimi attım. Hızlı yürüdüğümden midir bilmem, ulaşamadım. Etrafını neredeyse tam tur döndüğüm metro inşaatını geçmeye çalışıyordum. Şimdi Bahadır evde beni bekliyor, pencerenin kenarında, hiç kıpırdamadan karşıdaki hafriyatı izliyordur. Bakma şu tarafa, dedim ona kaç kez. Yedin, bitirdin kendini. Sokaktan kamyonlar geri geri çıkarken ve bip bip öterken Bahadır’ın nasıl efsunlandığını görmüştüm bir defasında. Yadırgamıştım. Bu hâlini tutarsız bulduğumu söylemiştim. Kendini savunmamış, ağzını açmamıştı. Üşendiği için kavga etmekten imtina ediyor sanmıştım. Bahadır susuyorsa bir bildiği vardır, demek olduğunu unutup. Bir zamanlar eski bir sarnıç olan yıkık taşların arasında yaşadığını, yaşarken gizlendiğini, gizlenirken etrafı izlediğini anlatmaya sonradan başlamıştı. Beni alıp karşısındaki eski püskü ahşap eve getirdiğinde sadece burada, bu köhne binada yaşadığını sanıyordum. Akşamları ağır ağır anlattığı hatıralarının çoğu sarnıçta geçen hikâyelerdi. Yıllar önce sarnıcın üzerindeki araziye çarçabuk kondurulan beş katlı apartmanın, yaşadığı yeri işgal ettiğinden şikayetlenmiyordu. Her baktığında o dökük duvarlı sarnıcı görüyorum aslında, deyip apartmanın balkonundaki insanları tebessümle izleyebiliyordu. Vapur on yedi yirmi beşte kalkacaktı. Saat on yedi yirmi üçü gösteriyordu. Koşmaya başladım. Üzerimdeki yağmurluk ince gelmişti.

KIRMIZI TOP

Kendini karga sanan bir çocuk vardı sokağımızda. Balkona, gak gak diyen çığlıkları gelirdi. Kafasına bir kez taktı mı, sıyrılmazdı bu rolden. Annem seslenirdi, yeter be çocuğum, kafamızı şişirdin. Aradan yüzyıl geçmiş gibi. Balkondaki sedirin üzerine dökülmüş sapsarı asma yapraklarını kenara çekip oturdum. Asma o kadar çıplak kalmıştı ki belki ta babam öldüğü zaman belki de biraz daha bekleyip annemin bu dünyadan çekip gidişiyle ortadan kaybolmuş, geriye dağınıklığını, her yere saçtığı sapsarı yapraklarını bırakmıştı. Eskiden balkonu bir tül gibi saran asma, bizi ikindi güneşinden korurken arkasında geniş bir şehir manzarası saklardı. Şimdi açılan boşluğa yerleşen boy boy çatılar, uzaktan ucu görünen gri körfez, irili ufaklı tepeler, kopkoyu mezarlık, aniden ortaya çıkıveren yokuşlar, uzunlu kısalı bacalar, bir vücudun uzuvlarıydı sanki. Kaşını, gözünü birine benzettiğim fakat bütünüyle baktığımda bana yabancı gelen bir sureti izliyordum. Sedirin üzerindeki kuru yaprakları hareketlendiren rüzgâr, içimden geçecek kadar keskin, sert ve soğuk bir esintiyle ürpertti beni. Balkona elinde tepsiyle annem giriverdi. Bir o kadar genç. Hadi çabuk yapalım şu kahvaltıyı, bugün temizlik var. Olduğum yerde küçücük kalmıştım.

GELİNCE SENİN “O” ĞLUN

O öldü bir gün. Benden sonra tabii. Evdeydi, yalnızdı, yaşlıydı artık, vakti gelmişti. Eşyalar toz içindeydi, her şey toz içinde. Yatağındaydı, kokmuştu, öyle buldular O’nu. Yastığının altındakileri görmediler. Daha ilk gün, Erol’un O’nu getirdiği gün anlamıştım. Otobüsten inmişlerdi. Yirmi yıldır beklediğim bir şeyi, hiç bilmeden beklediğim bir şeyi hemen nasıl karşılayabilirim, sarılamam Erol, bakma öyle, ne bileyim, yapamam şimdi. İlk kez evimize üç kişi dönüyorduk. Erol küçük bir eli tuttuğu için mutluydu. Ben ne yapacağımı bilmez, önümde ilerleyen bu iki kafayı izliyordum. Böyle bakınca benziyorlardı birbirlerine. Tak tak tak tak. Evde koskoca gün, tak tak tak tak. Ayaklarını vurma şu koltuğa, yeter. Daha yenecek tırnak mı kalmış, çek elini ağzından. Ben böyle hayal etmemiştim, Erol, nereden buldun bunu, bir gariplik var bu çocukta. Ne garibi, sensin garip, O artık benim oğlum. Geldiği günden beri kâbuslar görüyorum. Salıncaklar uçuyor. Sanki üzerimde uçuyor. Götür O’nu Erol, istemem, huzur kalmadı evde, demiştim, deli deli bakıyor, büyüyünce keser bizi bu.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Hikaye
  • Kitap AdıBelki De Muhteşem
  • Sayfa Sayısı112
  • YazarAhsen Dalca Korkutan
  • ISBN9786254085925
  • Boyutlar, Kapak12 cm x 19,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviÖtüken Neşriyat / 2024

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Efeli Hayriye ~ Sümer TekEfeli Hayriye

    Efeli Hayriye

    Sümer Tek

    Bir kokuda, bir desende, bir eşyada yahut bir türküde büyüyen hatıraların kitabıdır bu. Ata yadigârı hanların önünde bekleşirken gerçekleşen yiğitlik hikâyelerinin serencamına, Anadolu’nun her...

  2. Eylül’ü Beş Geçe ~ Cezmi AncilEylül’ü Beş Geçe

    Eylül’ü Beş Geçe

    Cezmi Ancil

    ” 12 Eylül karanlığında mizah mümkün mü? Cezmi Ancil daha önce yayınlanan ” Binbaşının Düdüğü” adlı kitabı ile bunun mümkün olduğunu kanıtlamıştı. ” Eylül’ü...

  3. Kutadgu Bilig ~ Yusuf Has HacibKutadgu Bilig

    Kutadgu Bilig

    Yusuf Has Hacib

    Balasagunlu Yusuf´un dokuz yüzyıl önce kaleme aldığı Kutadgu Bilig, insanların hem bu dünyada hem de öteki dünyada mutlak mutluluğa ulaşabilmelerinin yolunu gösteren eşsiz bir...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur