Yirmi dokuz yaşındaki Hannah Martin, hayattaki amacının ne olduğunu hâlâ çözememişti. Üniversiteden mezun olduğundan beri altı farklı şehirde yaşamış, sayısız iş değiştirmişti. Son kararı da çocukluğunun geçtiği Los Angeles’a dönüp en yakın arkadaşı Gabby’nin yanına yerleşmekti. Hannah bu büyük kararın onun için bambaşka bir hayatın kapılarını aralayacağına inanıyordu.
Gabby’yle kutlama yapmak için bara gittikleri bir akşam, Hannah’nın lisedeki erkek arkadaşı Ethan’la karşılaşmışlardı. Saatler gece yarısını vurduğunda Gabby eve dönmek isterken Ethan biraz daha kalması için ısrar etmişti. Önemsiz gibi görünen bu seçim, bir insanın hayatının akışını baştan sona değiştirebilir miydi?
Erin, Julia, Sara, Tamara ve karşıma kaderin çıkardığını hissettiğim tüm kadınlara.
Umarım birbirimizi farklı evrenlerde de tanıma şansına erişiriz.
Koltuğumu koridor tarafından ayırtmam iyi olmuştu çünkü uçağa son gelen bendim. Geç kalacağımı biliyordum zaten. Neredeyse her yere geç kalırdım. Koridor tarafındaki koltuklardan birini ayırtmamın nedeni de buydu. Yerime oturmak için insanları ayağa kaldırmaktan nefret ederdim. Sinemada sürekli tuvaletim gelse de hiç tuvalete gitmeme sebebim de buydu. El bagajıma sıkıca sarıldım ve kimseye çarpmamaya çalışarak koridoru geçtim. Bir adamın dirseğine çarptım ve fark etmemiş olmasına rağmen ondan özür diledim. Fakat hafifçe koluna sürtündüğüm bir kadın bana sanki onu bıçaklamışım gibi baktı. Özür dilemek için ağzımı açtım ama sonra bunun iyi bir fikir olmadığına karar verdim. Koltuğum hemen gözüme ilişti. Uçaktaki tek boş koltuk orasıydı. İçerinin havası ağırdı. İnsanları oyalamak için hazırlanan şu anlamsız, hafif müziklerden çalıyordu. Etrafımdaki konuşmalar, üst taraftaki bölmelerin kapatılırken çıkardıkları seslerle bölünüyordu. Koltuğuma ulaştım ve yanımdaki kadına gülümseyerek yerime oturdum. Kadın orta yaşlı ve kiloluydu; siyah ve beyazdan oluşan kırçıllı saçları vardı. Çantamı ayaklarımın dibine iterek emniyet kemerimi bağladım.
Önümdeki servis sehpası kapalıydı. Elektronik cihazlarımı da çoktan kapatmıştım. Koltuğum dik konumdaydı. Her yere geç kalınca, kaybettiğiniz zamanı nasıl telafi edeceğinizi ister istemez öğreniyordunuz. Pencereden dışarı baktım. Valiz görevlileri neon renkli ceketleriyle, üst üste sıralanmış valizleri uçağa taşıyorlardı. Daha sıcak bir iklime doğru yol alacağım için mutluydum. Uçuş esnasında okumamız için bırakılan dergilerden birini elime aldım.
Çok geçmeden motorun gürültüsünü duydum ve altımızdaki tekerleklerin dönmeye başladığını hissettim. Uçuşa geçtiğimiz sırada, yanımda oturan kadın koltuğun dirseklerini yakaladı. Kanı donmuş gibiydi. Uçaklardan korkmuyordum. Köpekbalıklarından, kasırgalardan ve haksız yere tutuklanmaktan korkuyordum ama uçmaktan korkmuyordum. Kadının parmakları sıkılmaktan bembeyaz olmuştu. Dergiyi önümdeki koltukta bulunan keseye sıkıştırdım. “Pek sık uçmuyorsunuz sanırım?” dedim. Kendimi heyecanlı ve gergin hissettiğim zamanlarda konuşmak beni her zaman rahatlatırdı. Eğer konuşarak ona yardımcı olabileceksem, bu kadarı elimden gelirdi. Uçak havada kaymaya başlarken kadın dönüp bana baktı.
Gergin bir sesle, “Korkarım ki hayır,” dedi. “New York’tan pek sık ayrılmam. İlk defa Los Angeles’a uçuyorum.” “Şey, eğer sizi rahatlatacaksa söyleyeyim, ben çok sık uçarım ve şimdiye kadar yaptığım tüm yolculukların yalnızca kalkış ve inişi zordu.
Bu kısmı atlatmak için üç dakika daha sabredeceğiz, bir de inişe geçeceğimiz son beş dakika biraz zor olacak. Geri kalanı ise… otobüs yolculuğundan farksız. Yani toplamda sekiz gergin dakika geçirdikten sonra Kaliforniya’ya inmiş olacağız.” Uçak yukarı doğru yöneldi. Eğim o kadar fazlaydı ki, koridorda başıboş duran bir su şişesi arka tarafa doğru yuvarlandı. Kadın, “Topu topu sekiz dakika mı yani?” diye sordu. Başımı salladım. “Evet, sadece sekiz dakika. New Yorklu musunuz?” O da başını salladı. “Ya siz?” Omuz silktim. “New York’ta yaşıyordum. Şimdi de Los Angeles’a geri dönüyorum.” Uçak ansızın aşağıya doğru eğildi ve sonra burnunu yukarı kaldırarak bulutların üzerine çıktı. Kadın derin bir nefes aldı. İtiraf etmeliyim ki, benim bile azıcık midem bulanmıştı. “New York’ta sadece dokuz ay kaldım gerçi,” dedim.
Nekadar uzun konuşursam, türbülans boyunca kadının dikkatini o kadar dağıtabilirdim. “Son zamanlarda birçok yeri dolaştım. Boston’da okula gittim. Sonra D.C.’ye, ardından Portland, Oregon’a taşındım. Sonra da Seattle’a. Sonra Austin, Texas’a ve sonra da New York’a. Hayallerin gerçek olduğu şehre. Ama belli ki bu benim için geçerli değilmiş. Aslında Los Angeles’ta büyüdüm, bu yüzden her ne kadar orayı evim olarak göremesem de geldiğim yere dönüyorum diyebilirim.” “Aileniz nerede peki?” Kadının sesi gergindi. Dümdüz önüne bakıyordu
“Ailem ben on altı yaşındayken Londra’ya taşındı. Kız kardeşim Sarah, Kraliyet Bale Okulu’na kabul edilince bu fırsatı tepmek istemediler. Ben de L.A.’de kalıp okulumu bitirdim.”
“Kendi başınıza mı yaşadınız?” İşe yarıyordu. Dikkat dağıtma operasyonum, yani.
“Liseyi bitirene kadar en yakın arkadaşımın ailesiyle kaldım.
Sonra da üniversiteye gitmek için oradan ayrıldım.”
Uçak sonunda dengelendi. Kaptan, uçağın yüksekliğini
anons etti. Kadın, koltuğun dirseklerine dayadığı ellerini gevşeterek derin bir nefes verdi.
“Gördünüz mü?” dedim. “Tıpkı otobüs gibi.”
“Teşekkür ederim.”
“Ne demek.”
Camdan dışarıya bakmaya başladı. Dergiyi bir kez daha elime aldım. Kadın bana döndü. “Neden bu kadar fazla eyalet değiştirdiniz?” diye sordu. “Zor olmadı mı?” Sonra hemen kendini toparladı. “Hâlime baksanıza. Nefesim düzene girer girmez sanki annenizmişim gibi konuşmaya başladım.” Gülüştük. “Yo, önemli değil.” Bunu kasıtlı olarak yapmıyorum. Göçebe hayatı sürmek bilinçli olarak yaptığım bir seçim değildi. Yine de aldığım taşınma kararını veren hep ben oldum. İçimde, şu anda bulunduğum yere ait olmadığıma dair sürekli büyüyen bir his vardı ve çok yakın bir gelecekte gerçekten ait olduğum bir yer bulacağım umuduyla hareket ediyordum. “Sanırım… Bilemiyorum,” dedim.
Bunu kelimelere dökmek oldukça zordu, özellikle de yanımda pek tanımadığım biri varken. Ama sonra ağzım kendiliğinden açıldı ve kelimeler dökülmeye başladı. “Gittiğim hiçbir yere ait olduğumu hissedemedim.” Kadın bana bakarak gülümsedi. “Üzüldüm,” dedi. “Bu zor bir durum olmalı.” İçgüdüsel olarak omuz silktim. Kötüyü görmezden gelip iyi olana doğru koşmak her zaman için kapıldığım bir dürtü olmuştu. Fakat şu anda dürtülerim konusunda pek iyimser düşünemiyordum. Beni gitmek istediğim yere götürdüklerinden emin değildim.
Omuz silkmeyi kestim. Sonra, onu uçuştan sonra bir daha asla görmeyeceğimi bildiğim için, konuşmayı bir adım ileriye götürmeye karar verdim. Ona, kendime bile ancak kısa bir süre önce itiraf edebildiğim bir şey söyledim. “Bazen, evim diyebileceğim yeri hiçbir zaman bulamayacağımdan korkuyorum.” Kadın elini kısacık bir an için benimkinin üzerine koydu. “Bulursunuz,” dedi. “Henüz gençsiniz. Önünüzde uzun bir ömür var.” Yirmi dokuz yaşında olduğumu anladığı hâlde bunun genç bir yaş olduğunu mu düşündü yoksa yaşımı olduğundan daha küçük mü zannetti bilemiyordum. “Teşekkürler,” dedim. Çantamdan kulaklığımı çıkarıp kulaklarıma taktım. Gülerek, “Belki uçuşun sonundaki alengirli beş dakikaya girdiğimizde, olmayan kariyer seçimlerimden bahsedebiliriz,” diyerek güldüm. “Bu konu kesinlikle dikkatinizi dağıtmaya yetecektir.” Kadın genişçe gülümseyerek bir kahkaha patlattı. “Bunu bir lütuf olarak kabul ediyorum.”
Yolcu çıkış kapısından geçtiğimde, sanki onu tanımayacakmışım ve beni eve götürecek kişinin o olduğunu bilmiyormuşum gibi elinde “Hannah Marie Martin” yazılı bir pankart tutan Gabby’yi gördüm. Ona doğru koşmaya başladım ve yaklaştıkça, adımın yanına bir resmimin çizilmiş olduğunu gördüm. Bu kabataslak bir çizimdi ama o kadar da kötü sayılmazdı. Gabby’nin çiziktirdiği Hannah’nın büyük gözleri, uzun kirpikleri, minik bir burnu ve tek bir çizgiden oluşan dudakları vardı. Başının üzerine çizilen topuz çarpıcı bir şekilde abartılmıştı. Çöp adam olarak çizilmiş vücudumdaki tek dikkate değer nokta, fazlasıyla büyük memelerimdi. Kendimi bu şekilde tanımlamazdım ama itiraf edeyim, beni bir karikatüre dönüştürmek istediğiniz takdirde yüksek bir topuz ve koca memelerden oluşan bir figür çizmeniz gerekirdi.
Bu tıpkı Mickey Mouse’un yuvarlak kulaklar ile beyaz eldivenlerden veya Michael Jackson’ın beyaz çoraplar ile siyah mokasenlerden oluşması gibi bir şeydi. Gerçi koyu kahverengi saçlarım ve açık yeşil gözlerimle tasvir edilmeyi tercih ederdim ama tükenmez kalemle çizim yaparken renkler konusunda pek fazla seçeneğinizin olmamasını anlayabiliyordum. İki yıl önceki düğün töreninden sonra Gabby’yi hiç bizzat ziyaret etmemiş olsam da geçtiğimiz yıllar boyunca her pazar günü onu görmüştüm. Pazar günleri ne işimiz olursa olsun veya ne kadar akşamdan kalma olursak olalım, mutlaka videolu görüşme yapıyorduk. Bu görüşmeler birçok açıdan, hayatımdaki en istikrarlı şeylerden biriydi.
Gabby ufak tefek ve incecikti. Saçları her zaman kısacıktı ve vücudunda bir gram bile fazlalık yoktu. Ona sarıldığımda, fiziksel olarak benden daha ufak olan birine sarılmanın ne kadar tuhaf bir his olduğunu ve ilk bakışta birbirimizden ne kadar farklı göründüğümüzü hatırladım. Ben uzun boylu, kıvrımlı ve beyazdım. Gabby ise kısa boylu, ince ve siyahiydi. Şu anda yüzünde hiç makyaj olmamasına rağmen, etraftaki kadınların çoğundan daha güzeldi. Bunu ona söylemedim çünkü nasıl cevap vereceğini biliyordum. Bunun gereksiz olduğunu belirtecekti. Birbirimize görünüşümüz için iltifat etmememiz veya hangimizin daha güzel olduğu konusunda yarışa girmememiz gerektiğini söyleyecekti. Haklıydı da, bu yüzden düşüncelerimi kendime sakladım.
Gabby’yle on dört yaşından beri tanışıyorduk. Lisenin ilk gününde, yerbilimi dersinde yan yana oturmuştuk. Kurduğumuz dostluk hızlı ve ölümsüzdü. İnsanlar bizden Hannah ile Gabby veya Gabby ile Hannah olarak bahsederlerdi; birimizin adı olmadan diğerimizin bahsi pek az geçerdi. Ailem Londra’ya taşındığında, Gabby’nin ve ebeveynleri Carl ile Tina’nın yaşadığı eve taşındım. Carl ve Tina bana kendi çocuklarıymışım gibi davrandılar ve bana okul seçimi sürecinde rehberlik ettiler.
Okula giderken, ev ödevlerimi yapıp yapmadığıma bakarlar ve gerek duyduklarında bana oda cezası verirlerdi. Carl beni düzenli olarak, kendisi ve babası gibi bir doktor olmam için ikna etmeye çalışırdı çünkü Gabby’nin bu yolu seçmeyeceğini çoktan anlamıştı. Gabby lisenin son senesinde, kamu hizmeti yapmak istediğine karar vermişti bile. Sanırım Carl beni son şansı olarak görmüştü. Ama Tina kendi yolumu bulmam için beni yüreklendirmişti. Ne yazık ki kendi yolumun ne olduğunu hâlâ bilmiyorum. Ama o zamanlar, her şeyin zamanla yerli yerine oturacağını ve hayattaki büyük gelişmelerin beni kendiliğinden bulacağını düşünmüştüm. Üniversite eğitimimiz için birimiz Şikago’ya, diğerimiz ise Boston’a gittikten sonra ilişkimizi koparmadık ama kendimize yeni birer hayat oluşturmaktan da geri kalmadık. Gabby üniversitenin ilk senesinde onunla aynı okulda okuyan Vanessa adlı siyahi bir kızla arkadaş oldu. Bana sürekli okulun yakınındaki alışveriş merkezine gitmelerini ve katıldıkları partileri anlatmaya başladı. O dönemde Gabby’nin Vanessa’yla benden daha yakın bir dostluk kuracağından ve onunla benim bilmediğim bazı şeyleri paylaşacağından endişelenmediğimi söylersem yalan olur.
Bir keresinde Gabby’yle telefonda konuşurken ona bu endişelerimi açtığımı hatırlıyorum. Saatlerdir Gabby’yle konuşmakta olduğum için ısınıp terden sırılsıklam olan telefonumu kulağıma yapıştırmış, yurttaki çift kişilik, büyük boy yatağımda uzanıyordum. “Sence Vanessa seni benden daha mı iyi anlıyor?” diye sordum. “İkiniz de siyahi olduğunuz için?” Bu soru ağzımdan çıkar çıkmaz utandım. Aklımdayken gayet mantıklı görünmüştü ama ağzımdan çıkınca birden deli saçması olduğunu fark etmiştim. Eğer kelimelerin kanatları olsaydı, onları aceleyle havada yakalar ve ağzıma geri tıkardım.
Gabby bana güldü. “Sence beyaz insanlar, sırf beyaz oldukları için seni benden daha mı iyi anlıyorlar?”
“Hayır,” dedim. “Elbette anlamıyorlar.” “O zaman kapa çeneni.” Öyle de yaptım. Gabby hakkında en çok sevdiğim şeylerden biri, çenemi ne zaman kapamam gerektiğini şipşak anlayabiliyor olmasıydı. Aslına bakılırsa, çoğu zaman beni benden daha iyi tanıdığını kanıtlayabilen tek kişiydi. Gabby el bagajımı centilmence bir hareketle alırken, “Dur tahmin edeyim,” dedi. “Tüm eşyalarını götürebilmek için şu valiz arabalarından birini kiralamamız gerekecek.” Güldüm. “Geçerli bir bahanem var. Ülkenin bir ucundan diğerine taşınıyoruz herhalde.”
Mobilya veya büyük eşyalar satın almaktan uzun zaman önce vazgeçmiştim. Genelde eski kiracılardan kalan eşyaların olduğu kiralık dairelerde kalıyordum. Bir iki taşınmadan sonra IKEA’dan bir yatak satın alıp monte etmenin ve onu sadece altı ay sonra elli papele satmaya çalışmanın ciddi bir zaman ve para kaybı olduğunu öğreniyordunuz. Ama hâlâ ülkenin bir ucundan diğerine taşınma süreçlerini başarıyla atlatabilmiş birkaç parça eşyam vardı. Başlarından bunca olay geçtikten sonra onları satmak için epey katı yürekli olmam gerekirdi.
Gabby banttaki bavullarımı alırken, “Burada en azından dört şişe Portakallı Zencefil vücut losyonu olduğundan adım gibi eminim,” dedi. Başımı iki yana salladım. “Sadece bir tane. Stoklarım tükenmek üzere.” Vücut losyonu kullanmaya Gabby’yle tanıştığımız dönemde başlamıştım. Birlikte alışveriş merkezine gider ve farklı dükkânlardaki farklı losyonları koklardık. Ama ben her seferinde aynı losyonu alırdım. Portakallı Zencefil adlı olanı. Zulamda aynı losyondan tam yedi şişe olduğu zamanları bile hatırlarım. Bavullarımın geri kalanı alıp valiz arabasına doldurduk ve arabayı kalabalık havaalanında bütün gücümüzle iterek park yerine vardık.
Bavulları Gabby’nin minik arabasına doldurduktan sonra koltuklarımıza yerleştik. Gabby arabayı otoparktan çıkarıp çevre yoluna giden sokağa saparken havadan sudan konuştuk. Bana yolculuğumun nasıl geçtiğini ve New York’tan ayrılmanın nasıl bir his olduğunu sordu. Ardından, misafir odasının ufak olmasından ötürü benden özür diledi. Ona gülünç olmamasını söyledim ve evinde kalmama izin verdiği için teşekkür ettim.
Tarihin tekerrürden ibaret olduğunu görebiliyordum. Bir öncekinin üzerinden neredeyse on yıldan fazla bir zaman geçmişti ve şimdi kendimi yine Gabby’nin misafir odasında bulmuştum. On yıldan fazla olmuştu ama ben hâlâ bir yerden bir yere sürükleniyor ve Gabby ile ailesinin nezaketinden yararlanıyordum. Aradaki tek fark, bu sefer Gabby ve ebeveynlerinden oluşan bir aileyle değil, Gabby ve kocası Mark’tan oluşan bir aileyle kalacak olmamdı. Bu durum, ikimizin arasındaki en önemli farkın da altını çiziyordu; Gabby’nin yıllar içinde ne kadar değiştiğinin ve benim nasıl da yerimde saydığımın. Gabby sorunlu gençlerle ilgilenen ve kâr amacı gütmeyen bir kalkınma kuruluşunda görevliydi.
Bense bir garsondum. İşinde pek de iyi olmayan bir garson. Gabby arabasını çevre yoluna sokarak uçarcasına sürmeye başladığında, bütün dikkatini yola vermesi gerekmediğinden mi yoksa arabadan atlayamayacağım kadar hızlı sürdüğünden mi bilinmez, havaalanında ona sarıldığımdan beri sormaya can attığı soruyu sordu. “Ee, son durum nedir? Ona taşınacağını söyledin mi?” Yüksek sesle iç geçirdim ve pencereden dışarıya baktım. “Benimle iletişim kurmaması gerektiğini biliyor,” dedim. “Onu bir daha asla görmek istemediğimi biliyor. Yani nerede olduğumu bilip bilmemesi pek de önemli değil.” Gabby doğruca yola bakıyordu ama söylediğim şeyden memnun kalarak başını salladığını görebiliyordum.
Şu anda onun onayına gerçekten ihtiyacım vardı. Onun benim hakkımdaki görüşleri şu anda kendi görüşlerimden çok daha sağlıklı bir turnusol testi olurdu. Son dönemlerim oldukça karmaşık geçmişti. Gabby’nin beni sonsuza dek seveceğini bilsem de, son zamanlarda bana olan koşulsuz desteğinin sınırlarını iyice zorlamış olduğumu biliyordum.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Genç Yetişkin Romantik
- Kitap AdıBelki Bir Başka Hayatta
- Sayfa Sayısı320
- YazarTaylor Jenkins Reid
- ISBN9786258387452
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYabancı Yayınevi / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Calder’ın Umudu ~ Mia Sheridan
Calder’ın Umudu
Mia Sheridan
Eğer gerekirse senin için tanrılarla savaşırım Modern dünyanın göbeğinde elektriğin, tesisatın ve diğer gelişmiş sistemlerin olmadığı bir yer vardı. Hayallere, ifade özgürlüğüne, umuda izin...
- Malibu’da Son Parti ~ Taylor Jenkins Reid
Malibu’da Son Parti
Taylor Jenkins Reid
Malibu, Ağustos 1983. Rivaların yaz sonu partisi. Herkes meşhur Riva kardeşlere yakın olmak istiyordu. Yetenekli bir sörfçü ve süpermodel Nina, biri sörf şampiyonu diğeriyse...
- Küçük Özgür Adamlar ~ Terry Pratchett
Küçük Özgür Adamlar
Terry Pratchett
“Yapabilenler, yapamayanlar için yapmalıdır. Sesleri olmayanlar için, biri sesini yükseltmelidir.” Kolay kolay unutamayacağınız bir ders öğrenmeye hazır mısınız?.. Yakın geçmişte, sonsuzluğun büyülü evrenine uğurladığımız...