Dünya bir felakete doğru dolu dizgin koşuyor.
Kötüye kullanılan bilim insanlığın geleceğini tehdit ediyor.
Yeni doğan çocuklar büyük oranda erkek, çünkü “oğlan” olsun istiyordu herkes. Buyrun, bilim dilekleri yerine getirdi sonunda.
İşin sonu nereye varacak? Kadınlar yeryüzünden silinip gidecek mi? Bir grup aydının kurduğu “Bilgeler Şebekesi” insanları uyarmaya, zararın biryerinden döndürmeye uğraşıyor ama boşuna…
A
BU SAYFALARDA DİLE GETİRDİĞİM OLAYLARIN TANIKLARINDAN BİRİYDİM YALNIZCA, izleyici kitlesinden daha yakın bir yerde duruyordum ama en az onlar kadar etkisizdim. Biliyorum, adım kitaplarda anılmıştı, eskiden bu gururumu da okşardı. Artık okşamıyor. Masaldaki o sinek zil takıp oynayabilirdi, çünkü at arabası sağ salim varmıştı gideceği yere; yolculuk bir uçurumun dibinde sona erseydi, neyle böbürlenecekti ki? Aslında, bana düşen rol tam da buydu işte: İşe yaramaz ve bahtsız bir cambaz rolü. Enayi ya da işbirlikçi değildim hiç olmazsa.
Asla serüven meraklısı olmadım ama kimi zaman serüven gelip beni saklandığım yerden çıkardı. Seçme hakkım olsaydı, serüvenim çocukluğumdan bu yana tutkunu olduğum ve tamı tamamına seksen üç yaşımı doldurduğum bugün de tutkunu olmayı aralıksız sürdürdüğüm tek âlemde geçsin isterdim: Böceklerle, o küçücük dikkat çekici yaratıklarla, incelik, ustalık ve eskilerin bilgeliğinin miniminnacık suretleriyle birlikte.
Oldum olası bilmeyen biriyle konuşurken bir böcek savunucusu olmakla uzaktan yakından ilgim olmadığını söylerim. Biz insanların, çok önceden boyunduruk altına aldığımız, sürüsünü katlettiğimiz ve kesinkes boyun eğdirdiğimiz sözümona üstün hayvanlar konusunda artık yüce gönüllülük sergileyebiliriz. Böceklere yapamayız bunu. Onlarla aramızdaki savaş her gün ve acımasızca devam ediyor, insanın galip geleceğini öngörmek de hiç olası değil. Böcekler bu dünya üstünde bizden çok daha eskiler, bizden sonra da var olacaklar ve uzak gezegenleri keşfedebilecek duruma geldiğimizde, oralarda onların türdeşleriyle karşılaşacağız, bizimkilerle değil. Bana kalırsa, işte o zaman aklımız başımıza gelecek.
Daha önce de söyledim, böcek savunucusu değilim. Sadece onların sıkı hayranlarından biriyim kuşkusuz. Nasıl olmayayım? İpekten, baldan ya da Sina Çölü’ndeki kudret helvasından daha yüce bir maddeyi hangi yaratık üretebildi? İnsanoğlu öteden beri bu böcek ürünlerindeki dokumacılığı ve zevki taklit etmek için çırpınıp durur. Peki ya “adi” sineğin uçuşuna ne demeli? Onun gibi olabilmemiz için daha kaç yüzyıl geçmesi gerekiyor? “Zavallı” larvanın başkalaşımından da söz etmiyorum üstelik.
Sayısız örnek verebilirim. Amacım bu değil. İlerleyen sayfalarda, söz konusu olan benim böcek tutkum değil, yaşamımda öncelikli olarak insanlarla ilgilendiğim ender anlar.
Duyan da, beni insandan kaçan bir ayı sanacak. Kesinlikle doğru değil bu. Öğrencilerim beni iyi andılar; meslektaşlarım arkamdan pek kötü konuşmadılar; yeri geldi, insanlarla dozunda ilişkiler kurdum; zaman içinde, iki üç dost bile edindim. Özellikle Clarence vardı, sonra da Beatrice; ama onlardan sonra söz edeceğim.
Yalana kaçmadan konuyu özetlemek için, benim gündelik yoksunlukların vızıltılarına pek katlanamadığımı ama iş, zamanımın önemli tartışmalarına gelince, her zaman dikkat kesildiğimi söylemem yerinde olur.
Gençliğimin yüzyılına, o zamanki saf heyecanlara, yaklaşmakta olan binyıl karşısındaki saf korkulara, atoma ve yine atoma, yeni salgına, ardından da kutupların üstündeki o Demokles geçitlerine yürekten bağlıydım. Büyük bir yüzyıldı o, bana göre en büyük, belki son büyük yüzyıldı, bunalımlarla ve
sorunlarla dopdolu bir yüzyıldı; yaşlılığımın yüzyılında, çözümlerden başka bir şey konuşulmaz oldu. Tanrı’nın sorunları, Şeytan’ın ise çözümleri yarattığını düşünmüşümdür her zaman. Sorunlar bizi sarsar, hırpalar, elimizi kolumuzu bağlar, bizi biz olandan başka bir şey yapar. Esenlikli bir dengesizliktir bu, tüm türlerin gelişimini sağlayan şey sorunlardır; çözümlerle ilerleme kaydedilmez, tükeniş başlar. Belleklerimizde yer etmiş en beter suça “nihai çözüm” adının verilmesi rastlantı sonucu mudur?
Şimdi etrafımı inceliyorum da, bu gelişmemiş, hırçın, karanlık gezegen, dalga dalga yayılan bu nefret, yeni bir buzul çağı gibi her yeri kaplayan bu evrensel kaygı… bunların hepsi dâhiyane bir “çözüm”ün meyveleri değil mi?
Binyılın sonu gene de görkemliydi. Soylu, bulaşıcı, yıkıcı, Mesihçi bir esrime hüküm sürüyordu. Hepimiz Tanrı lütfunun yavaş yavaş tüm dünyaya yayılacağına, ulusların yakın bir gelecekte barış, özgürlük, bolluk içinde yaşayabileceklerine inanıyorduk. Bundan böyle, tarih generaller, ideologlar, zorbalar tarafından değil, yıldızbilimciler, dirimbilimciler tarafından yazılacaktı. Rahata kavuşan insanlığın kahramanları mucitlerle soytarılar olacaktı sadece.
Ben de uzun zaman bu umuda besledim. Benim kuşağımdan herkes gibi, bana törel ve teknolojik gelişmelerin ters tepeceği, birçok ilişki yolunun kapanacağı, birçok duvarın yeniden örülebileceği ve tüm bunların her yerde kendini gösteren, buna karşın endişe uyandırmayan bir kötülük yüzünden olacağı söylense, omuz silkip geçerdim.
Yazgı nasıl berbat bir oyun oynadı da düşümüz paramparça oldu? Nasıl geldik buralara? Neden kentten ve tüm uygar yaşamdan kaçıp gitmek zorunda kaldım? Burada, dürüstçe, elimden geldiği kadar titizlikle anlatmak istediğim, yeni yüzyılın ilk yıllarından beri başımıza dert olan, sanırım gerek büyüklüğü, gerekse yapısı açısından daha öncesinde görülmemiş bir gerilemeye bizleri sürükleyen felaketin ağır ilerleyişidir.
Çevreyi sarmış dehşet duygusuna karşın, sonuna kadar soğukkanlılıkla yazmaya çalışacağım. Şu anda, dağ başındaki sığınağımda kendimi güvende hissediyorum ve elim; gerçeklerden aklımda kalanları sıralayacağım, henüz boş duran bu sayfalar üstünde hiç titremiyor. Üstelik geçmişte kalan bazı görüntüleri anımsadıkça, hoşuma giden bir neşeye de kapılmıyor değilim ve bu, anlatacağım felaketi zaman zaman unutturuyor bana. Aynı yatay sayfa üstüne hem değersiz olanı, hem de olağanüstü olanı yatırmak yazının erdemlerinden biri değil midir? Bir kitabın içinde her şey, mürekkep lekesinin önemsiz kalınlığına indirgeniyor.
Giriş bölümü için bu kadar yeter! Sadece olayları anlatacağıma söz vermiştim kendime.
B
KAHİRE’DE BAŞLADI HER ŞEY, işlerin yoğun olduğu bir şubat haftasında, üstünden kırk dört yıl geçti, gününü ve saatini bile kaydetmişim. Öte yandan tarihlerle uğraşmak neye yarar? Üç sıfırlı yılın yakınlarıydı, demek yeterli. “Başladı” mı yazdım ben? Aslında demek istediğim benim için başladığı; tarihçiler yıkımın doğuşunu çok daha eskilere dayandırıyorlar. Kaldı ki, burada kendimi tastamam bir tanık yerine koyuyorum: Bana göre olay ben onunla ilk kez karşılaştığımda başladı.
Konuya bu şekilde girmem, büyük gezginler soyundan geldiğimi düşündürmüş olabilir, Nil kıyısında bir buluşma, Amazon’a ya da Brahmaputra’ya kaçış… Tam tersine. Yaşamımın büyük bölümünü çalışma masamın başında geçirdim, en sık yaptığım yolculuk bahçemle laboratuvarım arasında olandı. Gelgelelim en ufak bir pişmanlık duymuyorum bu konuda; gözümü mikroskobun merceğine her yapıştırdığımda, benim için bir sefer başlardı.
Bir uçağa gerçekten bindiğimde ise, hemen her zaman, ama bir böceği daha yakından tanımaktı. Mısır’a yaptığım o yolculuk da bokböceğiyle ilgiliydi. Ama işin perspektifi alıştığımın dışındaydı. Genelde, sadece tarım ya da salgın hastalıklar konulu seminerlere katılıyordum. Şeref konukları asmabiti ya da Propillia japonica, sıtmasineği ya da çeçesineği olan bu seminerlerde, tarihöncesinden kalma bir konu üstüne konuşulup durulurdu: “Düşmanımız Hayvanlar.” Kahire’deki buluşma farklı olacak gibi görünüyordu. Davet mektubunda, sözcüğü sözcüğüne aktarırsam, “Eski Mısır uygarlığında, sanatta, dinde, mitolojide, söylencelerde bokböceğinin yerini değerlendirmek”ten söz ediliyordu.
Firavunlar döneminde bokböceğinin kutsal bir varlık olarak görüldüğünü anımsatmakla kimseye yeni bir şey söylemiş olmam sanırım. Özellikle “kutsal bokböceği”, Scarabeus sacer adıyla bilinen tür böyleydi ya genel anlamda bu güçlü böceğin tüm çeşitleri aynı şekilde değerlendiriliyordu. Onun büyülü güçlere sahip olduğuna ve yaşamın önemli sırlarını bildiğine inanılırdı. Tüm öğrencilik yıllarımda, her öğretmen bunu kendi tarzında anlattı bana ve Doğa Tarihi Müzesi’nde kendi laboratuvarıma sahip olduktan sonra, benim öğrencilerim de bokböceği üstüne her yıl aynı övgü dolu ve tutkulu nakaratı dinleme hakkını edindiler. II. Ramses’in dışkı yiyen bu küçük böceklerden biri önünde yerlere kapandığını bilmek bir kırkkanatlılar uzmanı için neler ifade eder düşünebiliyor musunuz? Bokböceğine tapma geleneği Mısır sınırlarını aşmış, Yunanistan’a, Fenike’ye, Mezopotamya’ya yayılmıştı; Romalı lejyonerlerde kılıç kabzasına bir bokböceği silueti kazıtmak alışkanlıktı; Etrüsklüler bokböceği şeklinde zarif, ametist mücevherler işliyorlardı.
Benim alanımda, yineliyorum, bokböceği bir yüz akıdır, bir soyluluk unvanıdır. Ulu atalarımızdan biridir diyeceğim hatta. Doğal olarak, bu konuda birtakım okumalar, araştırmalar yaptım, bokböceğini hamamböceğiyle aynı yere koyamazdım, tüm böcekler aynı dışkıdan çıkmamışlardır.
Buna karşın, incelemelerimi elimden geldiğince derinleştirsem de, fazla geçmeden Kahire seminerindeki yerim için kendimi yetersiz hissettim. Sekiz ülkeden gelen yirmi beş katılımcı arasında, sadece ben hiyeroglifleri okumayı, Tutmosis’leri ya da Amenofisleri numaralandırmayı bilmiyordum, ayrıca yine sadece benim, Kopt dilinin Şahidi lehçesinden de, Alt-Ahmim lehçesinden de haberim yoktu — tabii kimse bunların ne olduğunu bana sormayı aklından geçirmedi, ondan sonra da bu sözcükleri bir daha duymadım ama sanırım doğru yazdım.
Konuşmacılar, beni küçük düşürmek için bir araya gelmişler gibi, pek eğlenceli olduğu anlaşılan, firavunlar döneminden deyimlerle sözlerini süslüyorlardı, aralarından bir tanesi de kalkıp bunları çevirmiyordu kesinlikle, onların ortamında yapılacak iş değildi bu, dinleyicinin bilgisinden böyle kuşku duymak yersiz bir davranıştı.
Sıra bana geldiğinde, işin içine biraz da şaka katarak, Mısırbilimci ya da arkeolog olmadığımı, hiçbir Kopt lehçesini bilmediğimi, bir yandan da uzmanlık alanımın o güne dek bilinen üç yüz altmış bin kırkkanatlı türünü, yani tüm canlı yaratıkların üçte birini kapsamasından ötürü, kör cahil de sayılamayacağımı söylemeye karar verdim affınıza sığınarak. Özellikle böbürlendiğim için affınıza sığınıyorum, oysa hiç de alışkanlığım değildir ama o gün kendimi okuma-yazma bilmez hissetmekten kurtarmak için bunlara inanılmaz gereksinim duyuyordum.
Bu açıklamayı yaptıktan ve etkisini dinleyicilerimin yüzlerinde kaçamak bakışlarla denetledikten sonra konuya döndüm, bokböceklerinin beslenme ve üreme biçimlerini betimleyip onun hareketlerinde firavunlara ve uyruklarına bu kadar etkileyici, bu kadar gizemli, bu kadar zengin görünen şeyin ne olduğunu anlatmaya çalıştım.
Eski Mısırlıların, bizden dört binyıl önce yaşamış olsalar da ilkel bir topluluk olmadığını söylememe gerek yok. Daha o zaman büyük piramidi yapmışlardı ve eğer onlar manda dışkısını topak yapmakla uğraşan bir böceğe şaşkınlık dolu bir ilgi besledilerse, bizlere onların duyduğu hayranlık karşısında saygıyla eğilmek düşer.
Bokböceği ne yapıyordu? Daha doğrusu ne yapar? Çünkü kendisine tapılması, davranışlarında hiçbir değişikliğe yol açmadı.
Önayaklarıyla önünde yuvarladığı dışkıdan bir parça koparıp onu sıkıştırır ve topak yapar. Bunun öncesinde, toprakta bir delik açmıştır ve topağını tamamladığında bu deliğe iter. Hatta kimi zaman, ilk mucize budur işte, topağı dosdoğru deliğe götürmek yerine, tam ters yöne, küçük bir kum yığınına iter, tepesine kadar çıkarır ve yuvarlanıp dosdoğru deliğe düşmesini sağlamak üzere oradan bırakır.
Sisyphos geliyor akla; zaten en bilinen bokböceği türlerinden biri sisyphus adıyla anılır. Ama Mısırlılar burada da başka bir söylence, başka bir simge görmüşlerdir. Çünkü bokböceği topağını deliğe yerleştirdikten sonra, kımıldamasına engel olmak için ona bir armut biçimi verir, sonra ince uca bir yumurta bırakır, ondan bir larva çıkacaktır. Larva doğduğunda, topağın içinde beslenir ve olgunluğa erişinceye dek kendi kendine yaşar orada. Yani yeni bir bokböceği “kabuğundan” kurtulup aynı hareketleri yineleyene dek…
Bu yuvarlanan topak, Mısırlılara göre, güneşin gökteki hareketini simgeler. Dışkıdan tabutlarını parçalayan bokböcekleri de ölümden sonra dirilişi simgelerler. Aslında piramitler de dışkıdan yapılmış, biçimlendirilmiş devasa armutlar değil midir? Ölülerin, tıpkı bokböceği gibi, bir gün oradan çıkacakları, neşeyle yeniden işlerine güçlerine koyulacakları umulmamış mıydı?
Konuşmam dinleyicileri pek doyuramasa da, benden sonraki, Danimarkalı başarılı Mısırbilimci Profesör Christensen’in-ki benim sözlerimi destekleyip zenginleştirdi.
Aktardığım hayvanbilimsel ayrıntılar için bana kibarca teşekkür ettikten sonra, daha çok simgesellik üstüne eğildi. Bokböceği, kendisine yüklenen dirilişin habercisi rolüyle birlikte, yerleşik dinde olduğu kadar halk inancında da türlü türlü güçlerle donatılmıştı, dedi. Ona ölümsüzlük simgesi, dolayısıyla canlılık, sağlık, bolluk simgesi payesi verilmişti. Lahitlere konmak üzere taş bokböcekleri yapılırdı. Sertleşmiş kilden bokböcekleri de mühür olarak kullanılıyordu.
— Mühür, dedi konuşmacı, belgenin nereden geldiğini göstermek, bozulmazlığını ve kalıcılığını doğrulamak amacıyla alt tarafa vurulurdu. Sonsuzluk simgesi bokböcekleri bu kullanım için birebirdi. Firavunlar yeniden yaşama dönebilselerdi, binyıllar boyunca papirüs üstüne kaydedilmiş değerli arşivlerinin yok olup gittiğini, buna karşın sertleşmiş kilden mühürlerin günümüze ulaştığını görürlerdi. Kutsal böcek ölümsüzlük sözünü kendine göre yerine getirmişti.
Bu damga bokböceklerinden binlerce bulundu, Mısırbilimciler bir sürü bilgi edindiler onlardan. Chicago’dan Taşkent’e dünyanın tüm müzelerindeki her nesneyi müthiş bir dikkatle incelemiş görünen Danimarkalı, bize tüm imza sahiplerini -firavunlar, haznedarlar ya da Osiris rahipleri- ve onlara eşlik eden iyi dilek sözlerini bir bir saydı. Bunlardan biri büyülü sözler gibi yinelenip duruyordu: “Sürüp gitsin adın ve bir oğlun olsun!”
Christensen bu tekrardan sıkılan dinleyicilerini eğlendirmek için, cebinden bir karton kutu çıkardı ve iyice görebilelim diye başparmağıyla işaretparmağı arasında tuttu. Konuşmasında sürekli olarak altından, zümrütten, oymalardan, kakmalardan söz ederken ortaya çıkardığı bu yakın zamana ait, değersiz nesnede rahatsız edici bir şey vardı. Bu da tam Danimarkalının aradığı etkiydi.
— Bunu dün akşam Kahire’nin büyük El Tahrir Meydanı’ndan satın aldım. Bakın, bunlar yassı kapsüller, kocaman bakla taneleri biçimindeler, adlarına “bokböceği baklaları” deniyor tam da. İçinde bir toz var, üstünde yazan yazıya göre bunu yutan erkeğin erkeklik gücü artacak ve ayrıca, cinsel iştahının ödülü bir oğul olacak.
Konuşmasını sürdürürken, Mısırbilimci baklalardan birini kırdı ve tozu konferans metninin üstüne boşalttı.
— Gördüğünüz gibi, bokböceği bazı çağdaşlarımızın gözünde de eski zamanlardaki büyülü güçlerini koruyor. öte yandan, bunu yapan kişi bir kara cahil değil, bakın burada bir bokböceği resmi var, çok da iyi çizilmiş, artık ezbere bildiğiniz, atalardan kalma dileğin çevirisi de, Arapça’ya olsun İngilizce’ye olsun, gayet iyi: “Sürüp gitsin adın ve bir oğlun olsun!”
Bir kahkaha tufanı koptu ama usta oyuncu Christensen çok önemli bilimsel bir açıklamada bulunacakmış gibi, kaşını kaldırıp sert bir parmak hareketiyle dinleyicileri yatıştırdı:
— Sizlere bu baklaların bana yüz dolara patladığını söylemem gerek. Bu paranın gerçek fiyatları olduğunu sanmıyorum ama parayı çıkardığım anda, bu nesneleri satan yumurcak bir melek gibi gülerek elimden kapıverdi onu, sonra da tüydü. Buyrun size Aarhus Üniversitesi muhasebecisinin asla karşılamak istemeyeceği bir harcama!
Hemen o gece El Tahrir Meydanı’na gittim, anı niyetine “kendi bokböceği baklalarımı” almadan dönmemeyi ve bunu…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Edebiyat
- Kitap AdıBeatrice'den Sonra Birinci Yüzyıl
- Sayfa Sayısı272
- YazarAmin Maalouf
- ISBN9789750808678
- Boyutlar, Kapak13,5 X 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2008
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Mitrofan’ın Ay Serüveni ~ Faddey Venediktoviç Bulgarin
Mitrofan’ın Ay Serüveni
Faddey Venediktoviç Bulgarin
19. yüzyıl Rus edebiyatının hiciv ve taşlama ustalarından Faddey Bulgarin, Mitrofan’ın Ay Serüveni’nde insanlığın ütopyacı umutlarının çarpıcı bir tasvirini sunuyor. Beş öykülük bir derlemeden...
- El Greco’ya Mektuplar ~ Nikos Kazancakis
El Greco’ya Mektuplar
Nikos Kazancakis
Hafızamdan hatırlamasını istiyorum, hayatımı havadan toparlıyorum, generalin karşısındaki asker gibi dimdik duruyor ve El Greco’ya mektuplar yazıyorum; çünkü aynı Girit toprağından yoğrulduk, yaşayan ya...
- Bir Kadın ~ Annie Ernaux
Bir Kadın
Annie Ernaux
Artık sesini duymayacağım. Olduğum kadını, bir zamanlar olduğum çocukla bir araya getiren onun sesi, sözleri, elleri, tavırları gülüşü ve yürüyüşüydü. Geldiğim dünyayla aramdaki son...