2013 yılında çıkan altıncı öykü kitabı “Baykuş Virane Sever”de Faruk Duman öykü çıtasını yükseltiyor. Özellikle “Kayıp İnci”, “Teyzem O Burhan’lı Günleri Nasıl Atlattı?”, “Emanet” ve “Zürafa” başlıklı öykülerinde anlatı dünyasının özgünlüğünü iyice ortaya koyuyor.
Semih Gümüş’ün değerlendirmesiyle; “Kendine özgü yazınsal bir dünya kurar Faruk Duman; herkesten çok başka ama bir o kadar da yakın. Önce neyi anlatacağına değil nasıl anlatacağına karar verir. Anlatı dünyasına belli bir biçim içinde gerçeklik kazandırma çabası, sonunda onun, kuşağının en özgün yazarlarından biri olmasını sağlar. Bu özgünlüğü yakalayan, onun yalın ve zengin dünyasında bulur kendini…”
Yazarın biçimsel arayışlardaki yetkinliğini ve yenilikçi tavrını öne çıkaran özgün bir kitap, “Baykuş Virane Sever”.
“Ocak birden köpürmeye başlamış, oturup Vahşetin Çağrısı’nı okuduğum ağır kadife koltuk kıvılcım içinde kalmıştı. Etrafa yayılan küle aldırmamış, kitabı küçük çalışma masamın üstüne bırakarak kalkıp perdeyi aralamıştım. Kasaba kar altındaydı. Öyleydi ki, –halk böyle gecelerde yağ lambalarını yakmanın uğursuzluk getireceğine inanırdı– geceyi yalnızca kar aydınlatıyordu. Sanırsın ay yere inmiş. Fakat çok sürmedi; önce durup durup tozan hava birden işi inada bindirdi ve sürekli, korkunç bir rüzgâr başladı. Çam ağaçlarının dallarında birikmiş karlar topak topak savruluyordu. Yine bu karanlık ve insana benzerlikleriyle bizi ürküten ağaçların iğneleriydi. Bu iğneler sanırsın bir kar ordusu. Durup durup yaylar gerilerek. Böylece fırtına dinlemez bu yaman oklar sayesinde. Ne ki böyle bir düşmanı ele geçirmek nasıl mümkün olsun! Fırtınayı bir süre izledikten sonra, çıkıp atımın yanına gitmem gerektiğini düşündüm.”
*
Kayıp İnci
BİR.
Ben kitaplarla büyüdüm. Hatırımda kitapların adeta kutsal bir yeri vardır.
Örneğin Cemal Dayımın bazı yasaklı kitapları önce gazete kâğıdıyla kapladığını, sonra bunları siyah naylon torbalar içinde taşıyarak gizlice okuduğunu anımsıyorum. Ne iş yaptığını bilmezdim onun; anladığım kadarıyla “serbest” çalışır, upuzun yolculuklara çıkardı. Böyle zamanlarda onun bir daha aramıza dönmeyeceğini bile düşünürdük. Fakat bir gün dönerdi elbette; sabahın ilk ışıklarıyla eve gizlice girer, uzayan boylarımıza şaşırarak, yorganın altından çıkmış ayaklarımızı kaşıyarak bizi uyandırırdı. Bu, onun tarzıydı; kimseye benzemez, yapacağı her işte kendine özgü yolları izlerdi. Eğlenceye bayılır, yolculuklardan döndüğü günlerde bizi mutlaka sinemaya, panayır yerlerine götürürdü. Asla ciddi görünmezdi. Bayram ziyaretlerinden, büyüklerin birbirlerine “misafirlik” etmelerinden fevkalade sıkılır, ciddi büyüklerimiz toplandıklarında “yakalanmışsa” arada bize göz kırparak hepimizi kırıp geçirirdi. Babamla anlaşamazdı. Babam ciddiyeti severdi; bu yüzden bizim geç saatlere kadar gülüp eğlenmemizi, oyunlar oynamamızı ya da yaz geceleri gece yarılarına kadar bahçede gülüşmemizi hoş karşılamaz, dayımın aklımızı çeldiğini düşünür, —İşler nasıl, diye sorarak –bu, yeni, uzun yolculuğun ne zaman başlayacağını sormak anlamına geliyordu– canımızı sıkardı.
Darbe günlerinde dayımın bizde saklandığını, o kışı bize Steinbeck’in İnci’sinden bölümler okuyarak geçirdiğini anımsıyorum. O zaman, yani babam kaşlarını çattığı zaman, —Steinbeck büyük yazardır enişte, insanı açık denizlere götürür, derdi dayım. Babam da, —Denize falan gitmeyeceğiz, çocukların aklını çeliyorsun, karın doyurmaz bunlar, diye yanıt verirdi.
Yine de bu öykü Cemal Dayımla ilgili değil; onun o siyah naylon poşetlerde hangi kitapları taşıdığını hiçbir zaman öğrenemedim. İnci bir istisna olmuş, ama ona pahalıya patlamıştı. Ziyaretleri zamanla seyrelmiş, babamla karşılaşmamak için evimize olmadık saatlerde gelir olmuştu. İşlerinin iyi gitmediğini söylüyordu annem: —Hep paraya ihtiyacı var, adam gibi çalışıp kazanmıyor; gırgır geçeceğine aklını kullansın, ne yapalım.
Çok sürmedi; bir gün annemi çağırdılar. Annem giyinip süslendi, bize de en güzel, temiz pantolonlarımızla kazaklarımızı giydirdi, birlikte anneannemlere gittik. Ev kalabalıktı, ciddi “büyükler” toplanmış, kolonya kokusu içinde oturuyorlardı. Dedem tespih çekiyor, anneannem ince ince ağlıyordu. Ve maalesef dayım da kendisine hiç yakışmayan, belli ki anneannem tarafından onarılmış bir takım elbise giymiş, oturuyordu. Bizimle göz göze gelmemeye çalışıyor, ayaklarına bakarak orada öylece duruyordu. Bir süre sonra karısıyla birlikte İzmir’e taşındığını, yine sürekli içtiğini ve “maddi durum”unun hiç iyi olmadığını söylediler. Büyük olasılıkla “karın doyurmayan” o kitapları da artık okumuyordu.
İKİ.
Demiryolu lojmanlarında oturuyorduk. Üç odalı, sobalı bir taş evdi. Yazları serin, kışları çetin geçerdi. Rüzgârlı günlerde söğüt ağacının çatıyı dövdüğünü, ayazlı gecelerde yanı başımızdaki ormandan kopup gelmiş türlü hayvanların evimizin çevresinde titreyerek dolaştığını duyardık. Sobamız doymak bilmezdi; odun parçalarının aldığı biçimlerden oyunlar çıkarır, üşüyen ayaklarımızı ısıtmak için onu neredeyse kucağımıza alırdık. Eve kapanıp pencerenin önünde biriken karları izlediğimiz zaman kış hiç bitmeyecekmiş gibi gelirdi bize.
Cemal Dayımı artık görmüyorduk ama evde kış mevsimini geçirmenin en iyi yolu olarak İnci’yi unutmamıştık. Kitabı nereden bulacağımızı bilmiyorduk. Ve ona benzer başka kitaplar var mıdır, varsa bunlar nerededir, diye düşünüyorduk.
Yılmaz, iki yaş küçüktü benden. Ortaokula yeni başlamıştı. Ben de pek yakında liseli olacak, diplomamı göstererek, “Bu belge senin ağabeyin olduğumu gösteriyor” diyerek onu öfkelendirecektim. Ben bunu yapınca o anneme koşacak, doğum tarihlerimizi kim bilir kaçıncı kez soracak, böylece arayı biraz daha kapatmaya çalışacaktı. Yine de her sabah saat yedide uyanır, soğuktan morarmış ayaklarımıza üfleyerek gülüşür, izlediğimiz filmlerin etkisiyle birbirimize bakarak, “Alaska’dayız mesela…” diye başlar, böylece okul yolunu eğlenceli bir oyunla geçirmeye çalışırdık.
Ki her taraf karla kapanmış, yol üstündeki gölcükler donarak birer ayı tuzağına dönüşmüştü. Karda nefes almakta zorlanıyor, gözyaşlarımızın donmaması için arada bir yüzümüzü ellerimizle kapatarak yanaklarımıza hohluyorduk. İHTİYAR BEN, kasabadan üç mil uzaklıktaki kulübesinde mahsur kalmıştı, bunu biliyorduk. Çünkü o dağ başına bundan üç gün önce gitmişti ve ava çıktığını söylemişti herkese. Alabalık toplayacaktı. Fakat biz bunun masum bir yalan olduğunu biliyorduk, çünkü İHTİYAR BEN’in en büyük hayali Alaska’daki büyük altın yataklarına ulaşmaktı. Zavallı, bu dağların yıllar önce yağmalanıp tüketildiğinden habersizdi. O terk edilmiş kulübede kendini heba ediyor, zaten güçsüz olan bedenini iyice yoruyordu.
Kuşkusuz, çok geçmeden ayaklarımız su çekmeye başlayacaktı ve bu da korkunç bir sonun bizi beklediği anlamına geliyordu. Olasılıklar şunlardı: İyi ihtimal, zatürree. Bu, ölmek demekti. Biraz acı çeker ama sonunda, yani çok geçmeden tahtalı köyü boylardık. Kötü ihtimal: Donmuş ayağın kesilmesi. Bu durumda hayatımızın bundan sonrası tam bir eziyet olacaktı. İHTİYAR BEN bile kurtaramayacaktı bizi. Belki kendisini bunca düşündüğümüzden, onu kurtarmak için böyle korkunç ve tehlikeli bir yolu göze aldığımızdan bile haberi olmayacaktı. Hatta, dikenli, ulu ağaçların arasından geçtiğimizde –ki gerçekten de vardı böyle ağaçlar; yokuşu güçlükle tırmanıp Ihlamur Sokağı’na girdiğimiz zaman arada yabanıl bir koru yükselirdi; alacakaranlıkta, hele geceleri bu koru düş gücümüzü kamçılar, gözü kanlı baykuşlar, başsız hayaletler ve daha nice türlü mendebur korku nesneleri görmemize neden olurdu– evet, bu korunun yanından geçtiğimiz zaman üstümüze devasa kar topaklarının yuvarlandığını da bilmeyecekti. Sanırsın sırasını bekleyen bir düşman, bir pusu ustası; ağaç önce kükreyecek, çatırtılar çıkararak uykusundan uyanmış bir palabıyıklı cellat gibi gerinecek ve sonunda kar yığınlarını üstümüze savuracaktı. Soğuk bir ağ gibi. İHTİYAR BEN, ne yazık ki bu soğuk ağdan nasibini çoktan almış olacaktı çünkü.
Bizim sınıfta bir kitap rafı vardı. Burada kitap bulunmazdı —Olmuyor, demişti öğretmenimiz, kitapları parçalıyorsunuz. Hayvanlar gibisiniz. İnsan olmayı öğrenene kadar rafta kitap göremeyeceksiniz. Böylece burada bir örtü bulunurdu, o üçgen dilini raftan sarkıtmış bu örtüyü çekiştirir, yerine göre bir mendil, bir başörtüsü ya da bir duvak olarak kullanır, ders zili çaldığında telaşla yerine koyardık. Dersler ağır bir yük gibi geçerdi. Korkudan çıt çıkarmaz, kıpırdamaz, tuvalete gitmek için asla izin istemez, kış aylarında öksürmemek için kıvranır dururduk. Arada arka sıralardan –ki ben burada bulunurdum çoğunlukla– sesler yükselince öğretmenimiz başını kaldırıp kaşlarını çatarak, —Hayvansınız, diye inler, bunu söylerken sesini yükseltmez, donuk bir ifadeyle bize öyle uzun uzun bakardı. Tuhaf bir kadındı bu; soru sormaz, kimseyi sözlüye kaldırmaz, sınavlarda en kolay soruları sorar, kopya çekenlere aldırmaz, kazara böyle bir olaya tanık olacak olsa yine donuk gözlerle bakarak, —Hayvansınız, diye adeta hüzünlenerek mırıldanırdı. Başkalarına benzemezdi. Mesela, —İşte sana İHTİYAR BEN, tıpkısı, diye alaya aldığımız, yine de ölesiye korktuğumuz matematik öğretmenine benzemezdi. Yılmaz’la birbirimize öğretmenlerin derslerde yaptığı saçmalıkları anlata anlata bitiremezdik. Sonra paydos zili çalar, dışarıda tozan karla birlikte biz de dönüş yolunu tutardık.
—Açlıktan öleceğim, derdi. —Kibritimiz var mı, diye sorardım. Başını rüzgârda güçlükle kaldırarak yüzüme bakardı. —Bir yer bulup biraz dinlenelim, derdim, yakınlarda bildiğim tavşan yuvaları var. Yüzüne renk gelir, parkasının üst cebini patpatlayarak kibritimizin güvende olduğunu belirtirdi.
ÜÇ.
Babam, işine bağlı bir adamdı. Her sabah erkenden kalkıp ince ince hazırlanır, ütülü pantolonunu, kolalı gömleğini özenle giyinir, üzerine yapışmış tüyleri temizleyerek tıraşını dikkatle gözden geçirir, ayakkabılarını uzun uzun boyardı. Ben bayılırdım ona.
Yaz aylarında, çalıştığı daireye sık sık gider, fazla meşgul değilse yanında oturur, o önündeki evraka baktıkça ben de onunla iyice gurur duyardım. Hele arada çalan telefonlara boğazını temizleyerek bir bakışı vardı ki… Kaşları ciddiyetle çatılır, kendisine sorulan sorulara doğru ve dürüst yanıtlar vermek için kılı kırk yarardı.
Yine bir gün böyle otururken içeriye gençten bir memur girdi. Uzun boylu, kara kaş kara göz, zayıf, babama çok benzeyen biriydi bu. Üzerinde lacivert bir takım elbise vardı. Heyecandan titriyordu, bir asker gibi kapıda durmuş, babamın kendisini içeriye çağırmasını bekliyordu. Babam çalıştığı dosyadan başını kaldırdı, —Buyurun, dedi. Genç memur babamın masasına yaklaştı, elindeki kâğıdı uzatarak, —Efendim… dedi. Babam, —Ha, evet, hayırlı olsun, diye gülümseyerek kâğıdı imzaladı. Sonra yeni memur topuk selamıyla dönüp odadan çıktı. Babam, çalıştığı dosyaya döndü ama çok sürmedi, bir yandan önündeki yazıya bakarak, —Çay içer misin? diye sordu. —İçerim, dedim. Başını salladı. Okumaya devam etti. Sonra dalgın, iri FACIT marka hesap makinesini önüne çekerek benim hatırımdan hiç çıkmayan bu gri makinenin kulağını çevirdi, tuşlara bastı, çıkan rakamı önündeki dosyaya dolmakalemiyle kaydetti. Sonra usulca yerinden kalkıp, —Gel bakalım, diyerek gülümsedi.
Birlikte odadan çıkıp alt kata indik. Güneş görmeyen, karanlık bir koridordan geçtik. Bu kasvetli, insanın içine sıkıntı veren yolun sonunda boğuk bir ışık vardı. Babamla birlikte çay içeceğimiz yer işte burasıydı; radyoda çok eski bir şarkı çalıyordu; yaşlı mı yaşlı bir dede, tiz, yine de bezgin bir sesle benim daha önce hiç duymadığım bir parçayı seslendiriyordu. Şarkı sanki çok eski zamanlardan gelmiş, burada bulunanların arasına karışmıştı. İki yaşlı memur hiç konuşmadan, adeta dertlenerek çaylarını içiyorlardı. Babamı görünce ayağa kalktılar. Babam hafifçe gülümsedi, eliyle oturmalarını işaret ederek ocakçıya döndü, —Nusret, çay getir bize, dedi. Çayları bırakırken, —Senin mi abi, diyen Nusret.
O güzel günlerde babamın yüzünde neden öyle derin, çaresiz bir iç sıkıntısı belirirdi? Bunu ben çok sonra anladım; memurlukta derecesinin yükselmiş olması ona yalnızca kuru bir saygınlık kazandırmıştı; maaşı bir türlü yükselmiyor, alt dereceden memurların, sözgelimi odacısının durumunun neden kendisinden daha iyi olduğunu bir türlü anlayamıyordu. Sürekli birilerinden borç para istiyor, sıra bunları ödemeye gelince kuşkusuz karnına ağrılar giriyordu.
Buna karşılık, yine de, ne de olsa mevki sahibiydi; takım elbisesinin ütüsünü, gömleğinin yakasını, ayakkabılarının –her yıl kendisine verilen Sümerbank malı siyah ruganların– boyasını ölesiye ciddiye alırdı. Sonunda bize ayırdığı kısıtlı zamanlarda –pek sevmezdi bizimle konuşmayı– gözünü kaçırır, sonra hüzünle gülümser, bu gülüş yüzünde asılı kaldıkta öyle uzun uzun bakardı.
Çayını bitirdikten sonra, —Sen buradan yolunu bulursun herhalde, dedi, benim yukarı çıkmam lazım. Olur mu? —Olur baba, dedim. Çıkarken Nusret’in babamı ifadesiz gözlerle uzun uzun izlediğini gördüm. Canım sıkıldı, kalan çayı bir defada içerek kalkıp koridora çıktım.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıBaykuş Virane Sever
- Sayfa Sayısı88
- YazarFaruk Duman
- ISBN9789750858758
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Şu Yağmur Bir Yağsa ~ Kâmil Erdem
Şu Yağmur Bir Yağsa
Kâmil Erdem
Şu Yağmur Bir Yağsa tam da umutsuzluğun, iç hesaplaşmanın, bocalamanın ya da tökezlemenin içinde yeşeren umudu resmediyor. Eksiğini, olumsuzunu, kötüsünü görmeye aşina gözlerin tam...
- Sır Perdesi ~ George Eliot
Sır Perdesi
George Eliot
Victoria döneminin öne çıkan kadın yazarlarından George Eliot, Sır Perdesi’nde her zamanki gerçekçiliğinden uzaklaşarak romantik, trajik hatta doğaüstü denebilecek bir anlatıcı yaratıyor. Döneminin frenoloji ve...
- Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul ~ Murat Gülsoy
Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul
Murat Gülsoy
Yoruluyorsun. İkinci tekil şahısta düşünmekten yoruluyorsun, ama ben demenin yol açacağı duygusal tepkimeleri de kaldıramayacağını çok iyi biliyorsun. Acaba birkaç benlik daha yaratabilir misin?...