Kitabın ilk basımı 2011 yılında “Miss Peregrine’s Home for Peculiar Children” ismiyle okuyuculara sunuldu. Kitabın yazarı Ransom Riggs, eski fotoğraf koleksiyonlarını derledi ve ilgi çeken bir kurgu hazırlayıp öyküyü bu fotoğraflarla süsledi. Roman New York Times Bestseller Listesinde 1 numaraya kadar erişti. Yazarın ilk romanı olmakla beraber Ransom Riggs’in fantastik kurgu türünde gayet başarılı olduğunu kanıtladı.
Kitap, Türkiye’de “Bayan Peregrine’nin Tuhaf Çocukları “ ismiyle “İthaki Yayınları” tarafından yayımlandı. Kitabın Türkçe çevirisini “Aslı Dağlı”, editörlüğünü “Alican Saygı Ortanca” üstlendi.
Olaylar ana karakter Jacob’ın gözünden anlatılır. Büyük babasının trajik ölümüyle kâbuslar gören Jacob, büyük babasının anlattığı tuhaf yeteneklere sahip çocukların bulunduğu hikayelerin etkisinde olduğunu düşünüp bunun üzerine Galler’e gider ve hikayelerde adları geçen Tuhaf Çocukları ve Bayan Peregrine’yi bulmak ister. Jacob, sırlarla ve tehlikelerle dolu bir zaman döngüsünü keşfeder ve kendisini büyük bir maceranın içinde bulur.
Roman, 2016 yılında yönetmen “Tim Burton” tarafından beyazperdeye uyarlandı. Romandaki Bayan Peregrine karakterini yetenekli oyuncu “Eva Green” canlandırmaktadır.
***
Tam hayatımın olağan bir seyir izleyeceğini kabullenmek üzereyken olağanüstü şeyler olmaya başlamıştı.
Bunların ilki bende korkunç bir şoka yol açıp, insanı ömrünün sonuna kadar değiştiren her şey gibi hayatımı ikiye böldü: öncesi ve sonrası. Gelecekte karşılaşacağım birçok olağanüstü olayda olduğu gibi bunda da büyükbabam Abraham Portman’ın parmağı vardı.
Ben küçükken Portman Dedem tanıdığım en büyüleyici kişiydi.
Bir yetimhanede büyümüş, savaşlarda çarpışmış, buharlı gemilerle okyanusları aşmış, at sırtında çölleri gezmiş, sirklerde gösteri yapmıştı.
Silahlar, saldırıya karşı kendini koruma, vahşi doğada tek başına yaşama gibi konularda her şeyi biliyor ve İngilizcenin dışında en az üç dil konuşuyordu. Florida dışına hiç çıkmamış bir çocuk için bunların hepsi son derece egzotikti. Dedemi ne zaman görsem beni masallarıyla eğlendirmesi için yalvarırdım. Beni hiç kırmaz, bütün o öyküleri sadece bana söyleyebileceği birer sırmış gibi anlatırdı.
Altı yaşına geldiğim zaman, dedeminkinin yansı kadar bile olsa heyecanlı bir hayat yaşamamın tek şansının kâşiflik olduğuna karar vermiştim. Öğleden sonraları vaktini benimle geçiren dedem, dünya haritaları üzerine eğilip kırmızı raptiyelerle hayali seferler düzenliyor, günün birinde keşfedeceğim fantastik yerlerden bahsederek beni bu işe özendiriyordu. Evin içinde mukavvadan yaptığım bir dürbünle sağa sola bakıp, “Kara göründü!” veya “Karaya çıkacak bir grup hazırlayın!” diye bağırıyordum. Sonunda annemle babam beni evden sepetliyorlardı. Galiba dedemin beni tedavisi olmayan bir hayalperest haline getireceğinden, bu tür hayallerin bana bir şekilde daha pratik hevesler aşılayacağından korkuyorlardı. Bu nedenle bir gün annem beni karşısına oturttu ve bir kâşif olamayacağımı çünkü dünyada artık keşfedilmedik bir yerin kalmadığını söyledi.
Yanlış yüzyılda doğmuştum ve kendimi kandırılmış hissediyordum.
Büyükbabam Portman’ın anlattığı o harika masalların çoğunun muhtemelen doğru olmadığını anladığımda kendimi adamakıllı kandırılmış hissettim. Anlattığı en hayali masallar çocukluğuyla ilgiliydi.
Doğup büyüdüğü Polonya’dan on iki yaşında Galler’deki bir çocuk yuvasına nasıl gönderildiğini anlatırdı. Ne zaman ailesinden ayrılma sebebini sorsam cevap hep aynıydı: Çünkü canavarlar onun peşine düşmüştü. Dediğine göre Polonya o canavarlarla kaynıyordu.
Gözlerimi iyice açarak, “Ne tür canavarlar?” diye sorardım. Bu soru-cevap artık rutin hale gelmişti. “Derileri çürümüş, gözleri kapkara, korkunç kambur yaratıklar,” diye cevap verirdi. “Ve işte böyle yürürlerdi!” Eski filmlerde görülen bir canavar gibi paytak paytak yürüyerek peşime düşer, sonunda ben kahkahalar atarak kaçardım.
Bunlardan bahsederken her seferinde heyecan verici yeni bir ayrıntı eklerdi. Bu canavarlar çürüyen çöp gibi kokuyordu, gölgeleri dışında hiçbir yerleri görünmüyordu, ağızlarının içinden çıkan büyük ve uzun dilleri vardı ve bunlarla insanı anında güçlü çenelerine doğru çekebilirlerdi. Çok geçmeden uyuma zorluğu çekmeye başlamıştım; hiperaktif hayal gücüm yüzünden araba lastiklerinin ıslak asfalt üzerindeki sesini, penceremin hemen önünde birinin hızla soluk almasına veya kapının altından görünen gölgeleri havada kıpırdayan gri-kara dillere benzetiyordum. Canavarlardan korksam da dedemin onlarla savaşıp hayatta kalmasını ve bunun öyküsünü anlatmasını hayal etmekten büyük heyecan duyuyordum.
Galler’deki çocuk yuvası hakkındaki masalları daha da fantastikti.
Dediğine göre orası havanın her zaman güneşli olduğu, kimsenin hastalanmadığı veya ölmediği bir adada, çocukları canavarlardan korumak üzere yapılmış büyülü bir yerdi. Herkes yaşlı bilge bir kuşun koruduğu kocaman bir evde birlikte yaşıyordu, ya da masal öyleydi. Ne var ki, büyüdükçe kuşkulanmaya başlamıştım.
Yedi yaşındayken bir gün masada monopoly oynuyorduk. Benim kazanmamı sağlayacak şekilde oynayan dedeme, “Nasıl bir kuştu?” diye sordum.
“Pipo içen kocaman bir atmaca,” diye karşılık verdi.
“Dede herhalde sen beni aptal sanıyorsun.”
Önünde gittikçe azalan turuncu ve mavi para yığınını parmağıyla sayıyordu. “Senin için asla öyle düşünmem Yakob.” Tam anlamıyla kurtulamadığı Polonya aksanının açığa çıkmasından onu kızdırdığımı anlamıştım. Düşünmem kelimesini düşünmem diye söylemişti. Kendimi suçlu hissederek konuyu değiştirmeye karar verdim.
“Peki, canavarlar neden size zarar vermek istiyordu?” diye sordum.
“Çünkü biz diğer insanlara benzemiyorduk. Sıra dışıydık.”
“Nasıl yani?”
“Uçabilen bir kız vardı. İçinde arılar yaşayan bir oğlan vardı.
Koca kayaları başının üstüne kaldırabilen biri erkek biri kız iki kardeş vardı.”
Ciddi olup olmadığını söylemek güçtü. Üstelik dedem şakacı bir insan olarak bilinirdi. Yüzümdeki ifadeden kuşku duyduğumu anlayınca kaşlarını çattı.
“Pekâlâ, istemiyorsan inanma,” dedi. “Elimde fotoğraflar var!”
Katlanır sandalyesini geriye doğru itip eve girerek beni camlarla kapatılmış verandada yalnız bıraktı. Bir dakika sonra eski bir puro kutusuyla döndü. Kutudan dört tane kırışmış ve sararmış fotoğraf çıkardı. Birincisi içinde insan bulunmayan elbiseleri gösteren bulanık bir fotoğraftı. Ya da giysilerin içindeki adamın kafası yoktu.
Dedem sırıtarak “Elbette kafası var!” dedi. “Sadece sen göremiyorsun.”
“Neden? Görünmez adam mı bu?”
“Hey, bu çocuğun beyni nasıl da çalışıyor!” Benim sonuç çıkarma becerime şaşırmış gibi kaşlarını kaldırmıştı. “Adı Millard’dı. Tuhaf çocuktu. Bazen, ‘Hey Abe, bugün ne yaptığını biliyorum’ derdi ve nereye gittiğini, ne yediğini, kimsenin görmediğini düşünerek burnunu karıştırdığını filan bir bir anlatırdı. Bazen sessiz bir fare gibi seni takip ederdi. Üstünde hiç giysi olmadığından göremezdin, öylece seyrederdi!” Başını iki yana salladı. “Hem de her şeyi.”
Bana sonraki fotoğrafı uzattı. Ben biraz baktıktan sonra, “Ee?
Ne görüyorsun?” diye sordu.
“Küçük bir kız değil mi?”
“Ve? “
“Başında bir taç var. “
Eliyle resmin altına vurdu. “Ya ayaklarına ne demeli?”
Resme yakından baktım. Kızın ayakları yere basmıyordu. Fakat havaya zıplamamıştı, sanki boşlukta asılı duruyordu. Ağzım hayretten bir karış açılmıştı.
“Uçuyor bu kız!”
“Yaklaştın,” dedi dedem. “Havada duruyor. Fakat kendini çok iyi kontrol edemezdi, bu nedenle bazen iyice havalanıp uçmasın diye beline bir ip bağlamak zorunda kalırdık. “
Gözlerimi kızın unutulması imkânsız bebek görünümlü yüzünden alamıyordum. “Gerçek mi bu?”
Sert bir ses tonu ile, “Tabii ki gerçek,” deyip resmi aldı ve büyük bir kaya parçasını havaya kaldırmış cılız bir çocuğun resmini verdi.
“Victoria kız kardeşi pek akıllı değildiler ama acayip güçlüydüler!”
Oğlanın sıska kollarına bakıp “Pek güçlü görünmüyor,” dedim.
“Gerçekten güçlüydü, inan bana. Bir keresinde onunla bilek güreşi yapmaya kalkıştım, neredeyse kolumu koparacaktı!”
Fakat en tuhafı son fotoğraftı. Bu fotoğrafta birisinin kafasının arkasına bir yüz şekli boyanmıştı.
Ben bu fotoğrafa bakarken Portman Dedem açıklama yaptı.
“Adamın iki ağzı var anladın mı? Biri önde, diğeri arkada. İşte bu yüzden o kadar iri ve şişman!”
“Ama bu hile,” dedim. “Bu yüz aslında boya.”
“Elbette boya hile, bir sirk gösterisi için yapılmış. Ama dediğim gibi adamın iki ağzı vardı. Yoksa bana inanmıyor musun?”
Önce fotoğraflara ardından büyükbabama bakıp düşündüm.
Yüzü son derece ciddi ve samimi görünüyordu. Yalan söylemesinin ne anlamı olabilirdi ki?
“Sana inanıyorum,” dedim.
Ona gerçekten inandım, en azından birkaç yıl boyunca. Bunun en büyük sebebi, benim yaşımdaki çocukların Noel Baba’ya inanmak istemesi gibi bir şeydi. İnanmanın bedeli adamakıllı artana kadar peri masallarına dört elle sarılırız. Benim için bu bedelin iyice arttığı gün, ikinci sınıfta Robbie Jensen’in bir öğle yemeği sırasında kızlarla dolu bir masada peri masallarına inandığımı ilan ettiği gündü.
Sanırım dedemin anlattığı öyküleri okulda tekrarlayarak kaşınmıştım fakat o utanç verici birkaç saniye boyunca “peri çocuğu” lakabının yıllarca üstüme yapışıp kalacağını düşünüp, haklı ya da haksız Robbie’ye içerlemiştim.
O gün beni okuldan Portman Dedem almıştı; zaten annemle babam çalıştığı için bu işi çoğunlukla o yapardı. Külüstür Pontiac’ın ön koltuğuna oturduğum zaman artık peri masallarına inanmadığımı söyledim.
Gözlüğünün üstünden bana bakıp, “Hangi peri masalı?” diye sordu.
“Biliyorsun işte, o masallar. Çocukları ve canavarları anlatanlar.”
Şaşırmış görünüyordu. “Perilerden bahseden oldu mu?”
Uydurma bir öyküyle peri masalının aynı şey olduğunu, peri masallarının altını ıslatan bebelere anlatıldığını, gösterdiği fotoğrafların ve anlattığı öykülerin aldatmaca olduğunu bildiğimi söyledim.
Onun öfkeden deliye dönmesini veya kavga çıkarmasını bekliyordum.
Oysa o sadece, “Peki,” deyip arabayı çalıştırdı. Gaz pedalına basmasıyla birlikte sarsılarak yola koyulduk. Bu konu böylece kapanmıştı.
Sanırım bunun böyle olacağını -sonunda büyüyüp bunlardan kurtulacağımı- önceden anlamıştı. Gelgelelim konuyu bu kadar çabuk kapatması bende aldatılma hissi uyandırmıştı. Neden bütün o oyunlara başvurduğunu, mümkün olmadığı halde olağanüstü şeylerin mümkün olduğuna neden inanmamı sağladığını anlayamıyordum.
Ta ki birkaç yıl sonra babam açıklayana kadar: O çocukken büyükbabam ona da aynı masalları anlatmış, ancak bunlar tamamen uydurma değil, gerçeğin abartılmış şekilleriymiş, çünkü Portman Dedem’in çocukluğu aslında peri masalı değil, bir korku öyküsüymüş.
Dedem İkinci Dünya Savaşı patlak vermeden önce ailenin Polonya’dan kaçan tek üyesiydi. Ailesi onu yabancılara emanet ettiğinde henüz on iki yaşındaydı. En küçük oğullarını sadece üstündeki kıyafeti ve küçük bir bavulla Britanya’ya giden bir trene bindirmişlerdi.
Dedem dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkmıştı. Annesiyle babasını, ağabeylerini, kuzenlerini, teyze ve halalarını, amca ve dayılarını bir daha görememişti. Hepsi, dedemin on altıncı yaş gününden önce, kıl payı ellerinden kurtulduğu canavarlar tarafından öldürülmüştü. Fakat bunlar yedi yaşındaki bir çocuğun zihnine musallat olan türden, derileri çürümüş ve uzun dilleri olan canavarlar değildi. Yüzleri insana benzeyen bu yaratıklar gıcır gıcır üniformalar giyip kaz adımıyla yürüyorlardı; öyle sıradan görünüyorlardı ki, iş işten geçmeden ne olduklarını anlamanız imkânsızdı.
Canavarlar gibi, büyülü ada masalı da şekil değiştirmiş bir gerçekti.
Dedemi kabul eden çocuk yuvası, kıta Avrupa’sıyla kıyaslandığı zaman cennet gibi olsa gerekti. Nitekim onun anlattığı masallarda öyleydi: yazların hiç bitmediği, koruyucu melekler ve sihirli çocuklarla dolu bir cennet. Elbette bu çocuklar aslında uçamıyor, görünmez hale gelemiyor veya kayaları kaldıramıyordu. Bunların sıra dişiliği aslında Yahudi olmalarından ibaretti. Bir kan denizinin ortasında kalmış küçücük bir adadaki savaş yetimleriydi onlar.
Onları inanılmaz kılan mucizevi güçlere sahip olmaları değildi; gettolardan kaçmaları, gaz odalarından kurtulmaları zaten yeterince mucizeydi.
Artık dedemden masal anlatmasını istemiyordum, galiba o da içten içe rahatlamıştı. Çocukluk yıllarıyla ilgili ayrıntılar sır perdesine sarılıydı. Ben bu ayrıntıları kurcalamadım. Cehennemden zor kurtulmuştu, dolayısıyla sırlarını saklamaya hakkı vardı. Ödemek zorunda kaldığı bedeli düşününce, onun yaşamını kıskandığım için utanıyordum. Ayrıca, hak etmek için hiçbir şey yapmadığım güvenli ve sıradan yaşamım nedeniyle şanslı olduğumu düşünmeye çalışıyordum.
Derken, birkaç yıl sonra, on beş yaşımdayken olağanüstü ve korkunç bir olay meydana geldi, işte o andan itibaren artık sadece öncesi ve sonrası vardı.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Fantastik Roman (Yabancı)
- Kitap AdıBayan Peregrine'nin Tuhaf Çocukları
- Sayfa Sayısı320
- Yazar Ransom Riggs
- ISBN9786053754756
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- Yayıneviİthaki Yayınları / 2015
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Öp Beni Öldüresiye – On Bir Paranormal Aşk Hikayesi ~ Kolektif
Öp Beni Öldüresiye – On Bir Paranormal Aşk Hikayesi
Kolektif
ÖLÜM BİZİ AYIRANA DEK… Günümüzün en popüler fantastik edebiyat yazarları tarafından kaleme alınan on bir öykünün kahramanları cinler, periler, melekler, iblisler, hatta zombiler. Hepsi...
- Son İntikam ~ Penelope Douglas
Son İntikam
Penelope Douglas
WINTER Onu hapse göndermek yapabileceğim en kötü şeydi. Suçu işlemesini ya da ölmesini dilemiş olmam önemli değildi. Belki de o dışarı çıkmadan önce, ortadan...
- Benim Durumumdaki Erkekler ~ Per Petterson
Benim Durumumdaki Erkekler
Per Petterson
Parçalanan bir hayatın acımasız ama şefkat dolu portresi… Karısı çocuklarını da alıp onu terk ettikten sonra Arvid Jansen, tutunacak çok az şeyinin olduğunu fark...