Çağdaş Pakistan ve Güney Asya edebiyatının en önemli yazarlarından olan Intizar Husain, Basti’de Hindistan-Pakistan ayrılığının trajik sonuçlarına ışık tutuyor.
Basti, savaşların ve yasal sınırların ayıramadığı kültürel ortaklıkların; İslâm’la Hinduizm, kadınla erkek, muhafazakârlıkla yenilikçilik arasında mümkün olabilecek yeni bir sentezin ütopik mekânıdır. Basti’nin kahramanı Zakir’in mitik bir uyuma dayanan toplum hayali her defasında kulaklarında çınlayan sloganlarla, yanan şehirlerle, yerinden edilen ailelerin ve yok edilen kültürel geleneklerin hatırasıyla bölünürken Intizar Husain, başka bir Pakistan’ın mümkün olabileceğini hatırlatır. Kadim mitolojilerden semavi dinlere, siyasi ihtilaflardan bireysel hikâyelere Pakistan, Hindistan ve Yakındoğu’nun medeniyet hafızasını meydana getiren unsurları trajik ve çarpıcı bir anlatıda birleştiren Basti, modern Pakistan edebiyatının kurucu yapıtı.
“Basti, roman aracılığıyla hem geçmiş hem de gelecek hakkındaki görüşlerimizi değiştirmenin mümkün olduğunu gösteren bir yapıt.”
Frances Pritchett
“Intizar Husain bize modernitenin unutuşa terk ettiği bir kültürün tarihinden unutulmaz fragmanlar sunar.”
Aamir Mufti
ÖNSÖZ
BARIŞ ÖZKUL
Intizar Husain’in hayatında ve edebiyatında silinmez izler bırakan iki olay vardır: Hindistan-Pakistan ayrılığı (1947) ve Pakistan-Bangladeş/Bengal ayrılığı (1971). Bu iki olay Hint alt kıtasında bir milyona yakın insanın ölümüne, milyonlarcasının yerinden edilmesine, bugün dahi bir iç savaş halinde olan Keşmir gibi bölgelerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu olayları bir sebep-sonuç ilişkisi içinde açıklamak bu yazının konusu değil. Gene de sözünü ettiğimiz ayrılığın zihinsel, demografik veya dinsel açıdan zor –hatta belki imkânsız– bir ayrılık olduğunu gösteren birkaç ayrıntıyı hatırlatalım. Hint alt kıtasına 1730-1857 arasında hükmeden Babür İmparatorluğu, Fars-İslâm kültürü ve Hint kimliğini güçlü bir şekilde vurgulayan bir hanedanlık rejimiydi. Babür Hanedanlığı altında İslâmi kimlik, devlet denetiminden görece özerk, çoğulcu bir varoluş imkânına sahipti. Özellikle Kuzey Hindistan’daki semt ve kasabalarda Müslümanlar merkezî yönetimden bağımsız bir iktisadi sınıf oluşturuyordu. Babür rejiminin yıkılması ve İngilizlerin, Hindistan’da güçlenmesiyle birlikte tablo değişti: Müslümanlar adli ve idari konularda İngiliz koloni yönetimine, iktisadi düzlemde ise (Bengal gibi yerlerde) Hindu toprak ağalarına tâbi kılındılar. Müslüman dokumacılar İngiliz tekstil sanayii ile rekabet edemedikleri için ciddi mali kayıplar yaşadılar. 1857’de İngiliz ordusunun verdiği Enfield marka tüfeklere domuz yağı sürüldüğü gerekçesiyle Müslüman ve Hindu askerlerin başlattıkları isyanın (Sepoy İsyanı) gerisinde böyle bir toplumsal dönüşüm vardır ve zaten hemen hemen aynı tarihlerde Hindistan’ın Dar-ül Harb olduğunu bildiren fetvalar yayınlanmış; Tarikatı Muhammediye gibi Hint İslâmı’nı canlandırmaya çalışan hareketler ortaya çıkmıştır.1 İngilizler bundan sonra Hindistan’ın merkezî bir iktidarla yönetilmesinin zorluğunu anlayıp Hint Müslümanlarına birçok alanda (eğitim, adliye, tarım, ibadet) serbesti tanımışlar; Hintli prensler ve toprak ağalarıyla ittifaklar yaparak Hint halklarını “establishment”ın içine çekme politikası izlemişlerdir: “Hindistan’a demiryolları yapıp tekstil üretimini makineleştirmiş ve kömür madenciliğini başlatmışlardır”.2 Küçük ve orta düzeyde hükümet görevlerine Müslümanları tayin etmeleri de bu politikanın devamıdır. Sözünü ettiğimiz süreç Hindistan’da İslâmi kimliğin modernleşmesi ve siyasallaşmasıyla atbaşı gitmiştir. 1860’dan 1947’ye bir yandan Hindistan’ın içinde kalarak Hindularla birlikte yaşamayı savunan daha ılımlı denebilecek bir Müslümanlık öte yandan ayrılığın kaçınılmaz olduğunu, Müslümanların Hindularla beraber var olmasının kültürel ve iktisadi bedellerinin göze alınamayacağını savunan ayrılıkçı bir Müslümanlık ortaya çıkmıştır. Bu karmaşık süreç içinde Hindistan’ın içinden bir Müslüman toplumu çıkabileceği fikri güçlenmiştir. 1909’da kabul edilen Hint Meclisler Yasası ile Kıta’da Hindu ve Müslüman olmak üzere iki farklı seçmen toplumunun olduğu kabul edilmiş; 1947’de Britanya’dan kopuştan sonra bağımsız Pakistan devleti kurulmuştur. Hindistan günümüzde 120 milyonluk Müslüman cemaatiyle (buna “azınlık” deniyor) Endonezya’dan sonra en kalabalık Müslüman nüfusa sahip ikinci ülke. Hindistan-Pakistan ayrılığının sakıncalarını 20. yüzyıl başlarında fark eden Muhammed Cinnah gibi düşünenler Müslümanların özerk eyaletlere, bağımsız bir seçim ve eğitim sistemine sahip olduğu federatif bir Hindistan’ı savunmuşlardı. Ama sonuçta Müslüman bir ulus-devlet kuruldu3 ve Kıta’da 20. yüzyılın en kanlı savaşlarından biri ve sayısız kişisel trajedi yaşandı. Pakistan’ın kurulması, sorunu çözmekten ziyade dallandırıp budaklandırdı. Adli, askeri ve iktisadi yapısıyla seküler; kültürel ve sosyolojik bileşimiyle İslâmi temellere oturan Pakistan, altmış yılda birçok askerî ve sivil rejime, darbeye ve suikasta tanıklık etti. Pencaplı, Sinti, Peştun ve Baluçi halklardan oluşan Batı Pakistan’a karşılık Doğu Pakistan’ın neredeyse tamamı Bengalli’ydi. Önemli bir liman kenti olan Kalküta, Pakistan sınırlarının dışında kalmıştı; sınaî altyapıdan yoksun olan Batı Pakistan ile Doğu arasındaki makas giderek açıldı: Hindistan’ın da müdahale ettiği kanlı bir savaşın ardından 1971’de Bengal kimliğinin koruyucusu olarak Bangladeş devleti kuruldu. Intizar Husain Basti’de, Pakistan-Bangladeş ayrılığını ve 1947’deki Büyük Ayrılık’ı anlatır. Bu iki olay onun bütün yapıtlarında kuşatıcı bir meseledir. Basti’de bu kültürel-siyasal kırılmaların nasıl ele alındığına geçmeden önce Husain’in hayatındaki kırılmalardan kısaca söz edeyim. Husain, 1925’te Kuzey Hindistan’da ufak bir şehir olan Dibai’de doğdu. Babası sonradan Şii olan bir Müslüman’dı. Husain, Batılı fikirlere ve yaşam tarzına muhalif, Urduca konuşan yöre eşrafına mensup bir ailede yetişti. Çocukluğunda medresede okudu. Delikanlılığında Britanya Rajı’nın Hindistan’dan çekilmesine tanıklık etti. Meerut Üniversitesi’nde edebiyat eğitimi aldı; orada Kafka, Çehov gibi yazarlarla tanıştı, onların yapıtlarını Jataka masalları ve Fars destanlarıyla karşılaştırdı (Bir kültürel sentez fikrine o tarihlerde vardığını tahmin ediyorum). 1947’deki Pakistan-Hindistan ayrılığının ardından dönemin önemli eleştirmenlerinden Muhammed Hasan Askeri’nin çağrısıyla Pakistan’a, geleneksel Urdu kültürünün merkezi olan Lahor’a göçtü. Orada gazetecilik yapmaya başladı, edebiyat camiasında ilkin edebiyat eleştirileri ve kısa öyküleriyle tanındı; 1979’da yayımladığı Basti’yle yerini sağlamlaştırdı. Husain, başlarda Pakistan’ın kurulmasını sevinçle karşılamıştı. Ama ayrılığın peşinden gelen şiddet sarmalıyla iyimserliğini yitirdi. Alok Bhalla’ya verdiği bir mülakatta “o trajik günleri aklımızla kavramamızı sağlayabilecek, toplumsal olarak tutarlı bir dünya görüşünün varlığına inanmadığını”4 belirtir. Oysa Pakistan’a gitmesini başta bir zorunluluktan çok gönüllü bir seçim olarak görmüş; dinî kimliğinin güvencede olacağı bir fırsat olarak değerlendirmişti. Ama ilerleyen yaşlarda bu ayrılığı bir “hicret” olarak görmeye başladı. Nasıl ki Peygamber ve takipçileri Medine’ye göçmek zorunda kaldıysa o da Pakistan’a göçmek zorunda kalmıştı; bir zamanlar gönüllü olarak yaptığı seçimi artık zorunlu bir ayrılık olarak görüyordu. Husain’in Ayrılık’la ilgili tereddütleri, pişmanlıkları ve karamsarlığı Basti’nin kurgusunu da şekillendirmiştir. Basti, huzurlu bir geleceğe doğru ilerleyen çizgisel bir anlatı değildir. Roman, sürekli olarak geçmişe, Pakistan ve Hindistan tarihindeki kırılma anlarına döner. Husain’in zamanla ve mekânla takıntılı denebilecek bir ilişkisi vardır. Romanın ilk beş sayfasında Habil ile Kabil hikâyesine, Hint mitolojisinde yer alan fillerin bir zamanlar uçtuğu rivayetine kadar geçmişi hatırlatmaya, onun üzerine düşünmeye yönelik bir çağrıyla karşılaşırız. Husain bu çağrıyı çizgisel, simetrik bir anlatıyla değil bir tür sembolizm çerçevesinde yapar. Husain’in zaman ve mekân hakkında düşünmeye davet eden sembolizminden gerek karakterler gerekse mekânlar payını alır. Husain, karakterlere ve mekânlara kendi özgül ağırlıklarını aşan batıni anlamlar yükler. Mekânlar ve karakterler olay örgüsündeki yerleriyle değil bu batıni anlamın taşıyıcısı oldukları ölçüde önemlidirler. Basti, Urducada her büyüklükten yerleşim birimini anlatmak için kullanılan ortak bir kelimedir. Romanın kahramanı bir zamanlar Rupnagar diye bir şehirde bulunur: Rupnagar gerçek değil hayalî bir şehirdir ve Urducada “güzel şehir” anlamına gelir. Romanın kahramanı Zakir’in isminin Urducadaki anlamı “hatırlayan ve anlatan kişi”dir. Zakir’in kuzeni Sabire’nin adı “sabır”dan türer. Sabire, Hindistan’da kaldığı için kuzenlerin arasına Hindistan-Pakistan ayrılığı girmiştir. Zakir, çocukluğunda Sabire ile oyun oynarlarken bahçeye koca bir delik açtıklarını ve bunu kendi mezarları olarak gördüklerini hatırlar. Mezar sembolizmi çocuk yaştaki kuzenleri ayıracak kadar büyük politik-kültürel kırılmaların yaşandığı bir coğrafyanın kaçınılmaz kaderidir. Basti’nin İngilizce basımına yazdığı önsözde5 Asıf Faruki, önemli bulduğum bir ayrıntıya dikkat çekiyor: Zakir ve arkadaşları Pakistan-Bangladeş savaşı devam ederken olayları ve tırmanan şiddeti değerlendirmek üzere kahvehanelerde buluşurlar ama bu sahnelerde ne Zakir’in ne de arkadaşlarının fiziksel özellikleri hakkında fikir edinebiliriz. Husain bu anlamda tasvirci bir yazar değildir. Zakir ve arkadaşlarını olayları yorumlayan bir kolektif varlık, bir tür koro olarak sunar. Bunun “bireysel karakter” yaratmaktan, karakterlerin iç dünyasına nüfuz etmekten sakınan veya bunda beceriksiz olan bir yazar tavrı olduğu kanısında değilim. Husain savaşla ilgili yorumları, haberleri, “büyük anlatıları” merak edenler için benim ilave edebileceğim pek bir şey yok demek istiyor gibidir. Onu ilgilendiren, savaşın ve ayrılıkların karakterlerin iç dünyasında yol açtığı etkilerdir. Bunun için okuru iç monolog yoluyla, Zakir’in günlüğüne götürür. Pakistan’ın kuruluşunun “tarihsel kaçınılmazlığı”nı anlatan büyük anlatı Zakir’in günlüğünde tutunacak dal arayan bir karakterin gündelik yaşamını sürdürmek için yaptığı basit işlerle, kendini teselli etmek için aktardığı basit anektodlarla kesintiye uğratılır. “Tarihsel kaçınılmazlık” anlatısı “bireysel varoluş” anlatısıyla karşı karşıya gelirken ikisinin “zaman”ı birbirine uymadığı için Zakir’in benliğinin parçalandığına ve romana birden fazla anlatıcı sesin karıştığına tanıklık ederiz: “Saatin yelkovanı yirmi dokuz dakikalık korkunç yolculuğundan sonra on üçüncü dakikaya vardı ve orada durdu.” (…) “İçeri girdi, yatağına uzanırken saate baktı. Şaşırdı. Daha on mu? Of. Sanki gece yarısını bulmuşuz gibi. Allah’ım! Savaş gecelerinden de uzun bu gece.” (…) “Bana göre tüm zamanlar tek bir zaman; ama senin düzenli saatlerin var.” James Joyce, İrlanda tarihi hakkında yazarken “Tarih uyanmaya çalıştığım bir kâbustur,” demişti. Intizar Husain için de durumun çok farklı olduğunu sanmıyorum. Basti, sonuç olarak hüzünlü bir roman. Ama tepeden tırnağa karamsar olduğu da söylenemez. Kendine özgü sembolizmi içinde İslâm’a, Hint mitolojisine, Fars geleneğine yaptığı atıflarla bir birlikte yaşam-sentez-yenilenme umudunu da içeriyor. Intizar Husain, Basti’nin çeşitli yerlerinde sözünü ettiği ve Hindular için kutsal olan “neem ağacı”nı bir zamanlar Kadirpur’da Müslümanlar için kutsal bir türbenin yanıbaşında gördüğünü hatırlar. Basti’yi bir büyük savaş ve ayrılık anlatısı olarak değil bu tür simgelerin insanların zihninde oluşturduğu birlikte yaşam ütopyasına dair bir umut olarak okuyanların derin bir karamsarlığa kapılacağını sanmam. Romanın sonunda beliren alametler de sanki bunu anlatıyor.
Birinci Bölüm
Dünya hâlâ çiçeği burnunda, gökyüzü ışıl ışıl, toprak henüz kirlenmemişken, ağaçlar yüzyılların nefesini taşırken ve asırlar kuşların sesiyle konuşurken etrafına baktığında her şeyin bunca yeni ve bir o kadar eski görünmesine nasıl şaşırırdı. Mavi alakargalar, ağaçkakanlar, tavus kuşları, güvercinler, sincaplar, muhabbet kuşları – hepsi onun kadar genç olmalarına rağmen asırların sırlarını taşıyordu. Tavus kuşlarının ötüşü Rupnagar’ın1 ormanından değil de Brindaban’dan geliyordu sanki. Bir küçük ağaçkakan uçuşuna ara verip heybetli bir neem ağacında dinlenirken sanki az evvel Saba Melike’sinin sarayına mektup bırakmış, tekrar Süleyman’ın2 sarayına dönmeye hazırlanıyordu. Çatılarda koşan bir sincap birden kuyruğunun üstüne doğrulup ona cıvıldadığında, uzun uzun ona bakıp sırtındaki siyah çizgilerin Ramchandar-ji’nin3 parmaklarının izi olduğunu düşündükçe hayret ederdi. Filler ise bambaşka bir âlemdi. Evin kapısında dururken uzaktan bir filin yaklaştığını gördüğünde sanki bir dağ yürüyor gibi gelirdi. Uzun hortumu, pervane kanadı gibi sallanan kulakları, öne doğru kılıç gibi uzanan iki beyaz sivri dişi – bütün bunları gördüğünde içeri kaçıp hayran bir şekilde dosdoğru Bi Amma’nın4 yanına gitti.
“Bi Amma, filler bir zamanlar uçuyor muydu?”
“Nasıl, delirdin mi sen?”
“Bhagat-ji öyle diyor.”
“Eh, o Bhagat-ji’nin aklından zoru var! O kocaman, ağır hayvanı gözünün önüne getir, nasıl uçacak havada?”
“Bi Amma, filler nasıl doğdu?”
“Nasıl olacak? Anneleri dünyaya getirdi onları, öyle oldular.”
“Hayır Bi Amma, filler yumurtadan çıktı.”
“Nasıl! Aklın yok mu senin?”
“Bhagat-ji öyle diyor.”
“O zavallı Bhagat aklını kaçırmış. Öyle kocaman bir hayvan, bir fil – yumurtadan çıkabilir mi! Çıkmasını bırak – o yumurtaya nasıl sığar bir kere?”
Ama onun Bhagat-ji’nin bilgisine inancı tamdı. Boynuna astığı mukaddes ipi, tepedeki bir tutam saç haricinde tamamen tıraş edilmiş başı ve alnındaki kast iziyle Bhagat-ji küçük dükkânında oturur, baharat satar ve Ramayana ve Mahabarata’dan5 hikmetli hikâyeler anlatırdı. Çocuklar, “Bhagat-ji bir liralık tuz! Bhagat-ji, iki liralık esmer şeker!” diye bağırırdı.
“Patırtı yapmayın çocuklar! Sabırlı olun.” Bunları söylerken tuzu tartar, esmer şekeri paketler, sonra da hikâyesine kaldığı yerden devam ederdi. “Çocuklar, Brahma-ji6 bunu gördüğünde Şesa’ya7 demiş ki “Bak Şesa, dünya bu günlerde dengesini yitirdi. Düzelmesi için biraz yardım et.” Şesa da cevap vermiş, “Efendim, dünyayı kaldırıp sorgucumun üstüne koyun, o zaman bir denge bulur.” Brahma-ji demiş ki, “Şesa dünyanın içine in.” Şesa yeryüzüne inen bir delik görmüş. Onun içinden geçmiş. İçeri girdiğinde, sorgucunu sermiş ve dünyayı onun üzerine oturtmuş. Kaplumbağa bunu görünce endişelenmiş, çünkü Şesa’nın kuyruğunun altında sudan başka bir şey yokmuş. O da sorgucun altına girip Şesa’nın kuyruğunu desteklemiş. İşte çocuklar böylece dünya Şesa’nın sorgucunun üstünde durmuş. Şesa-ji de kaplumbağanın sırtında. Kaplumbağa her hareket ettiğinde Şesa kıpırdar. Şesa kıpırdadığında, yeryüzü sarsılır, deprem olur.”
Fakat Abba Jan8 depremler için tamamen farklı bir gerekçe göstermişti. Hekim Bande Ali ve Musayyab Hüseyin her gün gelir, büyük odada – göçmen güvercinlerin, kumruların, çalıkuşlarının yuva yaptığı yüksek tavanı boylu boyunca dolaşan kornişiyle tam ortasından saçaklı bir pervane sarkan odada otururlardı. Ne zor sorular sorarlardı Abba Jan’a! O da hiç tereddüt etmeden Kur’an’dan ayetler okur, Peygamberin hadislerini aktarır ve sorulan her soruyu yanıtlardı.
“Mevlana!9 Yüce Allah dünyayı nasıl yarattı?”
Biraz tefekkür, sonra cevap. “Cabir bin Abdullah Ensari10 sormuş, ‘Annem babam size feda olsun Efendimiz – Aziz ve Yüce Allah dünyayı hangi cevherle biçimlendirdi?’ Allah’ın Resulü yanıtlamış, ‘Okyanusları genişleterek.’ Sonra, ‘Okyanusları nasıl genişletti?’ diye sormuş. O da ‘Dalgalarla,’ diye yanıtlamış. Sonra, ‘Dalgalar nasıl oluştu?’ diye sormuş. O da ‘Bir inci tanesinden,’ diye yanıtlamış. Sonra, “İnci tanesi nasıl oluştu?’ diye sormuş. ‘Karanlıktan’ diye buyurmuş. Sonra Cabir bin Abdullah Ensari, ‘Ey Allah’ın Resulü bize hakikati söyledin,’ demiş.”
“Mevlana, dünya neyin üzerinde duruyor?”
Yine biraz tefekkür. Sonra, aynı yalın zarafetle gelen yanıt. “Soru soran kişi demiş ki, ‘Annem babam size feda olsun Efendimiz – Dünyayı dengede tutan nedir?’, ‘Kaf Dağı,’ diye yanıtlamış. Sonra, ‘Kaf Dağı’nı ne çevreliyor?’ diye sormuş, ‘Yedi düvel çevreliyor,’ diye yanıtlamış. ‘Yedi düveli ne çevreliyor?’ diye sormuş, ‘Bir yılan,’ diye yanıtlamış. ‘Yılanı ne çevreliyor?’ diye sormuş, ‘Bir yılan,’ diye yanıtlamış. Sonra ‘Dünyanın altında ne var?’ diye sormuş, ‘Dört bin boynuzlu bir inek var, bu ineğin bir boynuzuyla diğer boynuzunun arasındaki mesafe beş yüz yılda kat edilir. Yedi düvel onun boynuzlarından ikisi üzerinde durur. İneğin burun deliğinin yanında bir sivrisinek durduğu için inek onun korkusundan kıpırdayamaz. Tek yapabildiği dünyayı bir boynuzundan diğerine geçirmektir ve bu, depreme neden olur.’ Sonra adam sormuş, ‘İnek neyin üzerinde duruyor?’, ‘Bir balığın sırtında,’ diye yanıtlamış. Sonra soru soran kişi kani olmuş ve ‘Allah’ın Resulü, bize hakikati söyledin,’ demiş.”
Abba Jan sustu. Sonra, “Hekim Sahib!11 Bütün bu dünya bir sivrisineğin, ineğin burun deliğinin yanında durmasıyla ayakta duruyor. O sivrisinek uçarsa dünya kalır mı? İşte biz bir sivrisineğin merhameti ve memnuniyeti dahilinde var oluyoruz, fakat bunun farkında olmadığımız için mağruruz,” dedi.
Her gün bu sohbetler, her gün bu hikâyeler, sanki Bhagat-ji ve Abba Jan birlikte onun için evreni tefsir ediyordu. Bu sohbetleri dinlerken, zihninde bir dünya resmi şekillenirdi. Tamam, dünya oluşmuştu, peki ondan sonra ne olmuştu? Meryem Ana çok ağladı. Onun gözyaşlarından kına ve sürme oluştu. Karnından da iki oğlan, Kabil ve Habil ve biraz aya, biraz güneşe benzeyen bir kız, İklima,12 doğdu. Baba, bu kızı küçük oğlu Habil’e verdi. Bunun üzerine büyük olan, Kabil, öfkeli sözler söyledi ve eline bir kaya parçası alıp Habil’e öyle bir vurdu ki Habil öldü. Sonra Kabil ayağa kalktı ve Habil’in cesedini omzuna alıp dünyanın etrafında dolaştı. Ve Habil’in kanının damladığı yerlerde, işte, toprak çoraklaştı. Sonra Kabil kardeşinin cesediyle ne yapması gerektiğini düşünmeye başladı çünkü omzu cesedin ağırlığıyla ağrımaya başlamıştı. Sonra iki karganın dövüştüğünü gördü, biri diğerini vahşice katletti. Katleden toprağa gagasıyla bir çukur kazıp maktulü onun içine gömdü ve sonra gidip bir ağaca tünedi. Sonra Kabil dövündü kendi kendine, “Yazıklar olsun bana! – Şu karga kadar olup kardeşimin cesedini gömemedim.” Sonra karganın yolundan giderek kardeşini gömdü. Ve işte yeryüzündeki ilk mezar böyle yapıldı, ve insan eliyle dökülen ilk insan kanı bu oldu ve kardeşinin elleriyle katledilen ilk kardeş de Habil oldu. Sayfaları sararmaya başlamış kitabı kapatıp Abba Jan’ın kitaplığında aldığı yere koydu; sonra Bi Amma’ya gitti.
“Bi Amma! Habil Kabil’in kardeşi miydi?
“Evet güzel oğlum. Habil Kabil’in kardeşiydi.”
“O halde neden Kabil Habil’i öldürdü?”
“Kanındaki o sudan ince lanet yüzünden!”
Bunu duyunca şaşırdı, fakat bu sefer biraz korku da karışmıştı bu şaşkınlığına. Şaşkınlıkla baktığı şeylerdeki ilk korku kıpırtısıydı bu. Kalkıp büyük odaya gitti, Hekim Bande Ali ve Musayyab Hüseyin her zamanki gibi orada oturmuş Abba Jan’a sorular soruyor, verdiği yanıtları dinliyorlardı. Fakat Abba Jan dünyanın başlangıcından başlamıştı ve o sırada sonuna ulaşmıştı bile.
“Mevlana, Mahşer günü ne zaman gelecek?”
“Sivrisinek öldüğü zaman ve inek korkusundan kurtulduğu zaman.”
“Sivrisinek ne zaman ölecek ve inek ne zaman korkusundan kurtulacak?”
“Güneş batıdan doğduğu zaman.”
“Güneş ne zaman batıdan doğacak?”
“Tavuk öttüğü ve horoz sessiz kaldığı zaman.”
“Tavuk ne zaman ötecek ve horoz ne zaman sessiz kalacak?”
“Konuşabilenler sustuğu zaman ve ayak takımı konuştuğu zaman.”
“Konuşabilenler ne zaman susacak ve ayak takımı ne zaman konuşacak?”
“Hükümdarlar zalim olduğu zaman ve insanlar etek öptüğü zaman.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Roman (Yabancı)
- Kitap AdıBasti
- Sayfa Sayısı244
- YazarIntizar Husain
- ISBN9789750521744
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2017
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sisle Gelen Yolcu ~ Jean Christophe Grange
Sisle Gelen Yolcu
Jean Christophe Grange
Ben gölgeyim. Ben avım. Ben katilim. Ben hedefim. Kurtulmak için tek çarem var: diğerinden kaçmak. Peki ya diğeri de bensem? Zil sesi şuuruna kızgın...
- Melek Koleksiyoncusu ~ Camilla Lackberg
Melek Koleksiyoncusu
Camilla Lackberg
O küçük iskeletlerin bulunduğu gün, annesi “melek koleksiyoncusu” olarak anılır oldu. 1974 yılında Fjällbacka’ya komşu bir adada, bir aile çocuklarıyla beraber sırra kadem basmış, evde sadece...
- Emma ~ Jane Austen
Emma
Jane Austen
Jane Austen 1815’te 39 yaşındayken tamamladığı Emma’nın en sevdiği romanı olduğunu söyler. Bir taşra kasabasında yaşayan ve iyi bir çöpçatan olduğunu düşünen Emma’nın gerçek...