Kim olursan ol, neye inanırsan inan,
Çok yakında her şey değişecek…
Genç adam, aniden üç büyük dinin temsilcilerine döndü. “Şaşırtıcı bulacağınızı tahmin ettiğim bilimsel bir buluşum sebebiyle bugün buradayım. İnsanlık deneyimimizin en temel iki sorusuna cevap bulma ümidi ile yıllardır peşinden koşuyordum. Bu bilginin tüm inananları derinden etkileyeceğine inanıyorum. Nasıl desem, ‘yıkıcı’ diye tanımlanabilecek bir değişikliğe sebep olabilir. Birazdan görecekleriniz, dünyayla paylaşmayı umduğum sunumun kaba bir kesiti. Fakat bunu yapmadan önce dünyanın en etkili din adamlarına danışmak, en çok etkilenecek kişilerce nasıl algılanacağını öğrenmek istedim.”
Piskopos, haham ve ulema birbirlerine baktılar, sıkılmış görünüyorlardı. Piskopos, “İlginç bir girizgâh Bay Kirsch. Bize gösterecekleriniz dünya dinlerinin temelini sarsacakmış gibi konuşuyorsunuz,” dedi.
Genç adam kutsal metinlerin saklandığı bu eski mahzende etrafına baktı. Temellerini sarsmayacak, yıkacak, diye düşündü. Din adamları üç gün içinde bu sunumu bir etkinlikle insanlara duyuracağını bilmiyorlardı. Bunu yaptığında tüm insanlar, dini öğretilerin gerçekten de ortak bir noktası bulunduğunu anlayacaklardı: Hepsinin tümden yanlış olduğunu…
Nereden geldik? Nereye gidiyoruz?
İnsanoğlunun var olduğu günden beri cevabını bulmaya çalıştığı bu temel soruya cevap bulma iddiasındaki bir fütüristin tam da keşfini açıklayacağı gece her şey trajik bir biçimde karanlığa gömülür. Eski öğrencisinin sunumuna davetli olan Simgebilim Profesörü Robert Langdon söz konusu keşfi öğrencisinin anısına dünyaya duyurmaya karar verir. Ancak, kendisini bekleyen şifrelerden, acı sürprizlerden ve ölümcül fanatiklerden habersizdir…
ÖNSÖZ
Eski çarklı tren baş döndürücü yokuştan tırmanırken, Edmond Kirsch yukarıdaki dağın testere dişini andıran tepesine göz gezdirdi. Uzakta, dik bir uçuruma inşa edilmiş heybetli taş manastir, dikey yamaca sihirli bir biçimde tutunmuş, adeta havada duruyor gibiydi.
İspanya, Katalonya’daki mabet, kendisini aşağı çeken yerçekimine dört yüz yıldan fazladır dayanıyordu. Asıl amacından, içindekileri çağdaş dünyadan ayırma amacından ise hiç sapmamıştı.
Nasıl tepki vereceklerini merak eden Kirsch, ne tuhaf, bu sefer gerçeği ilk onlar öğrenecek, diye düşündü. Tarih boyunca… özellikle de tanrılarının tehdit edildiğini hissettiklerinde dünyanın en tehlikeli insanları din görevlileri olmuştu. Şimdiyse arı kovanına kızgın bir çomak sokmak üzereyim.
Tren dağın tepesine ulaştığında, Kirsch platformda kendisini bekleyen yalnız birini gördü. Adam iskelete dönmüş bedenini saran mor renkli geleneksel Katolik cüppesinin üstüne beyaz bir tunik giymişti. Başında ise beyaz takkesi vardı. Kirsch, ev sahibinin kemikli çehresini daha önce gördüğü fotoğraflardan tanıyınca beklenmedik bir biçimde vücuduna adrenalin yayıldığını hissetti.
Valdespino beni karşılamaya kendisi gelmiş.
Piskopos Antonio Valdespino, İspanya’da güçlü bir şahsiyetti. Kralın dostu ve danışmanı olduğu gibi, muhafazakâr Katolik değerlerinin ve geleneksel siyasi standartların korunması için sözünü sakınmayan, ülkenin en etkili savunucularından biriydi.
Kirsch trenden indiği sırada, piskopos adeta mahkemede sanığa seslenen bir hâkim gibi, “Siz Edmond Kirsch olmalısınız,” dedi.
Ev sahibinin kemikli elini sıkmak için uzanırken gülümseyen Krisch, “Suçluyum,” diyerek espri yaptı. “Bu toplantıyı ayarladığınız için size teşekkür ederim Piskopos Valdespino.”
“Bu talebin sizin için önemini anlıyorum.” Piskoposun sesi Kirsch’ün tahmin ettiğinden daha net, güçlü ve etkiliydi. “Bilim insanları, hele sizin kadar önemli olanlar bize pek sık başvurmazlar. Bu taraftan lütfen.”
Valdespino, Kirsh’ü platformun diğer tarafına geçirirken dağın soğuk havası piskoposun cüppesini kırbaçlıyordu.
Valdespino sohbeti başlattı. “İtiraf edeyim ki tahminimden daha farklı görünüyorsunuz. Ben bir bilim insanı bekliyordum ama siz daha çok…” Misafirinin Kiton K50 takım elbisesine ve devekuşu derisinden Barker marka ayakkabılarına küçümseyerek baktı. “Sanırım doğru kelime fiyakalı.”
Kirsch nazikçe gülümsedi. “Fiyakalı” kelimesinin modası asırlar önce geçti.
Piskopos da benzer bir gülümsemeyle, “Başarılarınızın uzun listesini okumama rağmen, halen ne yaptığınızı tam olarak anlayabilmiş değilim,” dedi.
“Uzmanlığım oyun teorisi ve bilgisayar modelleme üzerine.” “Yani çocukların oynadığı bilgisayar oyunları mı yapıyorsunuz?”
Kirsch, piskoposun kasten bilmezden geldiğini sezinlemişti. İşin aslı, onun teknoloji konusunda şaşırtıcı derecede bilgili olduğunu ve tehlikeleri hakkında insanlara uyarılarda bulunduğunu biliyordu. “Hayır, beyefendi; oyun teorisi, gelecek hakkında tahminlerde bulunmak için düzenleri inceleyen bir matematik alanıdır.”
“Ah, evet. Galiba birkaç yıl önce Avrupa’da para krizi çıkacağını öngördüğünüzü okumuştum. Kimse sizi dinlemeyince de AB’yi ölümden döndüren bir bilgisayar programı icat ederek günü kurtarmıştınız. Şu ünlü sözünüz nasıldı? ‘Şimdi otuz üçümde, İsa’nın dirildiği yaştayım.”
Kirsch yüzünü ekşitti. “Kötü bir benzetme. O zamanlar gençtim.”
“Genç mi?” Piskopos hafif şaşırmış gibi baktı. “Peki, şimdi kaç yaşındasınız? Kırk mı?”
“Yeni bastım.”
Sert rüzgâr cüppesini savururken yaşlı adam, misafirine üzüntüyle baktı. “Dünyanın mütevazı kişilere miras kalması gerekirdi ama tam aksine gençlere kaldı. Kendi ruhlarına bakmak yerine bilgisayar ekranlarına bakan teknoloji bağımlılarına… İtiraf etmeliyim ki, bu konuda başı çeken bir genç adamla görüşmek isteyeceğimi hiç tahmin etmezdim. Size bazen kâhin, bazen de peygamber dediklerini biliyorsunuzdur.”
Kirsch, “Eh, pek de iyi bir kâhin veya peygamber sayılmam haşmetmeap,” diye yanıtladı. “Sizlerle özel olarak görüşmeyi talep ettiğimde, yalnızca yüzde yirmi kabul edilme ihtimalim olduğunu hesaplamıştım.”
“Buradaki dostlarıma da söylediğim gibi, dindarlar daima inançsızlara kulak vererek bundan fayda sağlayabilir. İnsan şeytanın sesini dinledikçe Tanrı’nın dediklerini daha iyi anlayabilir.” Yaşlı adam gülümsedi. “Elbette şaka yapıyorum. Lütfen yıllanmış espri anlayışımı mazur görün. Filtrelerim zaman zaman tıkanabiliyor.”
Valdespino bunları söyledikten sonra ileriyi işaret etti. “Diğerleri bekliyor. Bu taraftan lütfen.”
Kirsch gidecekleri yöne baktı. Dik bir yarın kenarına kondurulmuş heybetli, gri taş yapının yüzlerce metre aşağısında ağaçlıklı zengin bir dağ eteği uzanıyordu. Yükseklik yüzünden gerilen Kirsch, gözlerini uçurumdan kaçırdı ve dikkatini yapacağı toplantıya vererek kayalığın engebeli patikasında piskoposun peşinden gitti.
Kirsch buradaki bir konferansa henüz katılmış olan üç önemli dini lidere bir konuşma yapmak istemişti.
Dünya Dinleri Parlamentosu
1893’ten beri, yaklaşık otuz dünya dininden yüzlerce ruhani lider, dinler arası diyaloğu sağlamak adına birkaç yıl arayla farklı bir yerde toplanıyordu. Bir hafta süren bu toplantılara katılanlar, nüfuzlu Hıristiyan rahipler, Yahudi hahamlar, Müslüman mollalar, Hindu pujari’ler, Budist bhikkhu’lar, Jain’ler, Sihler ve diğerlerinden oluşuyordu.
Parlamentonun açıkladığı üzere hedefi, “dünya dinleri arasındaki ahengi güçlendirmek, farklı inanışlar arasında köprü kurmak ve tüm inançların kesişimini kucaklamaktı.
Kirsch bunu nafile bir uğraş olarak görse de içinden, onurlu bir çaba, diye geçirdi. Ona göre tüm bunlar, bir dolu eski hikâye, fabl ve mit arasındaki uyum noktalarını bulmak adına yapılan anlamsız bir arayıştı.
Piskopos Valdespino patikada yolu gösterirken Kirsch’ün kafasında alaycı bir düşünce belirdi ve dağdan aşağı baktı. Musa, Tanrı’nın sözlerini işitmek için dağa tırmanmıştı… Ben ise tam tersini yapmak için bir dağa tırmandım.
Kendi kendine, bu dağa tırmanmasına neden olan teşvik unsurunun ahlaki bir yükümlülükten kaynaklandığını söylediyse de ziyaretini kibrin tetiklediğini biliyordu. Bu din adamlarıyla yüz yüze oturup onlara çok yakında sonlarının geleceğini söylemenin vereceği hazzı hissetmek için sabırsızlanıyordu.
Bizim için gerçeği sizin belirleme zamanınız geçti. Kirsch’e şöyle bir bakan piskopos aniden, “Özgeçmişinize baktım,” dedi. “Harvard Üniversitesi’ne gitmişsiniz.”
“Lisans aldım. Evet.”
“Anlıyorum. Bir süre önce Harvard Üniversitesi tarihinde ilk kez, yeni gelen öğrencilerde ateist ve agnostik sayısının herhangi bir dini inanca sahip öğrencilerden daha fazla olduğunu okudum. Bu istatistik, bir şeyler söylüyor Bay Kirsch.”
Kirsch, ona, “Ne diyebilirim, öğrencilerimiz gitgide akıllanıyor,” demek istedi.
Eski taş cephenin önüne geldiklerinde rüzgâr daha da sertleşmişti. Binanın loş girişinde ağır bir buhur kokusu vardı. İki adam birlikte karanlık koridorlarda yılankavi yol alırken, cüppeli ev sahibinin peşinden giden Kirsch’ün gözleri ışığa uyum sağlamaya çalıştı. Sonunda alışılmadık ölçüde küçük bir ahşap kapının önüne geldiler. Piskopos kapıyı vurdu, başını eğip misafirine peşinden gelmesini işaret ederken içeri girdi.
Kirsch tereddütle eşikten adımını attı.
Yüksek duvarları deri ciltli büyük eski kitaplarla dolu dörtgen bir salona çıktı. Duvarlardan kaburga gibi çıkan ilave rafların arasına serpiştirilmiş dökme demirden radyatörler çıtırdayıp tıslayarak içeriye adeta canlıymış gibi ürkünç bir hava katıyordu.
İçeri kabul edilmenin şaşkınlığıyla, ünlü Montserrat Kütüphanesi, diye düşündü. Bu kutsal salonda, ömrünü sadece Tanrı’ya adamış ve bu dağda münzevi hayat yaşayan keşişlerin erişebildiği çok nadir yazmaların bulunduğu söyleniyordu.
Piskopos, “Gizlilik istemiştiniz,” dedi. “En özel mekânımız burası. Dışarıdan çok az kişi girebilmiştir.”
“Bu büyük bir ayrıcalık. Teşekkür ederim.”
Kirsch, iki yaşlı adamın oturduğu masaya kadar piskoposun peşinden gitti. Yorgun gözleri ve matlaşmış beyaz bir sakalı olan soldaki adama yıllar pek de iyi davranmamış gibiydi. Kırışık bir siyah takım elbise ile beyaz gömlek giymiş, fötr şapka takmıştı.
Piskopos, “Bu bey, Haham Yehuda Köves,” dedi. “Kabalistik kozmoloji hakkında epeyce kitap yazmış ünlü bir Musevi düşünürdür.”
Kirsch masanın diğer tarafına uzanıp Haham Köves ile nazikçe el sıkıştı. “Sizinle tanıştığıma memnun oldum beyefendi. Kabala ile ilgili kitaplarınızı okudum. Anladığımı söyleyemem ama okudum.”
Sulanmış gözlerini mendiliyle kurulayan Köves cana yakın bir edayla başını salladı.
Diğer adamı gösteren piskopos, “Ve bu kişi de saygıdeğer Ulema Seyyid el-Fadıl,” dedi.
İslam dininin bu saygın din adamı ayağa kalkıp genişçe gülümsedi. Keskin bakışlarıyla tezat yaratan neşeli bir yüze sahip, kısa boylu tıknaz bir adamdı. Mütevazı, beyaz bir kandura giymişti. “İnsanlığın geleceği hakkındaki öngörülerinizi okudum Bay Kirsch. Sizinle aynı fikirde olduğumu söyleyemem ama okudum.”
Kirsch kibarca gülümseyip onun elini sıktı.
İki din adamına hitap eden piskopos, “Misafirimiz Edmond Kirsch bildiğiniz üzere tanınmış bir bilgisayar uzmanı, oyun teorisyeni, mucit ve teknoloji dünyasında adeta peygamber sayılan biri. Geçmişine bakınca üçümüzle konuşmak istemesi beni şaşırttı. Bu yüzden geliş nedenini açıklaması için sözü şimdi Bay Kirsch’e bırakacağım.”
Piskopos Valdespino bunları söyledikten sonra diğer iki meslektaşının arasına oturdu, ellerini kavuşturdu ve beklentiyle bakan gözlerini Kirsch’e dikti. Artık üçü birden mahkeme heyeti gibi yüzünü ona dönmüş, dostane bir din adamları buluşmasından çok, engizisyon benzeri bir ortam yaratmışlardı. Kirsch, piskoposun kendisine sandalye hazırlamadığını o an fark etti.
Karşısındaki üç yaşlı adamı incelerken hissettiği şey yılgınlık değil akıl karışıklığıydı. İşte görüşmeyi istediğim Kutsal Üçlü. Üç Bilge Adam.
Gücünü toplamak için bir süre duraksayan Kirsch, pencerenin yanına yürüyüp aşağıdaki nefes kesen manzaraya baktı. Derin vadide güneşin aydınlattığı pastoral toprakların oluşturduğu yamalar, Collserola Dağları’nın kayalık zirvelerine doğru uzuyordu. Kilometrelerce ötede, Balear Denizi’nin üstünde bir yerlerde, ufukta belalı fırtına bulutları toplanıyordu.
Bu odada ve ötesindeki dünyada sebep olacağı kaosu düşünen Kirsch, birbiriyle uyumlu, diye aklından geçirdi.
Aniden yüzünü onlara dönüp, “Beyler,” dedi. “Tahminimce Piskopos Valdespino sizlere gizlilik talep ettiğimi iletmiştir. Devam etmeden önce, sizlerle paylaşacağım şeyin kesinlikle bir sır olarak kalması gerektiğini belirtmek isterim. Sizlerden sessizlik yemini etmenizi bekliyorum. Bu konuda anlaştık mı?”
Üç adam birden tasdik ettiklerini üstü kapalı biçimde ima ederek başlarını salladılar ama Kirsch buna zaten gerek kalmayacağını biliyordu. Bu bilgiyi yaymak değil, gömmek isteyeceklerdir.
Kirsch, “Şaşırtıcı bulacağınızı tahmin ettiğim bilimsel bir buluşum sebebiyle bugün buradayım,” diye söze başladı. “İnsanlık deneyimimizin en temel iki sorusuna cevap bulma ümidiyle yıllardır peşinden koştuğum bir şeydi. Bu işi başarınca özellikle size geldim, çünkü bu bilginin tüm inananları derinden etkileyeceğine inanıyorum. Nasıl desem, ‘yıkıcı’ diye tanımlanabilecek bir değişikliğe sebep olabilir. Şu anda dünyada sizlere açıklayacağım bilgiye sahip tek kişi benim.”
Elini ceketine sokup epey büyük bir akıllı telefon çıkarttı. Benzersiz ihtiyaçlarını karşılaması için bunu kendisi tasarlayıp yapmıştı. Telefonun canlı renklerde mozaik desenli bir kılıfı vardı. Bunu üç adamın karşısında televizyon gibi açtı. Cihazı, ultra güvenli bir sunucuya bağlanmak, kırk yedi haneli parolayı girmek ve onlara canlı yayında sunum yapmak için kullandı.
“Birazdan görecekleriniz, dünyayla paylaşmayı umduğum sunumun kaba bir kesiti. Bir ay kadar vakti var. Fakat bunu yapmadan önce dünyanın en etkili din adamlarına danışmak, en çok etkilenecek kişilerce nasıl algılanacağını öğrenmek istedim.”
Derin bir iç çeken piskopos kaygılanmıştan çok sıkılmışa benziyordu. “İlginç bir girizgâh Bay Kirsch. Bize gösterecekleriniz dünya dinlerinin temelini sarsacakmış gibi konuşuyorsunuz.” Kirsch kutsal metinlerin saklandığı bu eski mahzende etrafına baktı. Temellerini sarsmayacak, yıkacak.
Karşısında duran adamları inceledi. Üç gün içinde bu sunumu, şaşırtıcı olduğu kadar titizlikle hazırlanmış bir etkinlikle insanlara duyuracağını bilmiyorlardı. Bunu yaptığında dünyadaki tüm insanlar, dini öğretilerin gerçekten de ortak bir noktası bulunduğunu anlayacaklardı:
Hepsinin tümden yanlış olduğunu.
- BÖLÜM
Profesör Robert Langdon, meydanda oturan on iki metre boyundaki köpeğe başını kaldırıp baktı. Hayvanın kürkü, çimden ve çiçeklerden oluşmuş canlı bir halı gibiydi.
Seni sevmeye çalışıyorum, diye düşündü. Gerçekten.
Hayvana bir süre daha baktıktan sonra, gelen misafirin ritmini ve yürüyüşünü bozmak için tasarlanmış, eşitsiz basamaklara sahip geniş merdivenlere inen asma yoldan devam etti. Basamaklarda iki kez tökezleyen Langdon, görev tamamlandı, diye düşündü.
Basamakların sonuna geldiğinde, ilerideki devasa objeye bakarak aniden durdu.
Bunu da mi görecektim?
Karşısında, ince demir bacaklarıyla devasa gövdesini taşıyan dokuz metrelik kocaman bir karadul heykeli yükseliyordu. Örümceğin karnından cam kürelerle dolu, tel ağdan yapılmış bir yumurta kesesi sarkıyordu.
Bir ses, “İsmi Maman,” dedi.
Bakışlarını indiren Langdon, örümceğin altında ince yapılı bir adamın durduğunu fark etti. Siyah brokar bir şervani giymişti. Ayrıca neredeyse gülünç bir şekilde kıvrılan Salvador Dali tarzı bıyıkları vardı.
“Ismim Fernando,” diyerek konuşmaya devam etti. Önündeki masada duran isim etiketlerine hızlıca göz gezdirdi. “İsminizi öğrenebilir miyim lütfen?”
“Elbette. Robert Langdon.”
Adam bakışlarını hemen yukarı kaldırdı. “Ah, çok özür dilerim! Sizi tanıyamadım beyefendi!”
Beyaz papyonu, siyah frakı ve beyaz yeleğiyle dimdik ilerleyen Langdon, ben bile kendimi zor tanıyorum, diye düşündü. Yale Universitesi’nin frak giyen müzik grubu Whiffenpoof a benzedim. Langdon’in Princeton’daki Ivy Kulübü günlerinden kalma klasik frakı neredeyse otuz yıllıktı, ama her gün yüzme alışkanlığı sayesinde kıyafet hâlâ üstüne iyi oturuyordu. Aceleyle hazırlanırken dolabından yanlış kılıfı aldığını fark etmemiş, her zamanki smokinini evde bırakmıştı.
Langdon, “Davetiyede siyah beyaz giyinin yazıyordu,” dedi. “Umarım frak uygun düşer.”
“Frak bir klasiktir! Etkileyici görünüyorsunuz!”
Adam acele adımlarla yanına gelip Langdon’ın ceketinin yakasına bir isim etiketi yapıştırdı. “Sizinle tanışmak bir onur beyefendi. Herhalde burayı daha önce ziyaret etmişsinizdir.”
Langdon örümceğin bacaklarının arasından önlerinde uzanan parıltılı binaya baktı. “Aslında söylemeye utanıyorum ama daha önce gelmemiştim.”
“Olamaz!” Adam düşecekmiş gibi yaptı. “Modern sanattan hoşlanmıyor musunuz?”
Langdon modern sanatın meydan okuyuşundan; özellikle de Jackson Pollock’ın damlatma tekniği ile yaptığı resimlerden; Andy Warhol’un Campbell’s Soup Cans (Campbell’in Çorba Konserveleri) gibi çalışmalarından, Mark Rothko’nun renkli basit dörtgenleri gibi belirli bazı eserlerin başyapıt kabul edilmesinden hep haz almıştı. Buna rağmen, Hieronymus Bosch’un dini sembollerinden veya Francisco de Goya’nın fırça darbelerinden bahsederken kendini daha rahat hissediyordu.
Langdon, “Ben daha çok klasikçiyim,” diye yanıtladı. “Da Vinci’yi Kooning’den daha iyi anlıyorum.”
“Ama, da Vinci ile Kooning birbirine çok benzer!” Profesör sabırla gülümsedi. “O halde Kooning hakkında daha fazla şey öğrenmem gerekecek.”
“O zaman doğru yere geldiniz!” Adam kolunu büyük binaya doğru açtı. “Bu müzede, yeryüzündeki en güzel modern sanat koleksiyonlarından birini göreceksiniz. Umarım keyif alırsınız.”
Langdon, “Ben de öyle umuyorum,” diye cevap verdi. “Keşke neden burada olduğumu bilseydim.”
“Siz de, buradaki diğer herkes de aynı şeyi istiyor!” Adam başını iki yana sallarken neşeyle kahkaha attı. “Davet sahibi bu akşamki etkinliğin amacı konusunda çok ketum davrandı. Müze çalışanları bile ne olduğunu bilmiyor. Eğlencenin yarısı gizemli oluşunda saklı, söylentiler almış başını gidiyor! İçeride yüzlerce davetli var. Pek çoğu ünlü simalar ama kimse bu akşamın programı hakkında bilgi sahibi değil!”
Langdon gülümsüyordu. Çok az davet sahibi, üzerinde “Cumartesi akşamı. Orada ol. Güven bana.” yazan bir son dakika davetiyesi göndermeye cesaret edebilirdi. Bundan daha da azı yüzlerce VIP davetliyi her şeyi bir yana bırakıp etkinliğe katılmak için İspanya’nın kuzeyine uçmaya ikna edebilirdi.
Langdon örümceğin altından geçip yoluna devam ederken gözüne çarpan büyük kırmızı afişe baktı.
EDMOND KIRSCH İLE BİR AKŞAM
Bunu eğlenceli bulan profesör, Edmond’ın kendine güvenini hiç kaybetmediği belli, diye düşündü.
Yirmi yıl kadar önce Edmond Kirsch, Langdon’ın Harvard’daki ilk öğrencilerinden biriydi. Genç bilgisayar dahisi kodlara duyduğu merakla Langdon’ın birinci sınıf öğrencilerine verdiği seminere gitmişti: Kodlar, Şifreler ve Sembollerin Dili. Kirsch’ün çok yönlü zekâsı Langdon’ı derinden etkilemişti. Nihayetinde Kirsch, bilgisayarların parlak vaatleri uğruna göstergebilimin tozlu dünyasını terk etmiş olsa da Langdon ile mezuniyetinden itibaren yirmi yıl irtibat halinde kalacağı bir öğretmen-öğrenci ilişkisi kurmuştu.
Langdon, öğrenci öğretmenini geçti, diye düşündü. Hem de birkaç ışık yılı farkla.
Artık Edmond Kirsch tüm dünyanın tanıdığı biriydi; milyarder bir bilgisayar uzmanı, mucit ve girişimci. Robotik bilim, beyin bilimleri, yapay zekâ ve nanoteknoloji gibi farklı alanlarda…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıBaşlangıç
- Sayfa Sayısı536
- YazarDan Brown
- ISBN9789752123267
- Boyutlar, Kapak 13,5x21,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviAltın Kitaplar / 2019
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Gözlerini Sımsıkı Kapat ~ John Verdon
Gözlerini Sımsıkı Kapat
John Verdon
SANA BİR SÜRPRİZİM VAR… GÖZLERİNİ SIMSIKI KAPAT New York’un en gözde dedektifiyken, basının kendisine yakıştırdığı isimden hep rahatsız olmuştu: Süper Dedektif. Bir bulmacayla karşılaştığında,...
- Çöl Mızrağı – İblis Döngüsü 2 ~ Peter V. Brett
Çöl Mızrağı – İblis Döngüsü 2
Peter V. Brett
Bazen karanlıktan korkmak için çok iyi bir sebep vardır! Güneş insanlığın üzerinde batmaktadır. Gece artık güneş batarken yerden yükselen obur iblislere aittir. Yaratıklar, kadim...
- Zaman Çarkı ~ Ken Grimwood
Zaman Çarkı
Ken Grimwood
Ya sizi bekleyen bir son olmasaydı… Hayatındaki insanlar birer birer siliniyor. Kocaları, sevgilileri, ailesi vc arkadaşları yaşayıp ölüyor ama o hep aynı kalıyor. Sevdiklerini...