Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Başka Kentler, Başka Denizler – 5
Başka Kentler, Başka Denizler – 5

Başka Kentler, Başka Denizler – 5

Murat Belge

Murat Belge, Başka Kentler, Başka Denizler adını taşıyan seyahatnamesine 5. cildiyle devam ediyor. Okuyucusuyla çıktığı bu yolculukta Belge önce her daim çalkantılı bir geçmişe…

Murat Belge, Başka Kentler, Başka Denizler adını taşıyan seyahatnamesine 5. cildiyle devam ediyor. Okuyucusuyla çıktığı bu yolculukta Belge önce her daim çalkantılı bir geçmişe sahip olan Balkanlar’a, Belgrad ve Bulgaristan’a gidiyor ve ardından tarihi, politikası, sanatı ve kültürüyle derinlemesine anlattığı Britanya’ya uğruyor, İrlanda’yı da ihmal etmiyor.

Britanya ve İrlanda yolculuklarından sonra dümeni Güney Asya’ya, Hindistan’a kırıyor. Hindistan’ın tarihini Britanya ile ilişkileri çerçevesinde, yollarıyla, yemekleriyle anlatıp denizlere açılarak Yunan adalarına uğruyor. Güneş, deniz, balık ve musikiyle adaları dolaşıp Hollanda’nın kanal ve yeldeğirmenleriyle ünlü şehri Leiden’a, oradan da Almanya’ya, Potsdam ve Kiel’e uzanıyor.

Uçsuz bucaksız Rusya’yı, bir Sovyetler Birliği tarihçesini de sunarak adımlıyor ve en sonda da Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan pencerelerinden Kafkasya’nın inişli-çıkışlı tarihini anlatarak seyahatnamesini sonlandırıyor.

İÇİNDEKİLER
Önsöz 7
Belgrad 9
Bulgaristan 17
Britanya 31
İrlanda  227
Hindistan  259
Halki, Rodos, Tinos, Leros  311
Leiden  327
Potsdam, Kiel vb.  341
Rusya  349
Kafkasya  403

Önsöz

Başka Kentler, Başka Denizler’in 5. cildine kadar gelmişim. Yazmaya başlarken buraya kadar geleceğimi düşünmemiştim. Belli ki yazdıkça ısındım. Beş, oldukça şişkin cilt! Burada bitirdiğimi sanıyorum. “Gezme kapısı” kapandı mı yani? “Kapı”nın kapandığını sanmıyorum, ama memleketten “huruç” etme vesilelerinin epeyce seyrelmesi şaşırtıcı olmaz. Şimdi “5. cilt” olarak elimde toplanan yazılara bakıyorum da bunların son cilde kalmasını anlaşılır buluyorum. Örneğin Britanya! Herhalde Türkiye’den sonra en çok gidip geldiğim, ziyaret ettiğim ülkeler arasında en çok tanıdığım ülke. Dolayısıyla orası söz konusu olduğunda en çok anlatacağım ülke de o. Bizde alışkanlık, bu ülkeler topluluğuna “İngiltere” deyip geçmek; oysa burada İskoçlar var, İrlandalılar, Galliler var. Hepsi de ilginç hikâyelerle dolu. Bunca gidip gelmeme rağmen İrlanda’nın Britanya Devleti içinde kalan bölümüne, yani Belfast tarafına yolum düşmedi, bundan sonra da düşer mi, bilemiyorum. Ama oralardan da söz etmeye çalıştım. İrlanda birçok bakımdan ilginç bir yer zaten; ne yazık ki topu topu bir kere gidebildim. Ama Britanya yanılmıyorsam bu kitabın en uzun bölümü oldu. Rusya son cilde kalanlardan. Normal. Türkiye’nin tarihi içinde önemli yeri var; bu yakınlara kadar “değişmez düşman”ımızdı; Çarlık olarak bir türlü, “Komünist” olarak başka türlü, ama hep “düşman”! Bu düşmanlığa rağmen aramızda birçok benzerlik var: Step ve Bozkır adını koyduğum kitapta bunları anlatmaya çalışmıştım. Avrupa’nın doğu kıyısında, Avrupalıların “tam” Avrupalı saymadığı iki toplum. Ya bu iki toplum Avrupa’ya ve Avrupalılara nasıl bakıyor? Hiç iyi bakmıyor. İyi bakmıyor ama Avrupa’nın üstün olduğu alanları da görüyor ve oralarda en az o kadar etkili olmak istiyor. Oraya nasıl gelinir, bunu da sevmediği Avrupalıdan öğrenmek zorunda. Berbat bir durum. Eskiden, “modernleşme” terimi çıkmadan önceleri “Batılılaşma” dediğimiz hareketin içinde kalmış, “Hem ağlarım, hem giderim” deyiminin anlattığı çelişkileri yaşamak zorunda iki ülke. Bunlardan biri de, adına “Komünizm” denen hayat tarzını kurmak ve bu uğraşta geri kalan dünyaya örnek olmak yükümlülüğü altına girmiş. Ben de bu çağrıya uymuş kişilerden biriyim. Ancak, Sovyetler Birliği adını takınmış Rusya’da bu işin pek iyi yürümediğinin farkındayım. Tabii çok merak ediyorum. Neyse, bunları burada (ve başka yerlerde) yeterince anlattım. Kısacası, Rusya kritik bölümlerin başında geliyordu. Hindistan da bu ciltte. Hindistan’ı epey zamandır merak etmiştim. Bunca çelişkiyle dolu bu koca âlem! “Üçüncü Dünya”nın, varlığını daha çok duyurduğu yıllar. Bin bir zorluk içinden, askerî müdahalelere toslamadan ilerlemeyi başaran bir azgelişmiş ülke. Çarpıcı çelişkilerle dolu. Çok iyi yetişmiş aydınları, canlı bir entelektüel hayatı var. Sokağa çıktınız, maymun oynatan adam da orada, yılan oynatan da. Bu üç ülke bu cildin (hayalî) kubbesini taşıyan üç sütun oldu, diyebilirim. Öteki bölümlerde de, genellikle tarihî nedenlerle ve özellikle görmek istediğim yerler oldu. Örneğin Bulgaristan’da Filibe’yi görmek ister, merak ederdim hep. Son gidişimde mümkün oldu. Arkadaşım Saşa Kiossev’in yardımıyla epey doyurucu bir şekilde görebildim Filibe’yi. Velhasıl, Başka Kentler’i yazdığım için memnunum. İyi bir ruh hali içinde yazdığım bir kitap olduğunu söyleyebilirim. Gezen, gören ben olduğuna göre kitap “otobiyografik”. Ama buna karşılık “kendini” değil, “kendi olmayan”ı anlatmak üzere ve tabii önce “kendi olmayan”ı anlamak üzere bir kitap. “Seyahatname” deyince hep böyle oluyor herhalde. Dediğim gibi, ben keyif alarak yazdım; umarım okuyanı sıkmamışımdır. Hoşça kalın.

Belgrad

Belgrad’a son ayak basmam 1990; demek ki 26 yıl geçmiş. Zaman benim için de iyice hızlandı demek! 2016’nın Ekim ayında bir kere daha gittim. Önceki gidişim Yugoslavya’nın kan revan içinde parçalanmasının arifesinde olduğu ve orada bulunma nedenim de gelen felâketin tartışılması olduğu için, öyle sıradan bir yolculuk değildi. Orada güçlü duygular yaşamıştım. Başka Kentler, Başka Denizler’in 3. cildinde anlatmıştım bu yaşantıyı. Bunca yıl sonra ve orada çekilmiş bunca acıdan sonra yeniden giderken içim gene pır pır ediyordu. Belgrad’a akşam varacağız. Halûk’la aynı uçaktayız. Bizim Helsinki’nin içinde bulunduğu bir toplantıya gidiyoruz. Bizden önce birkaç Balkan ülkesinde birkaç toplantı olmuş. “Güvenlik” denince “devlet güvenliği” değil de, “insan güvenliği”nin anlaşılması için nasıl duyarlılık yaratılır? Genel tema bu. Bunların sonuncusuna geldik. Biz otele vardığımızda bizimkiler yemeğe çıkmış, bize de adres bırakmışlar. Otelden telefonla taksi çağrıldı. Yolda şoförle biraz lafladık. Savaş öncesi geldiğimi söyleyince o yılları kimsenin hatırlamak istemediğini söyledi. Ama o zaman savaş mitinglerine katılmış mıdır, bilemem tabii. “Yugoslavya” iken bazı şeylerin daha iyi olduğunu da “itiraf etti”, diyeyim. “O zaman istediğimiz şeyi yapardık, ama siyaset konuşamazdık,” dedi; “şimdi siyasette aklına ne gelirse söyle. Ama hiçbir şey yapamıyorum.” Sanırım gelir azlığı, pahalılık gibi engelleri kastediyordu. Sava Nehri’nin kıyısına geldik. Burada birbirine bitişik, on-yirmi lokanta dizilmiş (bazıları kapalı). Yeni bunlar. Bizim geldiğimizin adı “Ambar”. Takımı bulduk. Ortada bar, geniş bir mekân. Bayağı da dolu. Biz ikinci kattaydık.

Dönüşte iki araba olduk ve ikinci arabada hadise çıktı! Adam 300 dinarlık yere 3.000 dinar talep etmiş ve tutturmuş! Yabancıyız ya! Şu sıralar Belgrad’ı tatsızlaştıran olay bu: taksiciler ve bu “turist kazıklama” tutkusu. Gayet saldırganlar. Son zamanlarda basında çıkan yazılara göre burada da aynı muamele çekiliyor turistlere. Havaalanından getiren iyi, insaflı çıkmıştı. Bunu o zaman anladım. Aklımda hüzünlü bir kent var. Yaklaşan kötü günlerin farkındalığı herhalde bunun bir kısmı. Orada geçirdiğim birkaç gün içinde, sokaktaki ikona vb. ıncık cıncık satan Çetnik kılıklı tezgâhlar dışında şamatalı millî mitinglere çatmamış olmam sanırım bir başka etken (ki bunlar mutlaka bir yerlerde olmaktaydı). Epeycesi de benim kendi içimden geçen duygularımı gözlediğim dünyaya empoze etmem olmalı. Böyle de olsa, hüzünlü bir kent. “Beograd”, “beyazlık”la ilgili; yani “Akşehir”. Ama bu kent beyazdan çok gridir. Kötü, bunaltıcı, kasvet dolu bir gri değil; gene de gri. Rezidansiyel alanlarının iki yanı ağaçlı (çok zaman çınar), sokakları da gri, örneğin. Ve güzel bir şehirdir Belgrad. Kendine özgü estetiği vardır. Bu gidişimde öncekilere kıyasla daha “şen şakrak” bulduğumu söyleyebilirim. Söyleyebilirim de, benim baktığım yerden bu çok anlamlı mı? İlk gidişimde “Sosyalist Yugoslavya”nın başkentiydi. Sosyalist ülkelerde öyle cümbüş havasına pek rastlanmaz. İkinci gidişim 1989. Doğu Avrupa’da adına “sosyalizm” dedikleri rejim çökmüş, Yugoslavya da bu şoku yaşayanlar arasında. Üçüncüde Yugoslavya yok olma sürecine girmiş, Belgrad artık yalnız Sırbistan’ın başkenti ve daha dün “yurttaş” olan birileriyle dövüşmeye hazırlanıyor. Resmen o savaşın içinde olmayacak, ama bir biçimde orada. Şimdi, Kosovo da “elden gitmiş” durumda. Masanın üstünde “Büyük Sırbistan” diye bir proje görünmüyor (ama altında varsa bilmem). Bu, Sırp halkına derin bir elem vermiş gibi bir izlenim vermiyor. Evet, kentin “turistik mekânları”na “NATO’nun bombaladığı yerler” diye bir bölge daha eklenmiş, ama insanlar özellikle çökgün, üzgün bir havada değil. Tersine, eğlence yerleri tıklım tıklım. Dediğim gibi, daha önce görmediğim bir ışıltı gelmiş kente. Hava iyi olduğu için yer yer kaldırımlara da yayılmış bir keyfetme atmosferiyle karşılanıyorsunuz. Bu duruma bakarak, “yenilmiş de olsan, ‘barış’ içindeysen, o milliyetçi patırtıların egemen olduğu zamana göre daha güler yüzlü bir konumdasın” denebilir mi? Denebilir elbette. Skadarlija, Skadarska Sokağı, Belgrad’ın benim için özel bir bölgesidir. “Benim için” öyle de herkes için ne? Herkes için öyle denebilir. Turistik haritalarda “Bohem Mahalle” diye niteleniyor. Belki yıllar önce, ola ki yüz yıl önce öyleydi. Şimdi, her gidişimde biraz daha “turistik” bir yerle karşılaşıyorum. Aslında ilk kurulduğunda “bohem”miş, çünkü 1820’lerde göçürülen Çingeneler buraya yerleşmiş; ilk gelen onlar. Demek ki o yıllarda bu bölge henüz “kent-dışı”. Derken Sırp sanatçıların yolu düşmeye başlamış. Tipik hikâye: ucuz semt, züğürt aydın! 19. yüzyıl sonunda şimdi kullandığımız anlamda “bohem” mahalle olmuş. Benim ilk gelişim 1979 ya da 1980. Çoluk çocuk Londra’dan dönerken Belgrad’da mola vermişiz. Kalemegdan dönüşü; Can, soğuk algınlığı belirtileri göstermeye başlıyor. Öğle yemeği, “cevap cice”, bir-iki şlivoviç. Musiki filan yok bu saatte. Sokağın da bir yanı yok sanki; ya da salaş, tek katlı barakalar var. İkinci gelişim 1990. Şimdi belirgin bir biçimde müzik var. Mient Jan’ın “uluslararası musiki” şaklabanlığını anlatmıştım. Yalnız kalınca ikinci bir kere – ama öğleyin– gelmiştim. Bu saatte gene müzik yoktu. Önceleri lokantadan lokantaya gezen gruplar varken bu yıllarda her “müessese” kendi grubunu tutmuştu. Son gidişim de işte bu yazdığım. Bizim toplantının ikinci akşamı kokteylden sonra, “Haydi,” dedim, “artık Skadarlija paklar bizi.” Utku’lar buraya gelmişler; ötekiler bilmiyor. Geldik, bir-iki yer baktıktan sonra ilk Skadarska lokantalarından Dva Jeleni’de (“İki Geyik”) yer bulduk. Burası epey kocaman. Buna rağmen, tıklım tıklım dolu. Bodrum katında ancak yer bulabildik. Sigara içilebiliyor. Sekiz kişiyiz. Biz yediyiz ama bir de Kosovolu Arnavut kız var, o da bizimle gezmeyi tercih etti. Herhalde annesi “Sırbistan’da dikkatli ol, yalnız sokağa çıkma” diye tenbih etmiştir. Onu Sırplara kaptırmadan sağ salim uçağına yolladık – ertesi gün. Benim konuşma birinci günde tamamlanmıştı: ikinci gün acele etmedim. Öğleye doğru gittim toplantıya. Toplantı üniversitede, Republica Meydanı’nın az ilerisinde. Az sonra işi biten Halûk’la buluştuk. Onunla Sava kıyısına doğru bir yol tutturduk. Uzun Mirkov’dan güneye doğru sapınca trafiğe kapalı sokaklara geliyorsunuz. Kralja Petra üstünde, sağda, Katedral Kilisesi. Bu bana ilginç geldi, çünkü bir Ortodoks kilisesi olduğunu sanıyorum. Ortodoks deyince de gözümün önüne çeşitli zamanlarda yapılmış, ama hepsi de Bizans tarzına uyum gösteren kiliseler geliyor. Buysa, ne demeli, herhalde barok denebilir bir yapı. Bina pek barok sayılmayacak kadar düz, yalın, ama çan kulesinde her türlü girinti çıkıntı var. herhangi bir “Katolik” kilisesi olabilir. Burada Osmanlı-Türk izlenimi veren eski binalar da var. Cephesi çifte çıkmalı iki katlı bir binada lokanta açılmış. Ama az daha aşağıda Prenses Lyubitsa’nın şimdi müzeye çevrilmiş evi var ki bu bayağı bir konakmış. Osmanlı ile yerli mimarinin karışımı bir bina. Kim bu prenses? Sanırım erken Sırp milliyetçilerinden. Buradan Brankov Köprüsü’nün Belgrad tarafındaki ayağına doğru çeşitli ilginç sokaklar (kimisi bizim “Arnavutkaldırımı” dediğimiz) ve binalar var.

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Gezi Kitapları
  • Kitap AdıBaşka Kentler, Başka Denizler - 5
  • Sayfa Sayısı446
  • YazarMurat Belge
  • ISBN9789750537813
  • Boyutlar, Kapak13x19,5, Karton Kapak
  • Yayıneviİletişim Yayınları / 2025

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Başka Kentler, Başka Denizler – 3 ~ Murat BelgeBaşka Kentler, Başka Denizler – 3

    Başka Kentler, Başka Denizler – 3

    Murat Belge

    Murat Belge, Başka Kentler, Başka Denizler’in 3. cildinde okuyucusuyla birlikte çıktığı seyahate kaldığı yerden devam ediyor. Önceki ciltlerde olduğu gibi bu ciltte de dünyanın...

  2. Başka Kentler, Başka Denizler – 2 ~ Murat BelgeBaşka Kentler, Başka Denizler – 2

    Başka Kentler, Başka Denizler – 2

    Murat Belge

    Murat Belge, Başka Kentler, Başka Denizler’in 2. cildinde, “seyahatname”sine devam ediyor. Bu “seyahatname”de de kültür, tarih, yemek, insanlar, edebiyat ve sanat; ülkelerin, şehirlerin içlerinde...

  3. Başka Kentler, Başka Denizler – 4 ~ Murat BelgeBaşka Kentler, Başka Denizler – 4

    Başka Kentler, Başka Denizler – 4

    Murat Belge

    Murat Belge, seyahatnamesinin 4. cildine dünyanın güneyiyle başlıyor. Önce Latin Amerika’ya, Brezilya’ya götürüyor okuyucularını, bin bir çeşitlilikle göz kamaştıran doğa, insan ve ruh iklimini...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur