Murat Belge, seyahatnamesinin 4. cildine dünyanın güneyiyle başlıyor. Önce Latin Amerika’ya, Brezilya’ya götürüyor okuyucularını, bin bir çeşitlilikle göz kamaştıran doğa, insan ve ruh iklimini aktarıyor; politik tarihin girintili çıkıntılı patikalarını takip ediyor.
Yolculuğa yine güneyden devam ederek bu kez Afrika’ya Tanzanya ve Sudan’a uzanıyor… Bu iki ülkenin merceğinden, Afrika’nın kaderinin nasıl çizildiğini, bu kaderin bugün nelerle cebelleşmek zorunda olduğunu anlatıyor. Sonra seyahatte keskin bir manevrayla yeniden Avrupa’nın kuzeyine yöneliyor. Önce eski kıtada soluklanıp, tafsilatlı bir Fransa turuna çıkarıyor okurlarını: Yemesiyle, gezmesiyle, tarihi ve siyasetiyle,
şairleri, yazarları ve ressamlarıyla uzun bir rota takip ediyor; bu rota elbette Paris’e götürüyor seyyahımızı… Fransa’dan biraz daha kuzeye yönelerek 5. cildin onur konuğu olacak İngiltere’ye kısa ama “teşrifatlı” bir Londra seyahatiyle girizgâh yapıyor. Bu kısa ziyaretin ardından İtalya’ya yollanan Belge, Siena, Roma ve Cenova’da konaklıyor. Sonra yeniden doğuya yönelerek Ljubljana-Slovenya ve Polonya’ya uğruyor.
Seyahat yeniden Akdeniz kıyısına uzanıyor. Yunanistan’da kıyı kıyı gezerek adalarda konaklayıp, Selanik’te bir süre geçirdikten sonra Mezopotamya üzerinden dönüş yoluna düşen seyyahımız, Erbil’e de uğrayıp seyahatnamenin bu faslını tamamlıyor.
İÇİNDEKİLER
Önsöz 7
Brezilya 9
Tanzanya 63
Sudan 105
Fransa 131
Teşrifatlı Londra 269
Siena 301
Ljubljana – Slovenya 337
Polonya 377
Yunanistan 429
Erbil 503
Önsöz
Başka Kentler, Başka Denizler’in birinci cildi 2002’de yayımlanmış. 12 yıl önce. Bu kitabı yazmaya başladığımda bunun bir “ikinci” cildi olacağını düşünmemiştim. Ama başladıktan biraz sonra da, bunun öyle tek bir ciltte tamamlanamayacağını anladım. Anlamasına anladım da, bakın şimdi dördüncü cildin önsözünü yazmaktayım. İkinci cilde yazdığım önsözde ise, “Bu gidişle dörtleyeceğim galiba,” diye bir kehanette bulunmuşum. Daha hiçbir şey yazmadığım Britanya var ki, bir başladım mı, herhalde en uzun yazacağım yer. Rusya var, Hindistan var. Bundan sonra gideceğim başka yerler de olacak herhalde. Yani “beşlemek” de işten değil, “altılamak” da. Yazıp yazıp bitiremediğime göre, bu gezi anılarını yazmaktan hoşnut olmalıyım. Düşününce, evet, öyle. İnsanoğlu, bir kere “anı” anlatmaktan hoşlanıyor olmalı. Öte yandan, yalnız “anı” da değil bu yazdıklarım. Anı kısmı belki yarısını bile bulmuyordur. Özellikle bunları yazmaya giriştiğimden beri, gittiğim yerlerle ilgili bilgi toplamaya önem veriyorum, bunları da yazıyorum – tabii çoğu ülkenin ya da kentin tarihine ilişkin bilgiler. Onların yanısıra, edebiyat, resim, musiki, yani sanat üstüne de düşündüklerimi yazıyorum. “Mikro” tarihçilik epey yayıldı dünyada. Böylece, bir zamanlar “ciddi” tarihçilik alanına girmediği düşünülen, “önemsiz ayrıntı” muamelesi gören şeyler de incelenir ve üstüne yazılır olgular haline geldi. Sözün gelişi, İskoçlar’ın Stuart hanedanından gelen Mary’yi (“Mary Queen of Scots” diye bilinir) Kraliçe Elizabeth’in öldürttüğünü biliriz. Bu idama yol açan entrikaları bir yerlerde okumuş, öğrenmişizdir. Ama ben Mary’nin başına peruka taktığını, idamında bunun baltayı vuran celladın elinde kaldığını bilmezdim, daha yeni öğrendim. Tamam, bunu öğrenince tarih anlayışım değişmedi; Elizabeth’e veya dönemine bakışım değişmedi – ama, ilginç değil mi? Bu tür, somut, kişisel hayata ilişkin bilgiler benim de ürettiğim bu metinlere sanki daha iyi uyuyor. İnsanlar “anı” anlatmaktan hoşlanır, demiştim. Bu doğru, ama kimi zaman, özellikle benim kuşağım, fazla “şahsiyat” yapmaktan da kaçınır. Öyle alışmamışızdır bizler, fazla kişiselleşmeyi hatta “ayıp” sayarız. Oysa bu artık son derece yaygınlaştı. İnsanlar her şeylerini sere serpe anlatıyorlar. Onun için “Ben o ‘pub’a gittiğimde…” diye başlayıp gitmektense, “Dr. Johnson o ‘pub’a gitmeyi severdi…” hikâyesini anlatmayı tercih ediyorum. Umarım kabul edilebilir bir denge tutturabiliyorumdur.
Brezilya
Rio de Janeiro’da, bir tepede, devasa bir İsa heykeli bulunduğu bilinir. Benim için, Grand Canyon’ın Arizona’da bulunduğunu bilmek gibi bir şey – gitmediğim, görmediğim bir yerin bilgisi. Bir hayli uzaklarda olduğu için, gideceğimi de aklımdan pek fazla geçirmediğim bir yer. Ama bir gün, Rio’ya gittim… Rio’ya gidince, bu heykelin varlığını birdenbire daha yakından hissetmeye başlıyorsunuz. Çünkü şimdi, Rio’nun üzerinde kurulu olduğu, bu heykelin de içinde yer aldığı ilginç topografyayı kendi gözünüzle görmeye başladınız. Kurtarıcı İsa’nın üstünde olduğu o tepe, Corcovado, bu topografyada özel bir nokta: kente en iyi bakılan yerlerden biri (böyle yerler, bunun gibi doğal ya da Eiffel gibi insan yapısı, aynı zamanda kentin her köşesinden görülen yerlerdir). Zaten onun için Rio’ya gelen turistlerin ilk yaptığı işlerden biri Corcovado’ya tırmanıp kenti seyretmek. Rehber kitapları, bu işi acemice yapmamak için, havanın puslu olup olmadığını denetlemeniz yolunda uyarıda bulunuyor. Bu sivri tepeye bir füniküler tarzı tren ya da otomobille çıkıyorsunuz. Her iki durumda da, Tijuca Ormanı içinden geçeceksiniz. Bu, dünyanın herhangi bir yerinde bir kentin içinde görebileceğiniz en büyük orman. Vaktiyle bir kahve plantasyonu haline getirilmişken “İmparator” II. Dom Pedro’nun emriyle yeniden ormana döndürülmüş. Bu zengin yeşilliğin içinden yaklaşık dört kilometrelik tren yolculuğundan sonra (araba yolu, mesafe olarak, daha uzun) Redentor (Kurtarıcı) İsa’nın, daha doğrusu heykelin kaidesinin, dibine geliyorsunuz. İki kolunu iki yana açmış bu heykel betondan yapılma ve 1.145 ton ağırlığında. Boyu 30 metre, iki elinin arası da 28 metre tutuyor (ansiklopedi karıştırmadım, ama Leonardo’nun ünlü anatomik çalışmasına uygun olduğunu umuyor ve tahmin ediyorum). Kolların niçin böyle açık durduğu sorusuna Paulista’ların, yani Sao Paulo halkının cevabı: “Rio’luların çalışmaya başlamasını bekliyor. Bunu görünce alkışlayacak!” Carioca’lar (“Rio’lular” demek) ise heykellerini seviyor ve formunda herhangi bir bozulma olmasına meydan vermiyorlar. İsa’yı zahmete sokmamak için, çalışmıyorlar. Corcovado tepesine (709 metre olduğunu da ekleyeyim) çıkıp, aşağıdaki Carioca’lara ve onlar yoluyla hepimize zaaflarımızı bağışlayarak gülümseyen İsa’yı yakından görmedim. Çünkü bu çok turistik! Çıkılan öbür tepeye, Pao de Açúcar’a, teleferiği bozulduğu için erişilemiyordu, benim yapacağım bir şey yoktu; ama Corcovado’ya (bu kelime ya da ad “kambur” anlamına geliyor), çıkmama kararını kendim vermek zorunda kaldım. Ama, heykel hakkındaki bilgileri okuyunca şaşırdım; çünkü bunu da Fransızlar yapıp (1931’de) Brezilya’ya armağan etmişler! Allah Allah! Amerika kıtasındaki bazı kentlere, o kentlerin ve dolayısıyla bağlı oldukları ülkelerin simgesi haline gelen devasa anıtsal heykeller yapıp armağan etmek Fransa’ya özgü bir tekel veya ayrıcalıktır diye bir kural mı var? Fransa bunu hangi maksatla yapıyor? Bir emperyalist güç olarak eline geçiremediği bu ülkelere sanatsal yoldan mı sızmaya çalışıyor? O ülkenin, toplumun dünya çapındaki kimliğine böyle bir katkıda bulunup, bundan bazı çıkarlar mı elde ediyor? Ve bu heykeller, niçin Amerika kıtasının Atlas kıyısındaki liman kentlerinde? Oraya giden ve gidecek Fransızlar’a “hoş geldiniz, sizi bekliyordum,” demek için mi? Bu soruların cevaplarını bilmiyorum, ama bunda bir bit yeniği var. Onun için buradan yetkililerimize, dışişleri ve içişleri bakanlığımıza ve basınımızın milliyetçi kalemlerine sesleniyorum: Fransızlar bize heykel meykel armağan etmeye kalkarsa oyuna gelmeyin. Troya atının modern versiyonu çıkabilir. Atın içinde gümrükten özgürlük filan da geçirebilirler. Gene de, aklımı karşıt yönde kurcalayan bir konu var. Fransızlar Kuzey Amerika’ya seküler bir Özgürlük Anıtı, dindar Güney Amerika’ya ise Kurtarıcı İsa heykeli verdiklerine göre, sözkonusu ülkelerin millî kültürlerini gözönüne alıyor olmalılar. Dolayısıyla bize de ebediyen birlikte yaşayacağımız bir “Babacan Orgeneral” anıtı armağan ederlerse, bunu kabullenmekte sakınca yok. Neyse ki Tayyip Erdoğan henüz Rio’ya gitmedi. Belli olmaz, “Kaldırın bu ucubeyi” diye harekete geçeceği tutabilirdi.
Brezilya’da ne işim vardı?
1999’daydı, yanılmıyorsam: ABD’de National Endowment for Democracy, Demokratlar’ın bu vakfı, “World Movement for Democracy” adında (Dünya Demokrasi Hareketi) bir hareket başlattı. İlk toplantısı Yeni Delhi’de yapılan bu harekete ben de başından beri davetliydim. Bu ifade biraz “edilgin” bir tavır belirtiyor ki bu doğru. Dünyada böyle birçok şey başlar; tutar mı, tutmaz mı, bir işe yarar mı, başından o kadar belli değildir. Onun için ne daveti reddetmemin bir anlamı vardı, ne de olanı biteni incelemeden bu girişime büyük önem yüklemenin. Aslında Hindistan’daki toplantıdan döndüğümde bu ilk gidiş tavrının iki ucuna pek bir şey ekleyememiştim. “Aman sen de” diyecek bir şey yoktu, bayram edecek bir şey de. Arkasından bu Brezilya daveti geldi. Eh, bu daveti kaçıramazdım. Gitmeden önce arkadaşlarımla şakasını yapıyordum; “Toplantı için seçilen yerleri gidip görmekle bizim yararlandığımız kesin de, bizim bu toplantılarımızın dünya demokrasisine hangi katkıyı yaptığından emin değilim.” Gelgelelim, Brezilya toplantısından sonra “Hareket” hakkında daha iyimser olduğumu söyleyebilirim. İlkinde ne olsa anlaşılır bir dağınıklık, oturmamışlık vardı. İkincide, özellikle Üçüncü Dünya, Asya, Afrika ve Güney Amerika iyi hazırlanmışlardı. Ne dediğini bilen, birçok ciddi insan, aktivist vardı. Bu Üçüncü Dünya boyutu benim için çok iyi, çünkü en çok orada eksiğim var. Toplantı Sao Paulo’da yapıldı. Kişisel nedenlerle benim için iyi oldu. Sanırım Brezilya’da ilgimi en az çekecek yerdir Sao Paulo. Çılgın bir iş merkezi. Mutlaka son derece ilginç şeyler vardır, ama onları bulmak için de bu kentin temposuna uymak gerekir. Bu da benim, hele böyle kısa zamanda yapacağım şey değil. Dolayısıyla burada yalnız toplantıyla ilgilendim. Toplantı bitince de başka kentlere gittim. Program zaten adamakıllı sıkışıktı, kenti görmek için ekstra çaba harcamak gerekiyordu. Yeni Delhi’de Türkiye’den benden başka Cengiz Çandar ve o zaman TESEV yöneticisi olan Gündüz Aktan çağrılmıştı. Sao Paulo’da bu dönemin TESEV yöneticisi Özdem Sanberk ile TOSAV’dan Doğu Ergil vardı. Cengiz –Türkiye’deki dertlerinden, sanırım– gelememişti.
Rio de Janeiro
Sao Paulo’daki konferansın başlamasından üç gün önce Rio’ya geldim, ilkin bu kenti görmek üzere. Aylardan Kasım, yani Brezilya’da ilkbaharın son ayı, yaza giriliyor ya da girilmiş. Hava güzel. Paris üstünden gelmiştim. Oraya kadar bizimle bir saat fark var. Brezilya da Fransa’dan üç saat ileride, yani 4 saatlik farkımız var. Bu, ABD’ye göre çok az.
Cevabı haritada; Güney Amerika doğuya doğru hamle yapmış gibi görünür ya… Milyonlarca yıl önce karalar birbirinden koparken, herhalde Amerika’nın bu çıkıntısı Afrika’nın girintisinden ayrılmış. Onun için Eski Dünya’ya daha yakınız. Ama uçak Paris’ten hem batıya, hem de adamakıllı güneye yol aldığı için kuş uçuşu mesafe epey fazla. On bir saatte geldik. Uçaktaki ekrandan nasıl seyrettiğimizi biraz seyredebiliyoruz. Hayatımda ilk kez ekvatordan geçiyorum ve güney yarıküreye ulaşıyorum. İstanbul’da ayarlandığı gibi, bir turizm şirketinin adamı alanda beni karşılayıp otelime getirdi. Rio’yu böylece ilkin geceleyin, gece ışıkları altında görmüş oldum. Otelimin adı Miramar; Copacabana’da. Yorgundum, hemen yattım. Sabah da erkenden kalktım ve böylece Rio serüveni başladı. Kahvaltıdan odama dönünce, on birinci katta başımı pencereden uzatıp baktım. Atlantica adlı, Copacabana’ya paralel sahil yolu üstündeyiz. Sağda Copacabana uzanıyor: geniş cadde, sonra daha da geniş kumsal. Bu erken saatte bile birileri var orada. Kıyıya büyük dalgalar vurduğunu buradan görebiliyorum. Demek ki deniz bizim Kilyos ya da Patara gibi. Rüzgâr filan yok ama tabii koca okyanus bu. Büyük bir koy içinde olmamıza rağmen, büyük dalga var. Solda ise kentin ana caddelerinden biri, Copacabana. Burayı Rio’nun İstiklal Caddesi gibi düşünebilirsiniz; yani Beyoğlu ile (henüz denize girilebilir temizlikte) Feneryolu-Bostancı sahilyolu, aralarında elli metre kadar bir mesafeyle, yanyana uzanıyor. Onun için alışveriş tarafında yürürken ikide birde mayolu insanlarla da karşılaşabiliyorsunuz. Otelin penceresinden bu iki caddeyi görebildiğim gibi, soldaki ana caddenin biraz gerisinde, sivri bir tepenin üstünde, bizim “gecekondu” diyeceğimiz, burada da favelas denen bir yerleşim görülüyor (sonradan oraya çıktım, anlatacağım). Yani her şey iç içe. İyi, bu ilginç. Rio’nun topografyasını betimlemek için, sanırım en uygun benzetme şöyle bir şey olur: Marmaris’in yer şekillerini düşünün, denizle iç içe sivri sivri tepeler, filan; bu arazi üstüne New Yorkvari binalar dikin, hayalinizde. İşte böyle bir yer. Bunca gökdelenden oluşan bir kent, normal olarak, üstüne kurulduğu doğayı sindirir. Manhattan’da dolaşırken bir yarımada üstünde olduğunuz filan pek aklınıza gelmez. Rio’da ise sinmeyen bir doğa ve topografya var. Bunun sonuçları da her zaman son derece ilginç. Denizle her an içli dışlısınız. Ama kara da rahat durmuyor. Çok zaman gökdelenlerle tepeler daha yükseğe çıkma yarışına girmiş gibi. Sonunda tepeler kazansa da, yanından geçtiğiniz gökdelen kümesi, perspektif gereği, daha uzun boylu olduğu yanılsamasını yaratabiliyor. Yukarıda sözünü ettiğim daha tanınmış tepeler, Şeker Dağı, Corcovado ve dünyanın en büyük kent-içi ormanı, bu ilginç coğrafyanın daha da belirgin parçaları.
Böyle tepeler böyle kocaman bir kentte trafik için epey sorun çıkarır. Brezilyalılar tepelerin içinden oldukça uzun tüneller kazarak sorunu bir hayli yumuşatmışlar. Rahmetli Nezih Neyzi’nin İstanbul için aynı şeyi düşünüp önerdiğini hatırlıyorum (örneğin, Gümüşsuyu’nu tırmanmaktansa, Kâğıthane’ye kadar bir tüneli; ama kim dinler böyle önerileri, Türkiye’de!).* İlk sabah Copacabana’yı boydan boya keşfedip kuzeye, Botafogo tarafına geçtim. Bu arada, futbol takımlarının adı olarak öğrendiğimiz Botafogo ve Flamengo gibi lafların burada semt ve yer adı olduğunu anlamış oldum. Copacabana güneyde, üstünde Copacabana kalesi olan Arpoadar Burnu’nda son buluyor, buradan, benim ertesi gün gezeceğim İpanema, (daha sonra da Leblon adını alıyor) plajı başlıyor. Bunlar birbirlerine çok benzeyen yerler. Copacabana’nın öbür, yani kuzey ucunda da ünlü Şeker Dağı, Pâo de Açùcar var. Plaja pek fazla sokulmadım. Denizde sörf yapan çok; bu dalgada başka bir şey yapmak zor zaten. Kumlarda yığınla voleybol ve futbol sahası yapılmış ve doğal olarak müşterisi bol. Yol boyunca adım başında büfeler var. Çoğu gölgeli masa ve sandalya da sağlamış. Burada en popüler içki taze hindistan cevizi. Bu, gerçekten, hayatımda görmediğim kadar taze. Derisi yeşil ve üstünde bildiğimiz tüyler, sakallar hiç oluşmamış. Ellerindeki keskin satırlarla (Machete) üç vuruşta bir ucunu rafadan yumurta gibi koparıp atıyorlar. Kamışla suyunu içiyorsunuz. Bu tazelikte, bu su, bildiğimiz hindistan cevizi sütü gibi beyazlaşmamış, saydam bir sıvı. Eti ise hiç yenemeyecek kadar ham. Tabii sıcağa karşı çok iyi serinletiyor, susuzluğu da alıyor. Plaj, sıcak altında mayolu hayat, sanırım Rio’da sınıf farklarının epey asgarîye indiği bir varoluş alanı ve biçimi sağlıyor. Vücut güzelliği de burada sınıf farkına pek bakmıyor. Siyahların ve melezlerin atletik vücut özelliklerinin arasında, “çıkık popo” diyebileceğim bir tanesi çok belirgin: Her boydan ve her soydan, kimi zaman sadece bir tangayla örtülecek kadar açıkta, kimi zaman bildiğimiz elbise altında, ama her durumda kendini ilân etmenin yolunu bilen ve bulan popolar. Aklıma birden Avrupa ülkelerinden bildiğim, İngiltere’de “brazil nuts” denen kocaman fıstıklar geldi. Caddede rastladığım ilk süpermarkete girince buldum. Burada “brazil” denmiyor tabii; bulunduğu bölge Para eyaleti olduğu için “Para kestanesi” (castanha) deniyor. Birkaç paket aldım. Bu arada “caju” fıstığını da gördüm. İngilizce’de buna “cashew” denir ki, belli, “caju”nun İngilizce yazılışı. Bu da bir başka bölgeymiş. Onlardan da aldım. Bir miktar da kahve. Bu arada, burada olmasını beklemediğim bir şey de oldu. Otele böyle işler için girip çıkarken, yanımdan geçmekte olan iki adamdan biri öbürüne, “Ne kadar Murat Belge’ye benziyor,” deyince (bir yandan gözüme bakarak) durup teşhisindoğru olduğunu itiraf ettim. Meğer Türkiye’den turlar geliyormuş buralara ve bunlardan biri şu sıra benim otelde kalıyormuş. Ertesi gün odamdayken bir garson gelip şişkin bir zarf bıraktı. Bu tanışmadan sonra gittiğim her yerde rastlayacağım kuyumcu Hans Stern’den gelen bir zarftı bu. İçinden, 20 Ocak 1998 tarihli Yeni Asır gazetesinden alınma, Stern’in tarihini anlatan Türkçe bir yazının kopyası da çıktı. Eh, yani hayranlık verici bir örgütlenme, değil mi? Her gelen turistin ülkesini falan belirleyip ana dilinde yazıyla böyle bir paket sunmak? Bir de armağan, şu yarı değerli taşlardan birinden yapılma bir anahtarlık. Brezilya altın madeni bakımından zengin; ayrıca mücevher de çok çıkıyor. Bu çeşit zenginlik özellikle Minas Gerais bölgesinde (adı da “Genel Madenler” demek) bulunuyor. Başkenti Belo Horizonte, yani “güzel ufuk”, çünkü yüksekte kurulu kentin çevresini 1.300 metre yükseklikte dağlar çevreleyerek ufuk çizgisini oluşturuyor(muş). Vakitsizlikten gidemediğim bu bölge birçok bakımdan ilginç, ama Brezilya tarihinin çok önemli bazı olayları burada geçtiği için sanırım özellikle ilginç. Tabii bu “önemli” olaylara önayak olan da maden, özellikle de altın zenginliği. Brezilya tarihinin en büyük adlarından biri José Joaquim da Silva Xavier’dir. Silva Xavier 1789’da, Fransız Devrimi’nden az sonra (ve Kuzey Amerika’nın Britanya’dan kopuşundan etkilenmiş olarak) Brezilya’nın Portekiz’den bağımsızlığını Minas Gerais’in o zamanki başkenti Ouro Preto’da ilân etmişti. Portekiz’in çıkarılan bütün altının beşte birine vergi olarak el koyma kararı bu tepkiye yol açmıştı. Inconfidência Mineira (Minas Fesadı) denen olay böylece, Portekiz’e ve devlete güvenmeyen (Inconfidentes) madenciler tarafından başlatıldı, ama fazla uzun süremedi. 1792’de Silva Xavier yakalandı ve (Fransa’daki cumhuriyetçi hareketin yalnız âletine uygun kalarak) giyotinle idam edildi. Kesik başı da Ouro Preto’da sergilendi. İsyan böylece bastırıldı. Silva Xavier asıl adından çok dişçi olduğu için aldığı lakabıyla anılır: Tiradentes, yani “Diş Çeken”. Bu ad, yıllar sonra Brezilya bağımsızlığını kazanınca, Xavier’in doğum yeri ve eski adı Annairal Santo Antonio olan kasabaya verildi. Daha kuzeydeki Diamantina’ya ilk altın arayıcıları 1713’te gelmişlerdi. Altın bulamadılar, ama onun yerine kente adını veren elması bulunca fazla homurdanmayıp bununla da yetindiler. Portekiz Kralı, bu servetin kendisinden kaçırılmasını önlemek için fermanlar çıkararak kente giriş çıkışı, zapturapt altına aldı. Onun emirlerini yerine getiren valilerden biri, Joao Fernandes de Oliveira, Serro bölgesinden bir melez köleye âşık olmuştu. Chica da Silva, Brezilya tarihinin en ünlü kölesidir. Vali ona “Diamantina Kraliçesi” unvanını verdi ve verdiği unvana göre yaşatmaya da çalıştı. Onun için bir şato ve bir kilise yaptırdıktan başka, denizi özlemesin diye Rio Rijuco’yu setleyerek bir baraj gölü meydana getirtti, burada gezsin diye bir de gemi getirtti. Kentin en büyük değilse de en güzel kilisesi –Nossa Senhora do Carmo– onun için yaptırılmış. Chica kilisenin, ya da çan kulesinin, kendisini sabah uykusundan uyandırmaması için, biraz uzaktaki bir vadide yapılmasını istemiş, ama papazlar buna karşı çıkmışlar. “Diş çeken” ve güzel melezden başka Brezilya’nın en müthiş heykeltraşı da bu bölgeden. Antônio Fransisco Lisboa, gene adından çok lakabıyla anılıyor: O Aleijadinho, yani “Küçük Sakat” ya da “Sakatçık”. 1730’da Lizbon’da doğmuş; mimar olan babası Manuel Fransisco Lisboa’nın Isabel adında Afrikalı bir köle kadından doğan gayrimeşru çocuğu olarak. Brezilya’ya yerleşmekle kalmamış, Brezilya milliyetçisi olarak Portekiz’den nefret etmiş (Tiradentes’in çağdaşı). 47 yaşına geldiğinde esrarengiz bir hastalığın hışmına uğruyor. Bu konuda okuduğum iki kitaptan birinde “rheumatoid arthritis”, öbüründeyse cüzam tipi bir hastalık kaptığı söyleniyor. Hastalık hangisi olursa olsun, sonucu aynı: Lisboa’nın el ve ayak parmakları kopup düşüyor, bedeni de yamru yumru oluyor. Gençken çok da yakışıklı olan Aleijadinho bundan böyle kapüşonlu bir kara pelerine sarılarak yaşıyor, ama sanatını icra etmekten de vazgeçmiyor. Çekicini ve keskisini güdük kalmış kollarına sıkı sıkı bağlatarak çalışıyor. Böyle uzun yıllar çalışmaya devam ediyor. 1805’te Congonhas do Campo’da başyapıtı sayılan On İki Peygamber’i ve ayrıca 64 parça heykeli tamamlıyor. Uzmanlar, buradaki İşaya heykelinin sanatçının kendi “portresi” olduğunu düşünüyorlar. Bu bölgede onun elinden çıkma çok eser var: Ouro Preto’da, San Fransisco Kilisesi’nin cephesi, babasının başlayıp onun bitirdiği Nossa Senhora do Carmo Kilisesi (Brezilya barokunun en güzel örneklerinden biri). Mariana kentinde Basilica da Sé cephesi, bu kentteki Carmo kilisesinde timpanum hep onun. Babası ve kendisi, Ouro Preto’da, planını baba Lisboa’nın çizip Antônio Dias’ın icra ettiği Nossa Senhora da Canceiçao kilisesinde gömülü. Buraya yakın bir de Museu do Aleijadinho var. Böyle kendi kendini yetiştirmiş bir adamın böyle kiliseleri nasıl yapabildiği, tarihçilerin de hâlâ incelediği bir merak ve şaşkınlık konusu. Kendisinin yaşadığını kesinlikle bilmesek de bölgede adı namlı olan bir Chico Rei var. Bu da Afrika’dan getirilmiş bir başka siyahi köle, ama yurdundayken bir kral. Buraya bütün kabilesiyle birlikte getirilmiş, altın madeninde çalıştırılmışlar. Madenden çıkarken kıvırcık saçları arasına sakladığı altın tozunu biriktirerek sonunda yalnız kendinin değil, kabilesinden kalanların da özgürlüğünü satın almış. Bununla da yetinmemiş, Portekizliler’in tükendiğine inandıkları Encardideira adında bir madeni satın almış, burada yeni bir damar bulmuş, alabildiğine zengin olmuş. Kabilesinin koruyucu azizesi olan Nubyalı prensese ithafen de Etigenia Kilisesi’ni yaptırtmış. Hayalî, gerçek ve yarı-gerçek, bunlar sahiden de Brezilya tarihinin en ünlü kişilikleri. Ama hepsi bu kadar değil. Daha yakın zamanlarda, örneğin iki cumhurbaşkanı bu bölgeden çıkmış. Bunlardan biri, ailesi buraya Çekoslovakya’dan gelen, Diamantina doğumlu Juscelino Kubitschek (1902-76). 1956-61 arasında cumhurbaşkanı olan Kubitschek yeni başkent Brasilia’yı yaptıran adamdır. 18 yıllık diktatörlükten sonra, 1984’te demokratik seçimle Brezilya cumhurbaşkanı olan Tancredo Neves de gene Minas Gerais bölgesinde olan Sâo Joâo del Rei kentindendi. Oteldeki Hans Stern servisi, Brezilya’nın değerli taşları, derken, serbest çağrışım yoluyla Belo Horizonte ve Ouro Preto (“siyah altın” demek; siyah demir-oksit madenleri arasından altın çıktığı için) kentlerine, siyasî tarihe, sanatçı Aleijadinho’ya vb. geldik. Oysa ben nerede kalmıştım? Henüz Copacabana güzergâhındaydım galiba. Evet, burada araba trafiği için yapılmış, ama yayaların da isterlerse yürüyebildiği tünellerden birinden geçerek Botafogo koyu tarafına ulaştım. Burada, epey eski görünüşlü bir lokanta ve yaşlı, uzun önlüklü bir garson görünce, öğle yemeğine çöktüm. Brezilyalılar en çok bira içiyorlar. Bunun adı da cerveja. En popüler yerli biranın markası “Brahma”. Isınmasın diye, şişe, dar bir mahfaza-kutu içinde getiriyorlar. Çekme biraya ise chopp deniyor. Ben yemekte şarap istedim. Bunun adı da vinho, biliyorum, ama burası turistik bir yer olmadığı için adamlar alışık değil, yabancıyla anlaşmaya; benim Portekizce telaffuzum da özellikle başarılı olmalı. Sonunda, şarap konusunda anlaşamadık ve biraya razı olmuştum ki adamın aklına bir şey geldi. Gidip bir şişe getirdi ve “bu mu?” diye bana sordu. İçinde kırmızı bir sıvı var. “Herhalde odur,” deyip başımı –hem de hararetle– sallayınca, adam da bardağımı doldurdu. Hafif alkollü bir şey, ama şarap marap değil, ilgisi yok. Tatlımtrak, üstelik. Neyse, bozuntuya vermeden içtim. Günler sonra, tuhaf şekilde içime doğdu: kendi kendime, “sangrilla” diye mırıldandım. Evet, o olmalı, içtiğim o şey. Yemekten sonra, akşama kadar, Eski Kent’te dolaştım. Bu bölge daha kuzeyde, koyun tam içinde. Burada da pek çok yeni bina yapılmış, ama eski kent, daha doğrusu 1763’ten yakın zamana kadarki başkent (kuruluşu 16. yüzyılın ortalarına kadar uzanıyor), birçok kamu binasıyla, hâlâ ayakta ve manzarayı o belirliyor. Bu bölgede dolanırken bir aralık kendimi yoksul mahallelerde buldum. Burası gerçek anlamda bir favela değildi. Evler, eski zamanın güzel barok evlerinden. Hani kentlerde sürekli bir toplumsal değişim olur, bazı semtler çökerken bazıları yükselir; zenginler bir yeri terk ederken yoksullar gelip yerleşir ya da bunun tersi olur. Sanırım bu şekilde statüsü düşmüş bölgelerdi. Şu günlerdeki Vefa gibi diyelim – ama ona göre çok daha fazla eski bina var. İş çıkışı saatleriydi. Herkeste bir hazırlık, bir zindelik. Az sonra anladım ki bu gördüklerimin çoğunda bu zindelik, iki kadeh atacak yer neresiyse oraya bir an önce varabilmek için. Brezilya’nın da kendine göre bir “fast food” –ya da “drink”– ihtiyacını karşılayan bar tipi oluşmuş. Kendine göre bir karakteri var bu yerlerin, ama öyle Paris kafeleri gibi ince zarif değiller. Uzun tezgâh önünde tabureler ve birkaç masa oluyor. En çok bira içiliyor. Sahiden “fast”! Kentin bu bölgesinde hava kararırken böyle yerler de şenlendi. Bazı sokaklarda, kaldırım kafeleri tıklım tıklım. Sokakta, geniş kaldırıma taşmış bir yer, belli ki yemek de veriyor, dikkatimi çekti; çekmemesine imkân yok, çünkü önünde küçük bir gezgin orkestra konser veriyor. Akşam yemeği faslını burada tamamlamaya karar verip bir yere çöktüm. Çalgıcılar beş kişiler. Biri mandolin tipi telli bir alet çalıyor, öbür dördünde çeşitli davullar, vuruşlular var (daha sonra bunun benzeri başka gruplar da gördüm). Gayet iyiler. Tabii. Eski kent aynı zamanda iş merkezi. Belli ki insanlar bürolarından çıkınca zaten çoğu tanıdık olan böyle yerlere geliyor, birkaç saati buralarda geçiriyorlar. Çoğu kişi birbirini tanıyor. Örneğin yanımdaki masa ben orada oturduğum süre boyunca büyüdükçe büyüdü. Bu arada kadınların rahat ve özgür oluşları da dikkatimi çekti. Küçük konserin sonunda para toplamaya başlayan siyahi müzisyenle konuşmalarındaki, şakalaşmalarındaki rahatlık, buralarda, yani “eski dünya”da pek bilmediğimiz bir şey. Gelenler, gidenler; oturanlar, kalkanlar; sokakta sürekli trafik, bir de dilenciler. En başta ayakkabı boyamaya çalışan çocuklar var. Gelip dokunuyorlar, epey ısrarlılar; ama Mısır veya Hindistan’dakiler gibi zamk kıvamında değiller. Burada şarap bulabildim. Ismarladığım “file minyon”la bir manga adamı doyurmak mümkündü. Bu kıtada et yemeği böyle oluyor, anlaşılan. Dediğim o hızlı yemek veren yerlerin çoğunda yemeklerinin fiyatı kilo olarak veriliyordu ki normal. Ama metrekare olarak da verilebilir.
[Bu bölümün buraya kadarki kısmını dönüşümden görece kısa bir süre sonra yazmıştım. Onun için, örneğin, Nezih Neyzi’nin önerdiği tüneller yapılmamış gibi bir cümle geçiyor. Sonra bir ara verdim. “Ara vermek” ki ara vermek! Aradan yıllar geçti. Tabii bir yığın ayrıntıyı da unuttum. Tarık Günersel benim Edebiyat Fakültesi’nde çalıştığım yıllarda öğrencim olmuştu. O zamandan süregelen dostluğumuz vardır. Kızı Adalet Barış Günersel Rio’da on ay geçirmiş, dönüşünde de bu anılarını yazmış. Tarık bu kitabı (Rio’da Bir Sene) bana verdi. Unuttuklarıma karşılık bir “yardımcı” olmak üzere onu okudum. İzlenimlerimiz ve birçok değerlendirmemiz epey tutuyor birbirini.]
Toplumsal-ekonomik yapı
Evet, dediğim bu sonradan yoksullaşmış mahalleler, İstanbul’da tarihî yarımadanın göçmüş ve böylece yoksulların yerleştiği yerler haline gelmiş mahallelerine tekabül edebilir olanlar çok büyük yer tutuyor. Bunlardan bazılarını uzaktan gördüm, ama gidip gezecek zamanım olmadı. Bir ufak istisnayla. Otelin penceresinden bakınca böyle bir yerin de göründüğünü yazmıştım. Yakın olduğu için ikinci gün oraya gittim. Anlatacak fazla bir şey yok: derme çatma evler, evrensel yoksulluk görüntüleri. Ama bunlar “çaptan düşme” değil, zaten gecekondu olarak yapılmış, yoksul konutlardı. Yalnız, o tepeden daha zengin bir mahalleye inerken bir levha dikkatimi çekti. Hani bizde de bazı inşaatlara böyle levhalar koyarlar, mimarın adı falan yazılır. Yoksul tepenin o kadar yoksul olmayan eteklerinde şöyle bir levha (neyse ki epey not almışım – bunu da yazmışım): “Erivan Engenharia S.A., Aram Boghossian / Aurelio Boghossian, Rio Branco 109”. Yani, “Erivan Mühendislik” adında bir firma ve muhtemelen kardeş olan iki “Bogosyan”. Biri, “Aram”, tamam, uygun; ama öbürü “Aurelio”… o, Brezilyalı olmuş. Bizim buraların kanlı olaylarından kaçarken (ayrıca, 1915’in öncesinde ve sonrasında) selameti Güney Amerika ülkelerinde bulmuş epey Ermeni vardır. Ertesi gün, Sao Paulo’ya uçuyorum. Benim yer numaram koridor üstü, ama orada yaşlı bir adam oturuyor. Yanı boş. Uçakta ortada oturmayı kimse sevmez. Kendi yerimde, koridorda oturayım, dedim. Biletimi gösterince, sol tarafta oturan iki kadına anlamadığım ama sesi yabancı gelmeyen bir dilde çıkışmaya başladı. Belli ki ortada kalmaktan hoşnutsuz. Bunu anlayınca ortaya ben oturdum. Buna memnun olmakla birlikte kadınlarla kavgasını kesmedi. Hemen arkamızdaki sırada da iki Amerikalı kadın oturuyor. Biri öbürüne, fısıltıyla, “Bunlar nece konuşuyor?” diye sordu. Öteki de fısıltıyla, “Türk olmalılar” diye cevap verdi. Oysa Türk olan benim, onlar Ermeni! Böyle küçük bir karışıklık. Neyse, daha Sao Paulo’ya gelmeyelim. Rio’da işimiz bitmedi. “Yoksulluk” diyordum. Güney Amerika ülkeleri “oligarşik” yapılarıyla tanınır. Brezilya da bu bakımdan farklılık göstermez. Nedir “oligarşi”? Az sayıda zengin, çok sayıda yoksul bulunan ve gelir dilimleri arasında büyük, uçurum gibi farklar olan bir toplumsal yapı demek. Bu yapının buradaki nihaî açıklaması kolonyalizm. Bir yanda her türlü zenginliğe el koymuş Avrupalılar, öbür yanda mülksüzleştirilmiş, yoksullaştırılmış yerliler ya da düpedüz köleler. Bu erken kolonyal koşullar değiştikten sonra da, dengesizlik doğal olarak devam ediyor. Londra’da kaldığımız (“ailecek”) ve ev bulmakta güçlük çektiğimiz bir zamandı. Perry Anderson iki haftalığına Brezilya’ya gidecekti. “İki hafta bende kalın,” dedi. Dönüşünde konuşuyorduk. Macar asıllı bir işadamıyla tanışmışlar.
O sıra Perry de bir Macar sinema oyuncusuyla evliydi. Adam evine çağırmış. Rio dışında, sekiz on dönüm bahçeye yayılan bir malikânede oturuyormuş. Altı bahçıvan çalıştırıyormuş. Birkaç oda hizmetkârı kadın, aşçı ve yamakları, bir de bayağı fraklı falan, baş uşak (“butler”) varmış evde. Garajında ise iki Mercedes ve altı “Renault Station”… “Bu adam,” dedi, “Marksist terminolojide ‘orta burjuva’ kategorisine girer.” Ve sormuştu, “Sizde böyle kesin bir sınıf ayrımı var mıdır?” “Yoktur,” demiştim. Aslında sınıf ayrımı tabii ki vardır ama böyle bir gösterişli tüketim ideolojisi yoktur. Çünkü Osmanlı toplum yapısı bağımsız küçük üreticiler (çiftçi ve esnaf) üstüne kuruluydu ve orta tabaka çok şişkindi. Bunların ideolojileri de (İslam da buna yardımcıdır) böyle servet gösterilerine karşıydı. Onun için, çok parası olan dahi, bunu mümkün mertebe belli etmemeye bakar. Ama geçmişimizde Türkiye’yi “oligarşik toplum” olarak analiz eden Marksist gruplar olabilmiştir. Neyse, geçelim şimdi Türkiye’nin “sol siyaset’ini. Brezilya şüpheye gerek bırakmayacak biçimde oligarşik bir toplum yapısına sahip. Zaman içinde, özellikle sivil ve demokratik siyaset devam edebildikçe, hükümetler bu yapıya denge getirmeye çalışıyor. Bu kolay bir iş değil. Başarı oranı düşük. Toplumsal yapının bu özelliğinin gözle görülür bir işareti –ve ilk günden dikkatimi çekti– hırsızlığa karşı alınan tedbirler. Evlerin, apatmanların kapısına ayrıca demir parmaklıklar yapılmış, bunların kapısına türlü türlü kilit asılmış. Bazılarının ayrıca kapıcısı da var. İri kıyım, zebellâ gibi adamlar. Ve yukarıda değindiğim gibi, dilenci çokluğu da dikkat çekiyor. Başka yerde benzerini görmediğim bir şey, dilenci aileler olması. Bizde merhamet uyandırmak için kucağında çocukla dilenen kadınlar görmeye alışığızdır. Ama Rio’da karı koca ve üç dört çocuk, kaldırımda bir yaygı üstünde küme halinde oturarak dilenebiliyorlar. Yaygı, evleri gibi bir şey. Gece de onun üstünde uyuyorlar. Beni buraya getiren World Movement for Democracy, söylemiştim, ilk toplantısını Delhi’de yapmıştı. Sao Paulo ikincisi, üçüncüsü de Durban’da olmuştu (onu da yazmıştım). Bu üç ülke de “oligarşik” kategorisine girer. Yoksulluğun kol gezdiği toplumlar, post-kolonyal yapılar. Mini etekli kadın dilenci bile gördüm! Brezilya’da böyle çarpıcı bir sınıf farkı olmasına karşılık, ırkçılık yok gibi bir şey. Barış’ın kitabında da aynı gözlemi görüyorum. Avrupa’nın güneyinde yaşayan halklar (çoğu Katolik), yani aslında İspanyollar ve Portekizliler’i kastediyorum, kolonilerinde ırkçılık yapmamışlar. Yerlilerle cinsel ilişkiye çok daha serbestçe (yani, Germanik ve Protestan Kuzey’e oranla) girmişler. Onun için melez nüfus bayağı kabarık.
Brezilya’da fazla yekûn tutmayan bir Kızılderili nüfusa karşılık Afrika’dan getirilmiş zenciler çok kalabalık. Bu da, öteki Güney Amerika ülkelerinde pek görülmeyen bir durum (Karaib’de çok yaygın). Siyah/beyaz karışımı melezlere “mulatto” deniyor; Beyaz ile Kızılderili meleziyse “mestizo”. Zenci ile Kızılderili karışımı da var ama ona ne dendiğini bilmiyorum. Barış Günersel ırkçılık olmamasını bu karışımların yaygınlığına bağlıyor. Olabilir tabii. Az yukarıda anlatmıştım: kaldırımda akşam yemeği yerken davullarıyla müzik yapan “kentet”i. Ortada bir büyük masa vardı, herhalde birkaç aile, kadınlı erkekli, on, on iki kişi varlar. Hepsi beyaz. Çalanlar hepsi siyah. Çalgı işi bitince para toplamaya başladılar. O kalabalık masadan para alırken bir sohbet başladı. Önce ayakta konuşurken laf uzayınca onlar da altlarına sandalya çekip oturdular. Kırk yıllık ahbapmış gibi koyu bir sohbete daldılar. Bunun tadı başka yerde çalıp para toplamaya da baskın geldi ki, ben kalktığımda sohbet devam ediyordu. Özellikle bu sahne, bana bu toplumda ırkçı önyargılara pek fazla yer olmadığını düşündürmüştü. Bu izlenimi değiştirecek herhangi bir şeye de rastlamadım.
Brezilya’nın zencileri
Dört temel tad vardır: tatlı, acı, tuzlu, ekşi. Dünyanın her dilinde, sevgilinize “tatlı” demenin bir imkânı bulunur; ama kimse sevgilisine “ekşim”, “tuzlum” diye hitap edemez. Yani bu dörtlünün içinde “tatlı”nın bir ayrıcalığı var. Ortaçağ’da şeker son derece önemliydi, başlıca kaynağı da, anayurdu Hindistan olan şekerkamışıydı. Araplar Akdeniz’e egemen oldukları yıllarda Kıbrıs’ta, Girit’te ve Sicilya’da şeker üreten rafineriler kurmuşlardı. Haçlı Seferleri sırasında Kıbrıs Avrupalılar’ın eline geçince, Lusignan Krallığı, Carnera’lar derken, bu şekercilik işi de el değiştirerek devam etti. 1570’te, Osmanlılar adayı ele geçirince, Hıristiyanlar’ın Kıbrıs şeker tekeli de sona erdi. Portekiz, Henrique O Navigadore zamanında Asor Adaları’nı, Madeira’yı keşfetti. İnsan uğramamış yerlerdi bunlar. İklim uygun olduğu için şekerkamışı tarımını başlattılar. Daha sonra Brezilya keşfedilince, burası da şekerkamışı yetiştirecek ideal yer olarak göründü. Aynı şekilde İspanyollar da Batı Hint Adaları dediğimiz adalarda şekerkamışı üretimine geçtiler. Böylece “kamış”ın ekimi Amerika kıtasına kaydı ama “şeker”in asıl pazarı Avrupa’ydı. Bu durum, bir “işletme” sorunu çıkardı: yetişen kamışları mı gemiye yükleyip Avrupa’ya taşımalı, yoksa rafineriyi de yeni kıtada kurup Avrupa’ya şekeri mi getirmeli? Kamışlar çok yer tutar; üretilmiş şeker yolda kazaya uğrarsa (ki sık sık uğruyordu: fırtınası, korsan vb.) zarar daha büyük olur.
Her halükârda maliyet artıyordu. Öyleyse? Öyleyse emeği bedavaya getirmek gerekti. Bunun yolu da kölecilikti. Kölenin kaynağı, öteden beri, Afrika. Dolayısıyla “şekerciler” Afrika’dan Amerika’ya gemi gemi zenci köle taşımaya başladılar. Bir zaman sonra pamuk işini keşfeden Kuzey Amerika da kervana katılacaktı. Portekizliler, bir zaman sonra, habire genişlettikleri bu yeni kolonide iklimin ve toprağın kahve üretimine de uygun olduğunun farkına vardılar. Bu da, yeni tip bir plantasyon, dolayısıyla, köle ticaretinin devamı demekti. Brezilya’da köle ticareti, II. Pedro’nun krallığı sırasında (ve onun iradesiyle) 1850’de yasaklandı. Bugün Latin Amerika kıtasına baktığımızda, Arjantin ile Uruguay’ın Kızılderili nüfuslarını tükettiklerini görüyoruz. Bunlar büyük ölçüde “beyaz” toplumlar. Şili de onlara yakın sayılır. Ötekilerde, yani Paraguay, Ekvador, Bolivya, Peru, Kolombiya ve Venezuela, Kızılderili ve Melez var. Brezilya’dan başka bir de İngiliz Guyana’sında Afrika kökenli zenciler nüfusun anlamlı bir bölümünü oluşturuyor. Surinam’da Afrikalı yok, Endonezyalı, Hintli var. Fransız Guyana’sında da Afrikalı yok. Brezilya’da Afrikalı kalmış olanlar % 11’in üstüne çıkmıyor ama Mulatto oranı % 22’de. Daha çok kuzeyde, Amazonia bölgesinde kalan Amerika Yerlileri’yse yüzde biri bile bulmuyor.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Gezi Kitapları
- Kitap AdıBaşka Kentler, Başka Denizler - 4
- Sayfa Sayısı519
- YazarMurat Belge
- ISBN9789750515729
- Boyutlar, Kapak13x19,5, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2023