Varoluşsal bir meraklanıştır başka hayatları düşlemek. İnsanı yalnızlıktan korur, biraz içini ısıtır. Bir romanı, öyküyü okuduğumuz zaman bunun için haz duyarız, biraz da bizim hayatımız yazılmış gibi hissederiz, orada düşlenen hayatlar gibi bizim hayatımızın da bir anlamı, bütünlüğü olduğuna inanmak isteriz. Ancak o estetik bütünlük duygusu hayatın iyiliğini duyumsatabilir bize. Edebiyat tüm acılara rağmen hayata “evet” deme gücü verir, bize yaşamayı öğretir.
Nilüfer Kuyaş, 2004 Memet Fuat Deneme Ödülü’ne değer görülen kitabı Başka Hayatlar‘da, önce ne türden olursa olsun kitap okumanın, sonra da edebiyatın sonsuz renklerle bezenmiş dünyasının, insanın yaşam kültürünü nasıl zenginleştirdiğini anlatıyor. Edebiyatçılar, sonsuz olasılıklara açık “başka hayatlar” hayal eder, okur da o hayallerin içinde kendi aynasını bulur. Kuyaş, edebiyat labirentinin bütün yollarına cesurca girerken okurunu da peşinden sürüklüyor.
***
İçindekiler
Yeni baskıya önsöz/Şanslı kitap, şanslı yazar 13
Önsöz 15
İŞARETLERİN BİZE SÖYLEDİĞİ
Cemal Süreya’nın Düğmesi 25
Pasaklı Puşkin 31
“Şark Bizi Kurtardı”/Henri Matisse Bir Bektaşi miydi?…. 39 Yanlışlıklar Komedyası ya da Marcel’in Baş Derdi/“Türk Sefire” 47
NASIL ROMAN KARAKTERİ OLUNUR?
Bir Zamanlar Nataşa’ydım! 57
Romanın Gölge İkizi Otobiyografi 65
“Özkurmaca” 73
Paranoyak Modernizm/Balthus’un Anıları 81
Tatiller Edebiyata Aittir 89
ELBETTE BİR GÜN KENDİMİZİ SEVECEĞİZ
Huzursuz Miras/Suat’ın Mektubu 97
Şu Avangard Hangi Cehenneme Gitti? 105
Ulusal Poetika 113
Kurucu Metinleri Neden Kurcalamalı? 121
ERİŞİLEMEZ YAKINLIK
İyi ve Kötü 131
Etik ve Estetik 139
“Erişilemez Yakınlık” 147
İnsanlığın Yaylasında 155
Edebiyat ve Kötülük 163
KİMLİĞİN LABİRENTİNDE
Şehir ve Sonsuzluk 171
Babama Mektup 179
İlk Aşk Tiyatro-1 187
İlk Aşk Tiyatro-2 195
“DÜNYA EDEBİYATI” VAR MI?
Dünya Edebiyatı/Kafkavari Düşünceler 205
Moretti Günah Çıkartıyor 213
Postmodern Roman 221
“Yeni Roman” Hâlâ Yeni mi? 229
Temsil Krizi 237
Tarihin içine Düşmek/“Kıvrılmış Sonsuzluk” 247
MÜKEMMELLİĞE KARŞI
Geyik TV Sunar/Gerçekliği Nasıl öldürdük? 257
Derrida’nın Annesi 265
Odalar 273
Arkaik Tebessüm 281
Dizin 289
Yeni baskıya önsöz
Şanslı kitap, şanslı yazar
Başka Hayatlar şanslı bir kitap. İlk kitabım. Bir yazarın doğumu. İlk yayın sevinci. Sonra gelen ödül. Memet Fuat adına düzenlenen deneme ödülünün ilkini almak; hem de müthiş bir jüriden, Türkiye’de edebiyatın en has temsilcilerinden. Mutluluğun resmi bendim o sırada. Fakat kitabın şansı bunların hepsinden fazla bir şeydi, okurla buluşmasıydı. Az sayıda basıldı, piyasada kısa bir süre kaldı, kitapçılardan hızla yok oldu, buna rağmen gerçek okura ulaştı, iyi okura ulaştı. Okurunu buldu. Okurunu bulan kitap, şanslı kitaptır. O kitabı yazan kişiye de “şanslı yazar” diyeceğiz. Şans, nazlı bir tanrıçadır, biliyorsunuz.
2012 yılının Şubat ayında İzmir’de Konak Belediyesi’nin davetlisi olarak katıldığım Edebiyat Günleri toplantısında, iki panel aracında hava almaya çıktığımızda tanımadığım bir kadınla sohbete başladık. Başka Hayatlar‘ı okumuştu, beğenmişti, beğenisini ifade ederken muhteşem bir şey söyledi: “Ahlak ve etik arasındaki farkı ne güzel açıklıyordunuz o kitapta!”
O anda neler hissettiğimi anlatabilmek için yeni bir deneme yazmam gerekir. Yazarla okurun özdeşliği, akraba bir ruhla karşılaşmak, sevinç, ne desem yetersiz. Basitçe teşekkür etmek yerine, her zamanki utangaçlığımla, “Benim çök önem verdiğim bir farktır,” diye ağzımda bir şeyler geveledim. Fakat bu iyi okur, ne düşündüğünü tam ifade etmeye kararlıydı. “Derin bir felsefi gerçeği kolay anlaşılır şekilde yazmanız beni çok etkilemişti,” dedi. İçimden o kadını öpmek geldi, tabii yapmadım, ama gönlümde sımsıkı kucakladığımdan emin olabilirsiniz.
Bu öyküyü kendimi övmek için değil, okuru övmek için anlatıyorum. Daha doğrusu, okura teşekkür etmek için. Tek bir okur, iyi okur, bir kitabı ve yazarını şanslı kılabilir. Ben o şansı yakaladığımı yıllar sonra İzmir’de güneşli bir şubat akşamında anladım. Aynı şekilde Bursa’da, Diyarbakır’da veya Adana’da olabilirdim. Nitekim gene 2012’de Ocak ayında Adana Kitap Fuarı’nda, kitaplarımı bilen bir genç adam, “Başka Hayatlar‘ı bulamıyoruz, yeniden basılacak mı?” diye sordu. O genç okura sesleniyorum şimdi: Evet, işte burada. Umarım şansı devam eder. Özerinde çalıştığım yeni deneme kitabına ivme kazandıracak bir şans olmasını diliyorum. Başka hayatlara dokunmak, yazarlığın özü bence.
Deneme ise yazarlığın esas sınavı.
Haziran 2012
Önsöz
Edebiyatın benim için vazgeçilmez bir tutku olduğunu galiba okuduklarım bana yetmeyip kendim hikâyeler uydurmaya başladığım zaman fark ettim. Gerçi henüz çocukluktan tam çıkmadığım bir çağdı ama ev kitap doluydu, çok okuyordum ve daha da önemlisi annem roman yazıyordu.
Annesi hemen yanı başında ama ulaşılmaz bir mesafede, elinde kalemle başka bir dünyaya çekiliyorsa, çocuğun o dünyayı merak etmemesi mümkün değildir.
Evin ender sakin zamanlarında annem yemek masasında ya da defteri kucağında yazmaya koyulunca ben de usulca yakınına ilişir, kendi hayallerime dalardım ama o sessizliğin bir parçasıydım. Kalemin fısıltılı akışı, noktalama işaretlerinin tatlı vurgusu, çevrilen bir sayfanın hışırtısı, arada kalkan bir baş, uzaklara dalan bakışlar, bazen kendine mırıldandığı sözler, bu esrarengiz dünyadan gelen işaretlerdi.
Defteri gizlice karıştırdığımda gördüm ki okuduğum kitaplardan hiç de farklı değildi, onun da sayfalarında başka hayatlar canlanmıştı! Aynı zamanda büyük bir fark vardı tabii, çünkü bu başka hayatları yaratan, uyduran, hayal eden annemdi. Mutlaka onun hayatıyla bir bağlantısı olmalıydı. Şu esrarengiz evi nerede görmüştü, bu odalardan hangisinde yaşamıştı, o konuşmaları nereden hatırlıyordu, olaylardan bazıları onun da başına gelmiş miydi? Ne kadarı hayaldi ne kadarı gerçek?
İlk defa okur gözüyle değil de yazarın gözüyle bakıyordum bir kitaba. Demek ki romanlar böyle yazılıyordu. O farklı dünya sandığım kadar uzakta değildi. Oyun olsun diye kurguladığım öyküler de yazılabilirdi! O zaman anladım, benim de hayatım elimde bir kalemle geçecekti. Kararım gizli ama kesindi: Ben de yazar olacaktım.
Peki ama nasıl? Okulda ödül kazanan birkaç öykü, defterime gizlice yazdığım şiirler. Ya sonra? Bu ilk çekingen denemelerden asıl yazarlığa nasıl geçiliyordu? Nasıl bir tecrübeyle, hangi bilgiyle, ne şekilde yaşayarak edebiyatın en derin gizlerine ulaşacaktım?
Garip olan şuydu ki, annemin hayatı benim “yazar hayatı” diye tasarladığım şeye hiç benzemiyordu. O zaman henüz Virginia Woolf’un ünlü denemesini okumamıştım, ama okumam da gerekmiyordu, görüyordum, annemin kendine ait bir odası yoktu.
Sonradan anladım “evdeki melek” derken Woolf’un ne demek istediğini ve onu niçin reddettiğini. Başkalarının ihtiyaçları hep önde gelir çünkü. Kendi ihtiyaçları en sondadır. Herkes uyuduktan sonra, ya da iki iş arasında. Kucağında, kanepede, mutfakta. Kendine ait odası yoktur. Bağımsız değildir. Hayatı kendiliğinden bir adanmışlıktır. Benim istediğim bu değildi. İmkânsızlığını adeta iliklerimde hissediyordum.
O zaman yükseldi içimde Rimbaud’nun haykırışı: Çabuk! Başka hayatlar var mı? Hazır giyinilmiş olanın dışında, özellikle de ev kadını, eş ve anne olmadan? Neydi Rimbaud’nun kastettiği şey? Neden herkese birkaç hayat verilmeli demişti? Neden o tek olanın içine bazen istenilen her şey sığmıyordu? Belki de bu yüzden teselli ediyordu bizi edebiyat, başka hayatları hiç değilse hayalimizde, dolaylı yaşayabildiğimiz için.
Ama ben edebiyatta yaratılan hayal ürünü hayatlarla ilgili değildim şimdi, kendi hayatımı arıyordum.
Gerçi insanın kendi hayatı da bir ölçüde hayal ürünüdür diyebiliriz, kendini tasarlamak, kurgulamak hatta bazen yeniden icat etmek zorundadır insan. Bu nedenle kişiliğinin bazı yönlerini inkâr etmek zorunda bile kalabilir, kendine acımasız davranması gerekebilir. Sanırım ben de kendi içimdeki yazarı bulmaya, onu farklı koşullarda kurgulamaya çalışıyordum. Elbette zor ama çok da hoş bir serüvendi bu. Geriye dönsem hiçbir ânını değiştirmezdim. Evdeki melekten kaçıyordum tabii, ama benim meleğim aynı zamanda yazardı, çelişkili bir örnekti. Çok daha uzaklara, hem de ters yöne gitmeliydim, farklı şeyler denemeliydim önce: başka hayatlara kaçış.
Fakat hangi yöne gittiysem edebiyat tutkusu peşimi bırakmadı, yarım kaçışlardı bunlar. İlgilendiğim her alanı edebiyat sevgim sayesinde keşfettim ya da edebiyat sevgimle besledim. Elinizdeki kitapta yer alan denemelerin hepsi de benim edebiyat sevgimden doğdu, edebiyat tutkusunu başka tarzlarda yaşayışımdan kaynaklandı, aradığım o başka hayatlardan izler var hepsinde.
Örneğin bir amatör tiyatro âşığına rastlayacaksınız. Tiyatrocu olmak bir dönem en büyük düşümdü. Şiire en yakın sanat değil midir tiyatro? Bir metni sahnede canlandırmak, eski bir dostun ifadesiyle “büyülü bir haz alanı” yaratmaz mı? Birazcık olsun sahne tozu yutmamış bir edebiyatçı düşünemiyorum.
Bazı yazılarda ise bir felsefe meraklısı çıkacak karşınıza. Felsefeyi de edebiyat sevgim sayesinde keşfettim. Edebiyatı farklı açılardan kuşatmayı öğrendim böylece: İlk eleştiri yazılarım üniversitede ödev olarak yazdığım denemelerdi. Felsefeyle edebiyat arasındaki ilişki özellikle heyecanlandırıyordu beni. Estetik neydi? Eleştiri akımları ve edebiyat teorileri felsefeden nasıl beslenmişti? Kültür eleştirisi ile edebiyat felsefesi hangi açılardan farklıydı? Metin nedir? Yaratılma koşullarıyla algılanma koşulları nasıl değişir? Felsefe giderek daha çok içine çekiyordu beni. Uzaktan akademik bir hayatın silueti belirmeye başlamıştı. Ama o hayatın da bana göre olmadığını çabuk anladım. Akademik dil, edebiyat dili kadar geniş nefes alamıyordu.
Yazıların bir kısmında da bir gazeteci edası uzaktan ilişebilir gözünüze. Felsefeden farklı bir tarzda soru sormayı, şüphe etmeyi, toplumla ilgilenmeyi, en zor fikirleri bile sade bir dille ifade etmeyi, kendi yazılarımı acımasız bir editör gibi kısaltmayı gazetecilikten öğrendim. Fakat rastlantı sonucu girdiğim gazeteciliğin dili de yetmiyordu bana. Her fırsatta kültür ve sanatta uzmanlaştım. Radyoculuk yaptığım yıllarda hazırladığım her program birer sözlü denemeydi aslında. “Konuşma diliyle yazmak” denilen şeyi sınamak fırsatım oldu. Daha sonra basında ve televizyonda yaptığım söyleşilerde başka edebiyatçıların kendilerini tanımlama stratejilerini keşfettim. İnsan, kendisi de yazıyorsa, eleştirmenliğin her şeyden önce yazarın amacına ve yeteneğine hizmet etmek olduğunu asla unutamaz.
Edebiyat tutkusunun bana yaşattığı o başka hayatlardan izler bulacaksınız bu denemelerde: amatör tiyatrocuyu, gazeteciyi, felsefe meraklısını, akademik kariyer adayını. Bütün bu kimliklerin sonuçta deneme türünde buluşmaları benim açımdan edebiyatın zaferiydi aslında. Başka hayatlar ararken bukalemun gibi suretlerine girip çıktığım bütün o farklı kimlikler ben tam farkına varmadan tek bir potada erimişti. Atomlarına ayrıldıktan sonra tekrar bütünleşen bir varlık birimi gibi tıpkı.
Peki ama bu bütünlük olasılığı nerede yaşadı, o edebiyatçı kimliği nerede gizlendi yıllarca? Yanıt çok basit ve çok tuhaf: Bir defterde. Neredeyse yirmi beş yıldır düzenli olarak tuttuğum günlükte. Aslında sayıları yüzü bulan bir defterler dizisi, fakat benim için hep tekil bir “defter” oldu o günlük. Şu çok beğenilen Matrix filmindeki gibi, ürettiğim her şeyin ana kalıbıydı. Matrix ne de olsa dölyatağı demek. Doğurgan bir rahim, aynı zamanda bir koza. Edebiyatçı kimliğim de kozasında beklemişti bunca yıl. Ben ona “oluşma defteri” demeyi tercih ediyorum.
Belki Rilke haklıydı, çok gençken yazılan dizelerin pek kıymeti yoktu, uzun süre beklemeliydi insan, anlam ve lezzet toplamalıydı, sonunda iyi birkaç satırın ortaya çıkması için. “Çünkü mısralar sanıldığı gibi duyguların değil yaşamış olmanın verimidir.” Kimimiz için çok uzun sürebilir bekleyiş. Kişinin en son çözdüğü şifreler kendi hayatının işaretleri olabiliyor bazen.
Garip bir öyküydü bu. Evdeki meleğin yaratıcı kanadı öylesine değmiş olmalıydı ki ruhuma, melekten kaçıyorum zannederken hep aynı başlangıca dönmüştüm. Kozasında gizlenen, sürekli yazan ama yazdıklarını yayımlamayan bir yazar olmuştum sonunda.
Şimdi o matrix deftere baktığımda görüyorum: Kendime sürekli kurduğum dil sınavları, üslup alıştırmaları, yarıda bırakılmış roman taslakları, öykü deneyleri, şiir karalamaları, hepsi orada. Bazen de, zihnimi kurcalayan veya beni heyecanlandıran konularda düşüncelerimi serbest bırakışlarım. Elinizdeki kitap da öyle doğdu zaten; günlüğün sayfalarında serbestçe fikir yürüttüğüm bazı pasajların kendiliğinden birer denemeye dönüştüğünü fark ettiğim zaman ilk adımı atmaya hazırdım. Bir dergi sayfalarını açarak bu olanağı verdi bana.
Dergilerin belki de en önemli özelliği deneme türünün gerçek evi olmalarıdır. Bir tek dergilerde yasayabilir deneme, yalayacağı başka yer yoktur. Ben de kendimi gazetecilikten farklı bir alanda sınamak istediğim zaman bu fırsatı bir dergide buldum. Her ay bir yazı yazmanın getirdiği süreklilik, bir yüzücünün nefes açması gibiydi.
Fakat bu kitap bir dergide yayımlanmış yazıların toplamından ibaret değil. O yazıların birbiriyle ilintisini bulmam gerekti önce. Akraba olan yazılan farklı başlıklar altında toplamaya çalıştım. Kendiliğinden bir bütünlük oluştu. Kitap doğmak istiyordu.
Gazetecilikten farklı bir üslupla yazmaya deneme yoluyla geçişim şimdi çok doğal görünüyor bana. Deneme yazmak gerçek anlamda bir oluşma sürecidir çünkü, başlı başına bir keşif yolculuğudur.
Deneme özünde nedir ki? Yazarın kendisi olmaya en yakınlaştığı yazın türüdür, derdim. Ne kadar gizlense de kendini en çok ele verdiği tür. Deneme fazla gizlenmeye gelmiyor, belli bir çıplaklık istiyor. Bir konuda gerçekten ne düşündüğünüzü, neye inandığınızı, en sahici duygularınızın ne olduğunu deneme yazmadan bilemiyorsunuz. Kim olduğunuz gerçeğiyle yüzleşmeniz gerekiyor. Bana öyle geliyor ki, edebiyatın sürekli yeniden doğduğu ve yenilendiği bir matrix varsa eğer, o matrix denemedir.
Bilinmezliğin korkusunu yenmek, biraz tehlikeyi göze almak zorundadır deneme yazarı. Aradığımız hakikat sanki içimizde bir yerdedir ama henüz dilin dışındadır, ancak dile dökmeye başladığımız zaman görebiliriz nereye gittiğimizi. Bir risk vardır burada. Adı üstünde, insan denerken yanılabilir de. Ama o keşfe çıkmak arzusuna da karşı konulamaz, çünkü keşfedeceğiniz şey kendi kimliğiniz.
Bütün yazarlar -ister şair olsun, ister romancı- bu yüzden deneme yazarlar, o dölyatağına sürekli geri dönerler. Yeni projelerin tohumları orada atılır, yeni yönelişler ilk orada sınanır. Çünkü sanatçı aynı zamanda sanatın ne olduğunu tanımlamaya çalışan kişidir.
Deneme çok heyecan verici bir tür, çünkü her şeyi yapa-
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Deneme
- Kitap AdıBaşka Hayatlar
- Sayfa Sayısı270
- YazarNilüfer Kuyaş
- ISBN9789750715129
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Aşık Kadınlar Sokağı ~ Hikmet Çetinkaya
Aşık Kadınlar Sokağı
Hikmet Çetinkaya
Evin holünde uzun bir zaman… Kadın, erkeğe gülümsüyor… Erkek “bir oyun” olduğunu o anda seziyor… Kadın, pencere kenarına doğru gidiyor usulca… Kadın, kandırmacaları yaşamına...
- Medusa’nın Makası ~ Küçük İskender
Medusa’nın Makası
Küçük İskender
Oscar VVilde, Oğuz Atay, Muse, Ufuk Uras, David Bowie, Huysuz Virjin, Can Yücel, Hemingvvay, ölenler, öldürülenler, sevişenler, sevişmeyi reddedenler, tutuculuktan rant elde edenler, kendine...
- Hayat Müzikle Devam Eder ~ Sadık Yalsızuçanlar
Hayat Müzikle Devam Eder
Sadık Yalsızuçanlar
“Hiçbirimiz birbirimizden farklı değiliz. Bütün kültürler birbirleriyle benzerdir. Müzik bizim ortak lisansımız, ortak muhabbetimizdir. Müzik ve dans sayesinde de hepimiz kardeşçe bir araya gelebiliriz....