Bazı şeyler var hayatta, insan yapana kadar yapabileceğini bilmiyor. Daha fenası, inanmıyor da elinden gelebileceklere. Çizeceği resimlere, söyleyebileceği şarkılara, anlatacağı hikâyelere inanası gelmiyor. Kendini bitmiş, elindekiler çoktan tükenmiş gibi hissediyor. Oysa hepimizin içinde, coşkuyla açabilmek için doğru topraklara ekilmeyi bekleyen tohumlar uyuyor.
Sakin ve Yakın kitaplarının yazarı Ege Soley’le bu kez “bambaşka” bir yolculuğa çıkıyoruz. İngiltere’de siyaset eğitiminin ardından her şeye sıfırdan başlama kararıyla, kendini Paris’te bir çiçekçide çırak olarak çalışırken bulan Ege’nin deneyimleri, bize bu mesleğin hiç tahmin edilemeyecek kapılarını aralarken hayata her an yeniden başlamanın da mümkün olduğunu hatırlatıyor…
Bernard Shaw, hayat kendini bulmakla ilgili değil, kendini yaratmakla ilgilidir demiş. Aynı kâğıda, zaman ve sabırla yeni çizgiler çizmekle, birazını silmek, birazını kalınlaştırmakla, bir köşesine renkli çiçekler, bir diğer köşesine ne yaptığını düşünmeden küçük kutular, kareler, spiraller çizmekle de ilgili hayat. Çalışmakla, pişirmekle, bazen gayret, bazen pes etmekle, kendini içinde iyi hissedeceğin rahat bir sen yaratmakla ilgili. Hayat kendini yaratmakla ilgili olduğu kadar, üzerini saran ve sadece senin kendi parmaklarının çözebileceği türlü düğümleri tek tek açmakla da ilgili. Uzun bir süre, aslında çoğunlukla başkalarından dinlediğin kendine alıcı gözüyle bakma, onunla en baştan tanışıp yürümekten hoşlanacağı bir yol çizme ve onu yaratma yolunda karşına çıkabilecek türlü engellere tahammül etme gücüyle ilgili.
Hayat, hangi noktasında, hangi durağında, hangi pes edişinde, hangi bilinmezliğinde olursa olsun bazen sıfırdan, bazen sıfırın altından başlamakla ilgili. Hayat, sürekli akmakla, akanı anlamak, onunla anlaşmak, ona alışmakla ilgili. Yıllarca güven veren o sert kabuğu attıktan sonra altından çıkan taze, pembe ve ürkek deriyi sahiplenmekle ve gönül rahatlığıyla kabullenmekle ilgili. Ve en önemlisi hayat, karşına çıkan tüm olmazların gözünün içine baka baka başkalaşmakla ve gerektiği zaman hiç korkmadan en baştan başlamakla ilgili…
Kendimi hiçbir yere sığdıramadığım bir dönemdi, bazen hepimize olur ya öyle. Gençliğimin, bütün enerjimin, yapabileceklerim ve peşinden koşabileceklerimin tam ortasında, tüm bilinmezliğim ve hevessizliğimle oturuyordum. İngiltere’deki iyi bir üniversiteden yeni mezun olmuştum ve hayatın benden, benim de hayattan beklentilerimiz hiç bu kadar fazla olmamıştı o güne kadar. Bir yandan nedense zinhar vakit kaybetmek istemiyor, bir yandan nereye sapacağımı hiç bilmiyor, bir yandan da dışarıdan nasıl göründüğümü çok fazla umursuyordum. Yıllar boyunca büyük beklentilerle yoğurduğum hamurum, aylardır tezgâhın üzerinde öylece duruyor, kıvamını, kuvvetini kaybediyordu. Farkındaydım ve çok rahatsızdım bu durumdan. Başkalarına soracak olsam çıkmam gereken yol belliydi aslında; bana düzgün bir sıfat, iyi bir meslek, parlak bir kartvizit gerekiyordu. Oysa benim tüm hevessizliğimle hayatımın orta yerinde oturmaktan ayaklarım uyuşmuş, beynim karıncalanmıştı. Ve bütün hayatım, birkaç ay önce kestirip sonrasında çok pişman olduğum saçlarım gibi giderek şekilsizleşiyordu. Kimin ne düşüneceğini, arkamdan neler konuşulacağını umursamadığım bir evreye ulaştı sonra hayatımdaki sis. Dikbaşlılıktan ziyade savaşmaya gücüm kalmamıştı. Birilerine bir açıklama yapmaya, kendimi tarif etmeye çalışmaya ya da beni bu buhranlı hissiyattan çıkarması için elimi uzatmaya ne hevesim ne mecalim vardı. Bir şekilde son bir gayret ve cesaretle, son adımımı attım kendime doğru.
İnsanın bir büyüğünden çekinir gibi kendinden çekindiği zamanlar oluyor; içindeki ses ne diyecekse onun doğruluğundan şüphe etmeyeceği, hatta iki eli kanda olsa mutlaka onun sözünü dinlemesi gerektiğini bildiği zamanlar. Tam da öyle bir andı. Ne yapacağız Ege? dedim, böyle ömür geçmez. Ne istiyorsun, bari bana söyle. Hemen gelmedi cevap, üzerine gittim. Bazen yalnız kaldığımda, bazen kalabalıkların ortasında, bazen akşamları yatağa yattığımda. Bir ses duymak zorundaydım; çünkü emin olduğum tek bir şey varsa, o da kendime vereceğim her türlü cevabın, içinde olduğum belirsizlikten daha rahatsız edici olmayacağıydı. Sonunda bir şekilde emin oldum hissettiklerimden. Gitmek istediğimi fark ettim. Nereye’si, nasıl’ı, ne zaman’ı, niçin’i çok belirsiz, tertemiz ve çok net bir gitme isteği zuhur etmişti içimde. Bir yeni baştan başlama, belki hiç bilmediğim bir yerlerde hiç alışık olmadığım bir hayat kurma isteği. Belki o sahip olmam gerektiğini düşündüğüm ciddi mesleklerden kaçma, belki başka bir yerlere ait olabileceğim hissine sarılma. Bugün hâlâ bilmiyorum. Bir akşamüstü, başımın tepesinde bir bulut gibi dönen tüm buhranları bilen ve hiçbir şey söylemeden çözmemi bekleyen anneme, durup dururken bunu söyledim. Ben gitmek istiyorum.
Elimdeki tek cümle buydu, ne başı sonu, ne sebebi, ne sonucu vardı. Dümdüz, öncesi sonrası olmayan, belli belirsiz bir heves içeren, hatta yarın unutabilecekmişim gibi görünen bir cümle. Hangi yöne uçacağı belli olmayan, öylece havaya bırakılmış bir balon. Basitçe nereye gitmek istediğimi sordu annem. Hiç düşünmedim, dudaklarımdan bir tek kelime düştü; Paris’e. Çünkü Fransızca bilmiyordum, çünkü Paris’i hiç tanımıyordum, çünkü orada ne iş yapılır hiçbir fikrim yoktu ve aslında sıfır noktasından başlayabileceğim yer tam da böyle bir yer olmalıydı. Bu kadar hızla verilmiş bir cevabı ne annem ne ben bekliyorduk. Sanki aylardır bunun planını yapmışım, kalacağım evi, gideceğim okulu ya da gireceğim işi çoktan ayarlamışım gibi davranışım, aramızdaki sehpanın üstünde, adını bile bilmediğimiz tuhaf bir çiçek gibi duruyordu şimdi. İkimizin de gözü ona takılmış, öylece kalakalmıştık.
Bana üç ay verin, dedim. Sadece üç ay. Benim gitmem, kendi gözümle görmem lazım. Ne yapabileceğimi de yapamayacağımı da anlamam için üç ay yeterli.
O gün orada o konuyu kapatsaydık, bir daha açmayacaktık, eminim. Belki ben söylediğimi yapmak için cesaret bulamayacaktım, belki zaten hayat oraya doğru akmayacaktı. Aylara yayılmış bir rahatsızlığın, şekilsizliğin, ne yapacağını bilmezliğin, anlık ve şımarık bir buhranı gibi görünecekti her şey. Saçmalama Ege diyecekti annem. Otur düşün ne yapmak istediğini. Oturup düşünecektim ben de. Unutulmayacaktı ama üzeri örtülecekti. Evet, Paris yüzyıllardır heyecanını kaybetmemiş bir şenlikti belki ama, beni ne davet eden vardı o şenliğe, ne elimde bir giriş bileti. Ve elbette şenlik dediğin, ne yapayalnız ne de etrafında konuşulanları anlamadan bir şeye benzerdi. Fakat kader diye bir şey varsa, belki de tam da böyle anlarda ortaya çıkıp kendini gösteriyor.
Rüzgârları hızlandırıyor, bazen hiç beklenmedik yağmurlar yağdırıyor. Bütün taşları yerinden oynatıp, insana alışık olduğundan çok farklı, oldukça da rahatsız bir ceket giydirip biraz da böyle devam et bakalım diyor, bakalım nasıl yürüyecek, nereye kadar gidebileceksin. Ve sonra insan, bastığı her adımda altındaki taşların yerinden oynadığı o yeni yolda yürümeye başlıyor. Yola çıkmak cesaret istiyor; kendini tanımaya çalışmak, içindeki senin ne istediğini dinlemeye karar vermek ise daha fazla cesaret. O gün annemle aramızdaki sehpada kendiliğinden açan o tuhaf çiçek, benim için hiç bilmediğim bir yolun ilk adımı oldu. O çiçek o gün orada açmasa, bizim dikkatimizi çekmese, ben bugün nerede, kim olurdum hiç bilmiyorum. O çiçeğin sayesinde çok uzun, çok yorucu, çok heyecanlı, çok başka bir hikâye oldu benim yolum. Başka biri oldum, hayatım tahminimden çok başka bir renge büründü. Ve benim o zamanlar çıkmaya cesaret ettiğim, bugün teklif etseler muhtemelen korkarak arkamı döneceğim yol, yıllar boyunca o güne dek hiç görmediğim, bambaşka çiçekler açtı bana. Kim bilir, hayat belki biraz da bununla ilgili. Türlü yollardan yürüyüp, bir gün tökezleyip, bir gün sertçe düşüp, sonunda nihayet kendi rengini bulmakla…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Kişisel Gelişim
- Kitap AdıBaşka
- Sayfa Sayısı224
- YazarEge Soley
- ISBN9786050983814
- Boyutlar, Kapak13.6 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviDoğan Novus / 2021