“Hiçbir şey hayal edebileceklerimizden kötü olamaz,” diye mırıldanıyorum. Beni duyduğunu belli eden bir işaret yapmıyor. Kanepeye çöküyor, onu esneyerek yanıma çekiyorum. “Anlat bana,” demek istiyorum, “bunu bir sır gibi saklama, acı sadece acıdır, o kadar.” Ama sözcükler benden kaçıyor. Kollarım ona dolanıyor, dudaklarım kulak deliğinde, konuşmaya çalışıyorum; sonra karanlık çöküyor.
Avustralya’da yaşayan Güney Afrikalı yazar J.M. Coetzee’den, hayalî bir imparatorlukta geçen ve 1970’lerin Güney Afrika’sına göndermeler yapan bir roman. Geniş topraklara yayılmış bir imparatorluğun en ucundaki bölgede yaşayan barbarlar, sözümona ayaklanmak üzeredir. Onları bastırmak bahanesiyle gönderilen Albay ve emrindekiler, müthiş bir işkence ve kıyım başlatır.
Barbarları Beklerken, o bölgede görevli, yıllardır başkentin yüzünü görmemiş Sulh Hâkimi’nin ağzından aktarılan ürkütücü bir zorbalığın öyküsü; ancak öncelikle bir aşk, sevecenlik ve bağışlama romanı. Coetzee zorbalara da onların kurbanlarına da aynı insancıl tavırla yaklaşıyor.
1
Böyle bir şeyi ilk kez görüyorum: Adamın gözlerinin önünde yuvarlak tellere geçirilmiş iki küçük cam disk asılı duruyor. Kör mü? Kör gözlerini saklamak istemesini anlayabilirdim. Ama kör değil. Diskler kara, dışarıdan saydam değilmiş gibi görünüyorlar, ama o, içlerinden bakarak görebiliyor. Bana yeni bir icat olduklarını söylüyor. “İnsanın gözlerini güneş ışığından koruyor,” diyor. “Burada çölde işe yarıyor. Durmadan gözlerini kısmak zorunda kalmıyorsun. İnsanın daha az başı ağrıyor. Bak.” Gözlerinin kenarlarına hafifçe dokunuyor. “Kırışık yok.” Gözlüğü tekrar takıyor. Doğru. Cildi gerçekten de daha genç bir adamınki gibi. “Bizim oralarda bunları herkes takar.” Hanın en iyi odasında aramızda küçük bir şişe ve bir kâse fındıkla oturuyoruz. Onun burada bulunmasının sebebini konuşmuyoruz. O buraya acil duruma müdahale eden güçler tarafından gönderildi, bu kadarı yeterli. Bana binlerce geyiğin, domuzun, ayının öldürüldüğü, öyle çok ki sonunda geride leşlerden bir dağın (ne yazık ki) çürümeye bırakıldığı en son büyük avdan bahsediyor. Ona her sene göç sırasında göle inen büyük kaz ve ördek sürülerinden ve onları tuzakla avlamakta kullanılan yerli yöntemlerden bahsediyorum. Onu bir gece yörelilerden birinin kayığıyla balık avlamaya çıkarmayı öneriyorum.
“Bunu mutlaka yaşamalısınız,” diyorum, “balıkçılar, balıkları suya attıkları ağlara doğru sürmek için suyun üstünde fenerler yakıp davullar çalıyorlar.” Başını sallıyor. Bana gitmiş olduğu başka bir sınır bölgesindeki insanların yılan etini leziz bir yiyecek olarak gördüğü bir yerden ve vurduğu dev bir antiloptan bahsediyor. Tuhaf mobilyaların arasında güçlükle yürümesine karşın gözlüğünü çıkarmıyor. Erkenden yatıyor. Burada, handa kalmasının sebebi kasabadaki yemek yenecek ve kalınacak en iyi yer olması. Personele onun önemli bir ziyaretçi olduğunu söyledim. “Albay Joll, Üçüncü Büro’ dandır,” dedim. “Üçüncü Büro bu günlerde Sivil Savunma’nın en önemli departmanı.” En azından başkentten gelen, işittiğimiz çoktan eskimiş söylentilere göre öyle. Han sahibi başıyla onaylıyor, hizmetçi kadınlar başlarını eğiyor. “Onun üstünde iyi bir etki uyandırmalıyız.” Yaygımı, gece esintisinin insanı sıcakta biraz olsun ferahlattığı surlara götürüyorum.
Ay ışığında şehrin düz çatılarında uyumakta olan diğer insanları seçebiliyorum. Meydandaki ceviz ağaçlarının altından hâlâ sohbet sesleri geldiğini işitebiliyorum. Karanlıkta bir pipo ateşböceği gibi parlıyor, sönüyor, tekrar parlıyor. Yaz yavaşça bitişine doğru ilerliyor. Meyve veren ağaçlar yüklerinin ağırlığı altında inliyor. Başkenti gençliğimden beri görmedim. Şafaktan önce uyanıp annelerinin ve sevgililerinin düşünü görerek uykularında kıpırdanarak iç geçiren askerlerin yanından ayaklarımın ucuna basarak geçip merdivenlerden iniyorum. Gökyüzünde binlerce yıldız tepeden bize bakıyor. Burada gerçekten de dünyanın çatısındayız. Gece vakti açık havada uyanınca insanın gözü kamaşıyor. Kapıdaki nöbetçi asker bağdaş kurmuş, tüfeğine sarılmış, derin bir uyku çekiyor. Hamalın evinin kapısı kapalı, el arabası dışarıda duruyor. Yanından geçiyorum.
“Mahkûmlar için özel bir yerimiz yok,” diye açıklıyorum. “Burada fazla suç işlenmez ve genellikle de para ya da zorunlu çalışma cezası verilir. Bu kulübe, gördüğünüz gibi tahıl ambarına eklenmiş bir depo, o kadar.” İçerisi dar ve kötü kokuyor. Penceresi yok. İki tutsak bağlı halde yerde yatıyor. Koku onlardan geliyor, eski sidik kokusu. Muhafızı çağırıyorum: “Şu iki adamın üstünü başını temizlet ve lütfen çabuk ol.” Konuğumu tahıl ambarının serin loşluğuna sokuyorum. “Bu sene umumi araziden üç bin kile almayı umuyoruz. Sadece bir kere ekim yapıyoruz. Havalar çok iyi gitti.” Farelerden ve sayılarını kontrol altına almaktan bahsediyoruz. Kulübeye geri döndüğümüzde ıslak kül kokuyor ve tutsaklar bir köşede diz çökmüş hazır bekliyor. Biri yaşlı bir adam, diğeri bir oğlan çocuğu. “Birkaç gün önce yakalandılar,” diyorum. “Yirmi mil ötede büyükbaş hayvan çalmak için bir baskın yapıldı. Bu çok tuhaf. Normalde kaleden uzak dururlar. Bu ikisi daha sonra yakalandı. Baskına ilişkin hiçbir şey bilmediklerini söylediler. Bilmiyorum. Belki de doğruyu söylüyorlardır. Onlarla konuşmak isterseniz tercüme ederim tabii.” Çocuğun yüzü morluk ve şişliklerle kaplı, bir gözü de şişip kapanmış. Önünde çömelip yanağına hafif hafif vuruyorum. “Dinle evlat,” diyorum, sınır bölgesinin yerel lehçesiyle, “seninle konuşmak istiyoruz.”
Yanıt vermiyor.
“Rol yapıyor,” diyor muhafız. “Anlıyor.”
“Kim dövdü onu?” diye soruyorum.
“Ben yapmadım,” diyor. “Geldiğinde bu haldeydi.”
“Seni kim dövdü?” diye soruyorum gence.
Beni dinlemiyor. Omzumun arkasından muhafıza
değil, yanında duran Albay Joll’a bakıyor.
Joll’a dönüyorum. “Herhalde ilk kez böyle bir şey görüyor.” İşaret ediyorum. “Gözlüğü kastediyorum. Sizin kör olduğunuzu sanıyor olmalı.” Ama Joll gülümsememe karşılık vermiyor. Anlaşılan tutsakların önünde belli bir ciddiyeti korumak gerekiyor. İhtiyarın önünde diz çöküyorum. “Beybaba, dinle beni. Seni buraya bir sürüye yapılan baskından sonra yakaladığımız için getirdik. Bu çok ciddi bir mesele. Bu yüzden cezalandırılabilirsin, biliyorsun.” Dili dudaklarını ıslatmak üzere dışarı çıkıyor. Yüzü kül rengi ve bitkin. “Beybaba, beyefendiyi görüyor musun? Bu beyefendi başkentten bizi ziyarete geldi. Sınırdaki bütün kaleleri ziyaret ediyor. İşi gerçeği öğrenmek. Yaptığı tek şey bu. Gerçeği öğreniyor.
Eğer benimle konuşmazsan onunla konuşman gerekecek. Anlıyor musun?” “Ekselans,” diyor. Sesi çatlıyor; genzini temizliyor. “Ekselans, soygun hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Askerler bizi durdurup bağladı. Durup dururken. Yolda gidiyorduk, buraya doktoru görmeye geliyorduk. Bu, kız kardeşimin oğlu. İyileşmeyen bir yarası var. Biz hırsız değiliz. Ekselansa yaranı göster.” Çocuk önkoluna bandaj yapılmış olan paçavraları büyük bir hızla, eli ve dişleriyle açmaya girişiyor. Kurumuş kanlı ve irinli son kısımları etine yapışmış, ama uçlarını kaldırıp bana yaranın kırmızı, kızgın kenarını gösteriyor. “Görüyorsunuz ya,” diyor yaşlı adam, “yarayı hiçbir şey iyileştirmedi. Askerler bizi durdurduğunda onu doktora götürüyordum. Hepsi bu.” Konuğumla birlikte meydana geri dönüyorum. Yanımızdan üç kadın geçiyor; kafalarında çamaşır sepetleriyle sulama bendinden dönüyorlar. Bize meraklı gözlerle bakarken boyunlarını dimdik tutuyorlar.
Güneş bastırıyor “Bunlardan başka uzun süredir içeride tuttuğumuz mahkûm yok,” diyorum. “Bir rastlantı: Normalde elimizde size gösterecek barbar olmazdı. Bu sözde haydutluk aşırıya kaçmıyor pek. Birkaç koyun çalıyor ya da trenlerden bir yük hayvanı aşırıyorlar. Bazen biz de onlara karşı baskınlar düzenliyoruz. Çoğu kendi küçük sürüleri olan ve nehir boyunda yaşayan fakir kabile insanları. Bu bir yaşam tarzına dönüşüyor. İhtiyar doktoru görmeye geldiklerini söylüyor. Belki de bu doğrudur. Kimse baskına çıkarken yanına yaşlı bir adamla hasta bir çocuğu almaz.” Onları savunmaya geçmiş olduğumu fark ediyorum. “Emin olamayız tabii. Ama yalan söylüyorlarsa bile, böyle basit insanlar nasıl işinize yarayabilir ki?” Gizemli suskunluğunun, sağlıklı gözlerini gizleyen kara kalkanlarının önemsiz teatral gizeminin uyandırdığı huzursuzluğu bastırmaya çalışıyorum. Yürürken bir kadın gibi ellerini önünde kavuşturuyor. “Yine de,” diyor, “onları sorgulamam gerek. Bu akşam, eğer uygunsa. Asistanımı da getireceğim. Dillerini bilen birine de ihtiyacım olacak. Muhafız olabilir. Dillerinden anlıyor mu?” “Hepimiz derdimizi anlatacak kadar konuşuyoruz. Benim orada olmamamı mı tercih ederdiniz?” “Canınız sıkılırdı. Başlamadan önce uyguladığımız prosedürler var.”
İnsanların daha sonra tahıl ambarından geldiğini iddia ettikleri çığlıkları duymuyorum. O akşam işimi yaparken her an muhtemelen neler olup bittiğinin farkındayım ve kulağım insan acısının tonuna odaklı. Ama tahıl ambarı kalın kapıları ve küçük pencereleri olan devasa bir bina; güney tarafındaki mezbahayla değirmenin ardında kalıyor. Hem bir zamanlar bir ileri karakol, sonra da sınırdaki bir kale olan burası tarım yapılan bir yerleşim merkezine, üç bin kişilik bir kasabaya dönüşmüş durumda ve ılık bir yaz akşamında bütün bu insanların sesleri birileri bir yerlerde çığlık atıyor diye kesilmiyor. (Belirli bir noktada bu kez kendimi savunmaya girişiyorum.) Albay Joll’u boş bir zamanında tekrar gördüğümde lafı işkenceye getiriyorum. “Ya mahkûmunuz doğruyu söylüyorsa,” diyorum, “ve yine de kendisine inanılmadığını görüyorsa? Bu korkunç bir durum değil mi? Hayal edin: Teslim olmaya hazırsınız, teslim olmaya, artık teslim edecek bir şeyiniz kalmamış, ezilmişsiniz, yine de daha fazlasını vermeye zorlanıyorsunuz! Sorgulayan için de ne büyük bir sorumluluk bu! Birinin size doğruyu söyleyip söylemediğini nereden anlıyorsunuz?” “Ses tonundan,” diyor Joll. “Doğruyu söyleyen bir adamın sesinin belli bir tonu vardır. Eğitimimiz ve deneyimlerimiz bize bu tonu tanımayı öğretir.” “Gerçeğin tonu! Bu tonu gündelik yaşamda da yakalayabiliyor musunuz? Benim gerçeği söyleyip söylemediğimi anlayabiliyor musunuz?” Bu en yakınlaştığımız an ve o, bunu elini hafifçe sallayarak uzaklaştırıyor. “Hayır, beni yanlış anladınız. Ben şimdi yalnızca özel bir durumdan bahsediyorum, gerçeği aradığım ve bunun için baskı yapmak zorunda olduğum bir durumdan.
Anlıyorsunuz ya, önce yalanlar işitirim –böyle olur–, önce yalanlar, sonra baskı, sonra daha çok yalan, sonra daha çok baskı, sonra kırılma noktası, sonra daha çok baskı, sonra gerçek. Gerçeği böyle elde edersiniz.” Acı gerçektir; diğer her şeyden şüphelenilebilir. Öylesine açıkça geri dönmeye can attığı başkentte perde arasında tiyatro koridorlarında arkadaşlarıyla fısıldaşırken hayal ettiğim, sivri tırnaklı, leylak rengi mendilli,yumuşak ayakkabılar içinde narin ayaklı Albay Joll’la yaptığım konuşmadan öğrendiğim bu. (Öte yandan, onunla aramdaki mesafeyi nasıl ölçebilirim? Onunla yiyip içiyor, ona etrafı gezdiriyor, ona komisyon mektubunun talep ettiği her şekilde yardımcı oluyor ve daha fazlasını yapıyorum. İmparatorluk, hizmetkârlarının birbirlerini sevmesini değil, yalnızca görevlerini yerine getirmelerini bekliyor.)
Sulh hâkimi sıfatımla bana kısa bir rapor veriyor. “Sorgulama sırasında mahkûmun ifadesinde bariz çelişkiler görüldü. Mahkûm bu çelişkilerle yüzleştirilince öfkelendi ve sorgu subayına saldırdı. Boğuşma sırasında mahkûm sertçe duvara çarptı. Onu kendine getirme çabaları başarısız oldu.” Yasanın gerektirdiği şekilde işleri eksiksiz yapmak için muhafızı çağırıp ifade vermesini istiyorum. O ezberden okurken söylediklerini yazıyorum: “Mahkûm kontrolden çıktı ve ziyaretçi subaya saldırdı. Onu yatıştırmaya yardım etmek için çağrıldım. Geldiğimde boğuşma sona ermişti. Mahkûm bilincini yitirmişti ve burnu kanıyordu.” İmzalaması gereken yeri gösteriyorum. Kalemi benden saygıyla alıyor. “Bunları sana subay mı söyletti?” diye soruyorum usulca.
“Evet efendim,” diyor.
“Mahkûmun elleri bağlı mıydı?”
“Evet efendim. Yani, hayır efendim.”
Onu gönderdikten sonra defin belgesini dolduruyorum.
Ama yatağa gitmeden önce bir fener alıp meydanı geçiyor ve arka sokaklardan dolanarak tahıl ambarına varıyorum. Kulübenin kapısında yeni bir muhafız, battaniyesine sarınmış uyuyan başka bir genç var. Ben yaklaşırken bir cırcırböceği ötmeyi kesiyor. Sürgü sesi muhafızı uyandırmıyor. Kulübeye feneri kaldırarak girerken bu kutsal ya da uğursuz yere, eğer arada bir fark varsa, devlet sırlarının gizlendiği bu yere izinsiz girdiğimi fark ediyorum. Çocuk bir köşede, saman bir yatakta canlı, sapasağlam bir halde yatıyor. Uyuyor gibi görünse de yatış pozisyonundaki gerginlik onu ele veriyor. Elleri önden bağlanmış. Diğer köşede uzun beyaz bir bohça duruyor. Muhafızı uyandırıyorum. “Cesedi burada bırakmanı kim söyledi? Kim onu kefene sardırdı?” Sesimdeki öfkeyi işitiyor. “Diğer Ekselans’la gelen adam, efendim. Nöbete geldiğimde buradaydı. Çocuğa, ‘Dedenle uyu, onu sıcak tut,’ dediğini işittim. Çocuğu da cesetle birlikte kefene sokacakmış gibi davrandı, ama bunu yapmadı.” Çocuk hâlâ gergin, gözlerini sımsıkı kapamış halde uyurken cesedi dışarı taşıyoruz. Avluda, muhafız feneri tutarken bıçağımın ucuyla dikiş yerini bulup kefeni yırtıyor ve ihtiyarın başını açıyorum.
Gri sakalında kurumuş kan var. Dudakları ezilmiş ve büzülmüş, dişleri kırılmış. Gözlerinin biri yukarı dönmüş, diğer göz çukuruysa kanlı bir delik. “Kapat şunu,” diyorum. Muhafız kefeni örtüyor. Tekrar açılıyor. “Kafasını duvara vurduğunu söylüyorlar. Ne düşünüyorsun?” Bana bezgin bezgin bakıyor. “Biraz sicim bulup şunu dik.” Feneri çocuğun üstüne tutuyorum. Kıpırdamamış; ama yanağına dokunmak için eğildiğimde geri çekiliyor ve titremeler bedeninde uzun dalgalar halinde bir aşağı bir yukarı geziniyor. “Dinle beni evlat,” diyorum, “sana zarar vermeyeceğim.” Sırtüstü dönüp bağlı ellerini yüzünün önüne getiriyor. Elleri şişkin ve mor. Bağları çözmeye çalışıyorum.
Bu çocuğa ilişkin tüm eylemlerim sakarca. “Dinle: Subaya gerçeği söylemelisin. Senden duymak istediği tek şey bu – gerçek. Gerçeği söylediğinden emin olunca sana zarar vermeyecek. Ama ona bildiğin her şeyi anlatmalısın. Sana sorduğu her soruya doğru cevap vermelisin. Acı çekiyorsan cesaretini yitirme,” düğümü çekiştirerek en sonunda ipi gevşetmeyi başardım. “Ellerini kan dolaşımı başlayana dek birbirine sürt.” Elleri benimkilerin arasına alıp ovuşturuyorum. Parmaklarını acıyla oynatıyor. Babasının öfke nöbetleri arasında çocuğunu yatıştırmaya çalışan bir anneden fazlası olduğumu söyleyemem. Bir sorgucunun iki maske takabildiği, iki sesle konuşabildiği gözümden kaçmadı, biri sert, diğeri baştan çıkarıcı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıBarbarları Beklerken
- Sayfa Sayısı216
- YazarJ.M. Coetzee
- ISBN9789750736476
- Boyutlar, Kapak, Karton kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kurban ~ S. J. Bolton
Kurban
S. J. Bolton
TÜYLERİNİZİ DİKEN DİKEN EDECEK, SOLUK SOLUĞA OKUYACAĞINIZ, KANINIZI DONDURACAK KADAR KORKUNÇ, ANRENALİN VE GERİLİM DOLU BİR EFSANE VE GERÇEK Doğum uzmanı olan Tora Hamilton’un...
- Eczacının Kızı ~ Charlotte Betts
Eczacının Kızı
Charlotte Betts
Her türlü merhemi ve yatıştırıcı ilacı hazırlama konusundaki büyük becerisi ile katı ve asık suratlı Doktor William Ambrose’u bile etkilemiş olan Susannah, eczanenin penceresinden...
- Koleksiyoncu ~ John Fowles
Koleksiyoncu
John Fowles
Koleksiyoncu, İngiliz edebiyatının önde gelen yazarlarından John Fowles’un, birçok yayınevinden geri çevrilme talihsizliğini yaşayan; ama yayımlandığında kendisine bugünkü ününü getiren ilk romanı. Fransız Teğmenin...