Gece vapurundan şehre gizemli bir yolcu iner. Rıhtımda bir karşılayanı olmayan adam yağmur altında ıslanır.
Şehrin en eski oteli Bandırma Palas’ın Mavi Kubbeli Odası’nda kalan yabancı, üç ay boyunca geçmişin izlerini arar.
Her gece onu tanıyanlar, otel odasına mazisini hatırlatan eşyalar bırakır. Bu eşyaların arasında Medusa kolye ve bir bülbül kafesi de vardır.
Şehirde Kuş Cenneti Festivali başlar. Festival için otele mavi saçlı tiyatrocu bir genç gelir. Bülbülü kaçıran adam, yakalamak için tiyatrocu genci çağırır. İki erkek arasında bir savaş başlar. Mavi saçlı adamı mağlup ederse gerçeklerle yüzleşecektir. Ancak eşyaların gerçek sahibi otele döner.
Bandırma Palas’ın bir yüzü Didumus Dağı’na bakar. Düşlerinde, sarı elbiseli bir kadın her gece otelin döner merdivenlerini tırmanır. Gerçek ve hayal arasında yaşayan adam, otel çalışanları Müstecep ve Faris’in de aynı düşü gördüğünden habersizdir.
“Her erkek iki kadına âşık olur.
Biri hayallerinde yarattığı diğeriyse henüz doğmamış olandır.”
Halil Cibran
*
Âdem ile Havva’nın çocuklarıyız. Kiminin teni siyah, kimi beyaz, kimi sarı… Hepimiz masum doğduk. Kimi şarkın şahikasında mor bir çiçek, kimi garbın denizinde ışıksız bir çakıl taşı. Kâh kuzeyin mavi yıldızı kâh güneyin yeşil kuşuyuz. Herkes kendi kaderini yaşar ve kendi fırçasıyla boyar kalbini. Kimimiz daha çok inanırız aşka, kimimiz uzak yaşarız cenneti. Hamurumuz toprak ve su, ruhumuz Allah’tan. Yasak meyveyi yesek de evvelden, sevabı da günahı da biliriz. Biz, tavus kuşunun rengine aldanıp cehennemi yok sayarak kibirlenmedik ve hiçbirimiz AŞK yüzünden kovulmadık cennetten. Hepimiz severiz Allah’ı ve her birimiz mavi kubbe altında yaşarız kendi hayatımızı. Ne bir dakika evvel ne de geç ecelimiz biliriz. Allah’tan geldik ve yine O’na döneriz.
BANDIRMA PALAS OTELİ
TARİHÇE
19. yüzyıl başlarında inşa edilen Bandırma Palas Oteli, birçok tarihi olaya ev sahipliği yapmıştır. Uzun yıllar Düyun-u Umumiye binası (Düyun-u Umumiye-i Osmaniye Varidat-ı Muhassasa İdaresi, 1881- 1923 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu’nun iç ve dış borçlarını denetleyen kurum) olarak hizmet vermiştir. Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı İmparatorluğu ile İtilaf Devletleri arasında 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi sonrasında Bandırma, Yunan askerleri tarafından 2 Temmuz 1920’de işgal edilmiştir. Bandırma, Kurtuluş Savaşı sonunda 17 Eylül 1922’de Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları tarafından düşman işgalinden kurtulmuştur. Yunan askerleri kaçarken şehri ve Haydar Çavuş Camisi’ni ateşe verdiği gibi, top atışlarıyla Bandırma Palas Oteli’nin mimari yapısına da ciddi hasar vermiştir. 1924 yılında Muhasebe-i Hususiye tarafından 1. Ulusal Mimarlık Akımı’nın önde gelen isimlerinden Mimar Kemaleddin’in öncülüğünde başlayan tadilat iki yıl sürmüş olup üç katlı tarihi yapı, özel banyolu odaları, döner merdivenleri, gazino ve lokantasıyla 1926 yılında yeniden hizmete kazandırılmıştır. Dönemin mimari akım etkilerinden olan kurşun kubbe, kurşun saçaklar, saçak altı mukarnaslar, Osmanlı bitkisel motifleri ve Selçuklu geometrik motifleriyle Bandırma Palas tarihe ışık tutmaktadır. Bandırma Palas Oteli, 1927 yılı salnamesinde, güvenilir bir liman şehri olan Bandırma’ya gelen gemicilerin, tüccarların, seyyahların, Levantenlerin ve yolcuların konaklama yeri olmuştur. 1940- 1951 Askeri Hastane, 1951-1960 Gar Oteli ve lokanta, 1984-1987 Bandırma Kültür Eğitim Vakfı ve Halk Kütüphanesi, 1994-2010 yılları arasında Bandırma İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanlığı olarak hizmet vermiştir.
Özel İdare’den Balıkesir Büyükşehir Belediyesi’ne devredilen Bandırma’nın tarihi sembollerinden biri olan mimari şaheser, BAŞTAŞ GRUP tarafından kiralanarak restorasyonu yapılmış, iç ve dış dekorasyonu dönemin mimarisine uygun olarak tamamlanmıştır. Tarihin birçok olayına şahitlik eden tarihi bina, 30 Kasım 2018’de yeniden Bandırma Palas Otel adıyla açılmış ve hizmete başlamıştır.
TAKDİM
Her şehrin rengi, kokusu, ruhu ve bir kimliği vardır. Şehirler de insanlar gibi nefes alıp verir. İnsanı ayakta tutan kimliği, kişiliği ve değerleri gibi şehirleri de ayakta tutan tarihi ve kültürel mirası vardır. Şehirler, tarihin DNA’sını özünde taşır; kültürünü, değerlerini ve kişiliğini içinde barındırır. Şehirler geçmişten geleceğe milletlerin kimliğini oluşturur. Şehirler; büyür, gelişir, değişir ve ölür. Panormos’tan Bandırma’ya, Kyzikos Hadrian Tapınağı’ndan Bandırma Palas’a kadar tarihi yapılar usta mimarların elinde eşsiz bir kimliğe bürünür. Bandırma Palas’ın bir yüzü Didumus Dağı’na bakar. Marmara’daki kara vapurları, yelkenlileri, balıkları, martıları selamlar; şehre gelen gemicilerin, tüccarların, Levantenlerin ve seyyahların her gece evi olur. Ve Bandırma Palas, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü gören Kurtuluş Savaşımızın eşsiz bir tanığıdır. İşte bu kitabı; Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e, sevgili eşim Meral’e, biricik oğlum Meriç’e, dünya güzeli kızım Zeynep’e, otelin gerçek kimliğine kavuşmasında restorasyonunu sağlayan ve hizmete açan BAŞ-TAŞ Grup’a, tüm çalışanlarına ve Bandırma Palas’a yolu düşenlere armağan ediyorum.
MEHLİKA SULTAN
Mehlika Sultan’a âşık yedi genç,
Gece şehrin kapısından çıktı.
Mehlika Sultan’a âşık yedi genç,
Kara sevdalı birer âşıktı.
Bir hayâlet gibi dünya güzeli,
Girdiğinden beri rü’yâlarına,
Hepsi meshûr, o muammâ güzeli,
Gittiler görmeye Kaf dağlarına.
Hepsi, sırtında aba, günlerce,
Gittiler içleri hicranla dolu.
Her günün ufkunu sardıkça gece,
Dediler: ‘‘Belki bu son akşamdır.’’
Bu emel gurbetinin yoktur ucu.
Daimâ yollar uzar, kalp üzülür.
Ömrü oldukça yürür her yolcu,
Varmadan menzile bir yerde ölür.
Mehlika’nın kara sevdalıları,
Vardılar çıkrığı yok bir kuyuya,
Mehlika’nın kara sevdalıları,
Baktılar korkulu gözlerle suya
Gördüler: Aynada bir gizli cihân.
Ufku çepçevre ölüm servileri.
Sandılar doğdu içinden bir ân.
O, uzun gözlü, uzun saçlı peri.
Bu hâzin yolcuların en küçüğü,
Bir zaman baktı o viran kuyuya.
Ve neden sonra gümüş bir yüzüğü,
Parmağından sıyırıp attı suya.
Su çekilmiş gibi rü’yâ oldu.
Erdiler yolculuğun son demine.
Bir hayâl âlemi peydâ oldu.
Göçtüler hep o hayâl âlemine.
Mehlika Sultan’a âşık yedi genç,
Seneler geçti, henüz gelmediler.
Mehlika Sultan’a âşık yedi genç,
Oradan gelmeyecekmiş dediler.
Yahya Kemal Beyatlı
Birinci
Vapurla gelen yolcu
İnsanoğlu nasıl da dünyevileşiyor
Vapurdan indiğinde olduğu yerde durdu. Kulağında sesler Aya Yorgi’nin çanları gibi uğuldarken gözlerini kapadı. Bir rüyaya dalar gibiydi adam, martı seslerine ve dalgalara aldırdığı yoktu. Şehri yıkayan yağmur, sis ve gece, her şey gibi onu da içine almıştı. Fötr şapkası, siyah pardösüsü; küçük bavulu ve şemsiyesiyle olduğu yerde, hiç kıpırtısız soğuk bir mezar taşı gibi duruyordu. Sağından solundan geçen yolcuların amansız telaşlarına, itiş kakışlarına, serzenişlerine aldırmadan zamanın akışından uzak zembereği bozuk bir saat gibi öylece kaldı. Rızkı kesilmiş bir ölü gibi gözlerini sımsıkı yummuştu, göz kapaklarını hiç aralamıyordu. Yağmur damlaları şapkasının kenarından süzülürken sırtında kör bir engerek gezinir gibi bir ayaz hissediyordu. Buna rağmen yağmur ve soğuk hiç titretmiyordu tenini. Belki de bir silkinse bir ürperse üzerine karabasan gibi çöken ağırlıklardan, hafakanlardan; gözbebeklerine sinmiş naftalin kokulu anılardan kurtulup kendine gelecekti.
Hiç kimsesi yoktu, limanda bir karşılayanı da. Şehir, mahremiyetini korumak ister gibi tüm kapılarını kapatmış ve perdelerini örtmüştü bu gece… Belki de bu şehir bir saklambaç oynuyordu ona; herkes boş arsalara, izbe yerlere ve karanlık dehlizlere gizlenmişti. Bir tek ebe kalmıştı aleni ortada ve zamanın gözlerden sakladıklarını arıyordu. Üstelik, kayıplarını bir gömü gibi bu şehirde bulmaktan korkuyordu.
Yağmur hızlanmıştı birden ve adam şemsiyesini açmamıştı hâlâ. Daha saatine hiç bakmamıştı. Savaşın kasıp kavurduğu şehirler gibi altüst olmuştu her şey ve aklı karmakarışıktı. Geçmişi mi, geleceği mi, şimdiyi mi yaşıyordu, bilmiyordu. Zamanın esrarını çözemiyordu bir türlü ve yaşanan anı hiç anlamlandıramıyordu. Evrendeki uçsuz bucaksız galaksilerde, uzak yıldızlarda, kimsesiz seyyarelerde hep aynı mı akıyordu zaman? Tanrı, zaman ve mekândan münezzeh, bir ol emriyle mi feleğin çarkını döndürmeye başlamıştı? Zaman, Tanrı’nın yayından çıkmış bir ok gibiydi sessizce yol alan ve İsrafil’in Sûr’a üfleyişiyle son bulacak. Gökleri, yeri, taşı, toprağı, denizleri; insanı, hayvanı, nebatatı yaratan ve öldüren Tanrı hem içkin hem aşkındı zamanda. Tanrı, ezeli ve ebediydi, her şeyin evvelini ve nihayetini bilirdi. Tanrı, bir saatçi dükkanında zamansızken bir tek yarattığı kulları için mi kuruyordu saatleri? Âdem ve Havva’dan bu yana gelmiş geçmiş tüm kullar için hep aynı mı seyrediyordu zaman? Ya yıllar, mevsimler, aylar, haftalar ve günler gibi takvimsel bir döngüye mi tabiydi zaman? Zaman, durgun bir göle atılan taşın oluşturduğu halkalar gibi her şeyi içine alıp genişliyor muydu yahut uzayda bir karadeliğin dipsiz karanlık kuyularında meleklerin seyrangâhında eriyor muydu? Yoksa bir rüyadaymış gibi deniz üstünde yürüyüp kanatsız uçarak, uçurumun kıyısından düşerek, rüzgârın önünde hallaç pamukları gibi allak bullak mıydı zaman! Tanrı’nın yarattığı bu dünyanın dışında başka bir alem ve farklı bir zaman var mıydı? Mezarlarında toprağın üstünü unutmuş ölüler için zaman neyi ifade ediyordu? Bir mucize bekleyen gafillere ibret, İsa’nın dirilttiği bir ölünün kefeni gibi epriyor muydu zaman? Ya Adem’den bu yana kabirlerinde zamana mağlup ölüler neyi bekliyordu hâlâ? Teraziler kurulduğunda, mizanı ağır gelenler kurtuluşa erenlerdense hafif olanlar hüsrana uğrayanlardan mı olacaktı zamanla? Kalbin de bir zamanı var mıydı, Tanrı’yı gösteren bir pusulası? Bergson ve Tanpınar neyi arıyordu zamanda? Ne içindeydi ne de büsbütün dışında; esrik kalıyordu mısralar Bursa’da Zaman’da. Üstelik, Yahya Kemal’in adımlarında, kökü mazide olan bir ati miydi zaman? Dünya da yaşlanmıştı, vakit ahir zamandı; artık, tüm seyyareler helecanla dönüyor, gündüzler yerini gecelere yorgun devrediyordu.
Yorgundu adam, bir adım atamayacak kadar mecalsiz. Zamanı mazide mi yoksa atide mi aramalıydı? Tüm bunları düşünürken bir kedi dolandı ayaklarına. Balık ve çöplük kokan, tüyleri kirli, bir ayağında sakarı olan kara bir kedi. Bacaklarının arasından geçip etrafında fırdolayı döndü adamın. Başını uzatıp dizlerine sürtünerek yabancının, varlığını ona duyurmak ister gibi miyavladı kedi.
Adam sıcak bir dokunuşla bir rüyadan uyanır gibi gözlerini açtığında sis, koca bir şehri kucaklamıştı. Derin bir nefes aldı. Otomobillerin homurtusu ve martı çığlıkları arasında, caddelerin hengamesinde, şehir de nefes alıp veriyordu. Şehrin ritimsiz sesleri arasında, doğduğu günden beri hep yanında olan, sevabı da günahı da yazan, sağ ve sol omzundaki Kirâmen Kâtibîn meleklerinin mürekkep sesini duyabiliyordu. Bugüne kadar, sevapları yazan Rakib’in mi yoksa günahları yazan Atid’in mi defterini doldurmuştu? Ölüm meleği henüz yoklamamış olmalıydı göğüs kafesini, Atropos’un ipini kestiği talihsiz bir fani olmamıştı henüz. Biliyordu, bu anı yaşıyordu, içinde bulunduğu çözümsüz denklemi. Bu şehrin insanları da bu anı yaşıyordu, nitekim aynı yüzyılın insanları olarak yüzyıl sonra mezarlarında uyuyor olacaklardı. Siyah-beyaz bir filmde oynayan ve şimdi mezarında uyuyan ölüler gibi. Vapurdan inen ve şehrin sokaklarında meçhulünü bilmeden eriyip giden kalabalığa ve evrilip giden zamana şaşıyordu. Yaratılmış olanlar, bir bilgisayar oyununun oyuncularıydılar ve en gösterişli binalardan en ıssız köşelerdeki evlerinde saklansalar bile ölüm meleği er ya da geç kapılarını yoklayacaktı. Evlerin birinde, vapur yolcularından biri, ne acıdır ki belki de güneşin doğuşunu bir daha izleyemeyecekti. İnsanoğlu nasıl da dünyevileşiyordu; her gün yolcu ettiklerinin ardından baka baka ölümün her daim ensesinde olduğunu bile bile bir vapur yolculuğuna çıkarken yaptığı hazırlığı ebedi yolculuk için yapmıyordu.
Gri sis perdesinin ardında iplik iplik sağanak altında ıslak caddelere ve çok katlı binaların kurşuni çatılarına baktı. Caddenin sonundaki sokak köftecisinin koyu dumanı sisi bastırırken etrafındaki kalabalık yaşama dair izler taşıyordu. Düşler ve gerçekler şehrin arenasında iki gladyatör gibi savaşırken kafasında aradan ne kadar zaman geçtiğinin farkında değildi. Loş sokak lambalarının yarı aydınlattığı şehrin caddelerinde artık birkaç otomobil ve ruhsuz bir gölge gibi kaybolan tek tük insanlar kalmıştı. Ayaklarına baktı sonra adam. Ölüm meleğinin soğuk dokunuşu değildi bu; koca bir şehrin kimsesizliğinde kara bir kedi, ona sığınmıştı.
‘‘Kötü biri değilim,’’ dedi adam. Çünkü kediler kötülerin bacaklarına dolanmaz, iyileri nerde olsa bulurlardı. Sonra da uzun bir süredir elinde tuttuğu valizini bırakıp kediyi kucakladı. Tüylerini okşadı onun, bir sevgili gibi incitmeden uzun uzun sevdi. Kedi sevildiğini biliyordu, başını adamın ellerine yaslayıp mırıldanıyor, çapaklı çipil gözlerini kısıyordu. Adamın kediyle münasebeti kısa sürdü. Adam, ellerinde ince bir kir tabakası hissettiğinde, iğrenerek yüzünü buruşturdu ve garip bir telaşa kapılarak bıraktı sevmeyi. Kedi de sevilmediğini anlamış olacak, avcunda bir tırnak izi bırakarak kucağından kayıp gitti.
Mavi şemsiyesini açtı adam. Artık ıslak giysilerini ve yorgun ruhunu bu şemsiye de koruyamazdı. Limandaki pembe boyalı İskele binasının altından geçti. Karanlık bir mağaradan aydınlığa çıkıp sırattan geçer gibi şehre karışıp yürüdü. Mermer şadırvanın ve ince minareli caminin yanından geçerken de saatine hiç bakmadı. Dün, bugün ve gelecek… Artık zamanın yekpare hükmü kalmış mıydı ki hayatında! Gün ışığının bile kirlendiği karanlık hücresinde soğuk taş duvarların yalnızlığına sığınan hüküm giymiş bir adam. Ya ben kimim, kimsem yok mu? Çürümüş ve kokuşmuş nefesimle ruhumun karanlık dehlizlerinde kaybolan, günah yüklü adımlarımdan lağım farelerin bile kaçtığı ben kimim? Niçin yaratıldım? Nereden geldim, neden geldim, neden buradayım ve nereye gidiyorum? Yosunlu mezar taşlarında iki tarih arasına sıkışıp kalacak kadar sıradan mıydı hayatım? Yıllar sonra yosun tutmuş mezar taşları adımı unutturacak mıydı? Yoksa varlığım yokluğumdan ibaret olan bir hiç miydim ben? Görenler görmez, bilenler bilmez hatırlayanlar hatırlamaz olunca zamandan yok mu olacağım? Ya ben kimsesiz miyim? Bu şehirde çalacak bir kapım, gidecek bir yerim, bir tanıdığım yok mu, diye sordu kendine.
Titredi birden. Yağmur, göğsünden iç çamaşırına kadar her yerine işlemişti. Elinde mavi şemsiyesini tutmaya devam ediyordu. Niçin bu kadar çok ıslanmıştı. Kendine sordu: “Ben deli miyim?” Yoksa, gecenin bu vakti, sis çökmüş bir şehirde kimi bulup kime soracaktı bu anlamsız soruyu. Birden sislerin ardında altın sarısı bir bina ve ışıklı bir tabela ilişti gözüne… Gözlerini ovuşturup üzerindeki yazıyı okudu: Bandırma Palas Otel… Sonra da üç katlı binanın kubbeli pencerelerinden sızan ışık demetine baktı. Ölüler mezarlarında mahşeri bekleyedursun aynı yüzyılı paylaştığı insanlarla yaşam savaşı devam ediyordu. Bu otel çatısı altında sıcak yatağında uyuyanlar nefes alıyordu ve rüyalarında zamanı perde perde aşıyordu.
***
Siyah beyaz bir filmi,
Ölüler oynarken televizyonda,
İki dakika reklam arasında.
Dua ederken,
Ve mutfağa kahve almaya giderken,
Çalarsa ansızın kapım,
Belki annemdir gelen mezarlıktan,
Bir perşembe akşamında.
İkinci
Bandırma Palas Otel
Kuşlu bir oda
Leylek fazla yavrusunu yuvadan atar
Otelci, kapıdan giren siyah pardösülü yabancıya baktı. Adam, elinde bir şemsiye olmasına rağmen tepeden tırnağa ıslanmıştı. Adam uzun boyu, geniş omuzlarıyla oldukça heybetliydi. Islak saçları yapışmış geniş alnında ve göz çevresinde derin çizgiler oluşmuş, sert kıranta sakalı yeni uzamaya başlamıştı. Kılcal damarları belirgin çenesi ve allanmış yanakları arasında uzun iri burnu yağmur damlalarından nasibini almıştı. Durgun dağ gölünü andıran ifadesiz yüzünde gür kaşlarının altında iki yosun yeşili gözün feri sönmüş gibiydi. Ellisinde gösteren adam çok yorgun olmalıydı. “İyi akşamlar. Bir oda lütfen,” dedi yabancı. Mavi çizgili kahverengi bir takım giymiş otelci, oturduğu sandalyeden biraz doğrularak elindeki kahve fincanını bir köşeye bırakıp müşterisinin durgun gözlerine baktı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıBandırma Palas
- Sayfa Sayısı104
- YazarSalim Nizam
- ISBN9786254084799
- Boyutlar, Kapak13,5 cm x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviÖtüken Neşriyat / 2025
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Cinayet Fakültesi ~ Pınar Kür
Cinayet Fakültesi
Pınar Kür
Usta edebiyatçı Pınar Kür, Emin Köklü maceralarına Bir Cinayet Romanı ve Sonuncu Sonbahar’dan sonra Cinayet Fakültesi’yle devam ediyor. Bir özel üniversitede okul yönetimi tarafından...
- Krallar Ve Soytarıları / Hepimiz Gökyüzü Olmak İstedik 2 ~ N. G. Kabal
Krallar Ve Soytarıları / Hepimiz Gökyüzü Olmak İstedik 2
N. G. Kabal
Korku seni güçlü kılacak! Tanrıçaların fısıltısı ile taşların peşine düşen Nova kolyesini geri almak için Ateş Lordu’na tuzak kurarak Ateş Krallığı’na gider. Su Krallığı’nın yükselişinden...
- Masal Masal İçinde ~ Ahmet Ümit
Masal Masal İçinde
Ahmet Ümit
“Masal Masal İçinde” Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, cinler cirit oynar iken eski hamam içinde, bir varmış bir yokmuş… Şapkacı’nın büyük bahtsızlığından nefsine...