Bir yanımı, burada, bu insanlara bıraktım. Korktum onların yanında kendimi ele vermekten. Yanlarında ruhumu, düşüncelerimi, duygularımı, taslakların içine yerleştirdim. Çerçeveledim… Bir yanım çekip gitti, o ibret verici karanlık öykülere. Bu yüzden, bu ikiye bölünmüşlük ve hiçbir yere tam ait olamayış yüzünden çok aşağıladım kendimi, çok kınadım… Ama farkındayım her şeyin. Ne kadar çelişkiye düşersem, ne kadar çok hissedersem parçalanmışlığımı, aşk o kadar çok birikiyor içimde… Aşk, ölüm gibi bakıyor bana. Her geçen gün güzelleşen bir ölüm gibi… Karanlık öykülerin aydınlığına battıkça…
ARTIK HİÇBİR ŞEY
ESKİSİ GİBİ OLMAYACAK
Elcordobes, daha küçük bir çocukken, geceleri, oturdukları köyün dışındaki boğa çiftliklerine gider, ay ışığının altında, üstünde sadece bir şort, çıplak ayaklarıyla azgın boğalarla boğuşurdu, sabaha kadar. Kanlar içinde eve döndüğünde, kapıyı ona hep ablası açardı. Yığılırdı kapının önünde. Ablası yaralarını sararken, acılar içinde sayıklardı: “Abla! Ya sana bir ev alacağım! Ya da yasımı tutacaksın!..”
O yıllar İspanya’da yoksul çocuklar için üç kurtuluş yolu vardı: Rahip, futbolcu ya da boğa güreşçisi olmak…
Ertesi gece, vücudu sargılar içinde yeniden azgın boğaların arasına giren Elcordobes’in, hayatında en çok sevdiği insan olan ablasına bir ev alabilmek için, başarılı bir boğa güreşçisi olmaktan başka bir çıkışı yoktu…
Ve yıllar sonra İspanya’nın, hatta dünyanın en tanınmış ve zengin boğa güreşçisi olan Elcordobes, sözünü tuttu. Ablasına bir ev aldı. Okuma yazma bilmiyordu ve hiç öğrenmedi. Ama artık çok zengindi ve özel bir uçağı vardı. Bazen uçağını bir tarlaya indirir, orada, ekinlerin başakların, çiçeklerin arasında uyurdu. Oradan geçen köylüler, Elcordobes’i görünce, onu hayranlıkla, usulcacık, uyurken seyrederlerdi…
Elcordobes’i ne zaman bir tarlada uyurken düşünsem, aklıma İbrahim Tatlıses gelir. Teyzem anlatırdı; Urfa’da, evlerinin arkasında derme çatma, ahırdan bozma garip bir yer varmış. O ahırdan bozma yerde süt satılırmış. Sabahları teyzem, elinde güğümleri süt almak için oraya her gittiğinde, samanların üstünde yarı uyuklayan zayıf bir çocuk görürmüş. Teyzemi fark edince, hemen toparlanır, selam verirmiş çocuk. İri, çok parlak gözleri varmış. İşte samanların üzerinde uyuyan, bu zayıf, iri, parlak gözlü çocuk İbrahim Tatlıses’miş. Urfa’dan, derme çatma bir ahırdan gelip İstanbul’da neredeyse bir imparatorluk kurdu o.
Bence, bizim Elcordobes’imiz, İbrahim Tatlıses’tir. Ve o artık geldiği bu noktadan sonra çok iyi biliyor ki bir daha asla o yoksulluğa geri dönemez. Bu yüzden, artık hiçbir şey onun için eskisi gibi olamayacak…
Urfa’daki o derin yoksulluğu bildiğim için, bu yükseliş, ulaşılan bu şöhret bana garip bir ürperti veriyor…
Şöhret, binlerce, yüzbinlerce göz tarafından, ilgi, hayranlık ve merakla izlenmek, insanı kendisinden kopartan zehirleyici bir duygu bence. Eğer insan, çocukluğunda ezilmiş, sevgiden, ilgiden, dünya nimetlerinden yeterince nasibini almamış, bu yüzden hayata derin bir öfke biriktirmişse, bu zehir onu kolaylıkla pençesine alır. Artık onsuz olamaz. Durmadan, her akşam, her sabah, her an azgın boğalarla dövüşmek zorundadır artık. İstediği yere bir kere gelmeyegörsün, artık onun için hiçbir şey eskisi gibi olamaz…
Şöhrete, sayısı her geçen gün artan hayranlara, güce duyulan arzu, o sonsuz istek, hep aynı kalmaz. Her geçen gün daha da büyür, o bağımlılık. Gün gelir, hiçbir ilgi, hiçbir hayranlık, hiçbir sevgi yetmez olur. Çünkü bir kere kendi dışına çıkmıştır insan. Yılanı görünce büyülenen tavşanlar gibidir. Kendi yarattığının altında kalmıştır artık… İçini kimsesiz bırakmıştır. Yaşam enerjisini, içine, özüne, içindeki en yakınlarına değil; tanımadığı, ona ilgi ve merakla bakan binlerce gözü doyurmak için harcamıştır yıllarca. Giderek içindeki boşluk derinleştikçe, bu boşluğu biraz olsun gizleyebilmek için, onu durmadan izleyen gözlerin daha da çoğalmasını ister… Böylesi insanlar hayranlarını yitirince, içlerindeki o derin boşlukla yüz yüze geleceklerini bildikleri için, unutulmaktan, kendilerine hayranlıkla ve ilgiyle bakan gözlerin yok olmasından ölesiye korkarlar…
Ben, belli bir tanınmışlığa, uzun, çileli ve yorucu yıllar sonunda ulaştım. Bir anda olmadı hiçbir şey. Bu yüzden şöhret beni içimden çıkartamadı, zehirlemedi. Bu yüzden unutulmaya hazırım. Binlerce tanımadığım gözün değil, tek bir gözün beni izlemesini istedim. Bu da, o dönem en sevdiğim kadın oldu hep…
Ama bir anda zirveye çıkanların, sayısız insanın ilgisi ve hayranlığına, inanılması güç paralara ve şöhrete kavuşanların psikolojisini hep çok merak etmişimdir.
Cem Yılmaz’la pek bir samimiyetimiz yoktu. Leman Dergisi’nin odalannda, koridorlarında birbirimize rastladığımızda selamlaşırdık. Sıcak, efendi bir çocuktu. Bazen arkadaşlarına komik şeyler, fıkralar anlatırken görürdüm onu. Çizdiği karikatürleri başkalarına gösterip nasıl olmuş, diye sorardı hep. Yıllar böyle geçti. Cem, sonunda bir gün, Leman’ın koridorlarında arkadaşlarına yaptığı birbirinden ilginç komiklikleri, “Leman Kafe”nin iki metrekarelik sahnesine taşıdı.
Birgün dergiye yazımı bırakmaya gelmiştim. Kapının önünde son derece pahalı bir iki jip gördüm. “Kim gelmiş”, diye sordum güvenlikteki arkadaşlara. Sezen Aksu’nun, arkadaşlarıyla, Cem Yılmaz’ı seyretmeye geldiğini söylediler… O zaman gösterisi kişi başına elli bin liraydı. Ve altı ay sonraya ancak bilet bulunabiliyordu Cem’in gösterileri için… Vücudundan garip bir elektrik yayılıyordu. Etkileyici bir ışığı vardı. İnsan onu seyretmekten kendini alamıyordu… Cem’in sahne aldığı günler, bir gazeteci ordusu geliyordu “Leman Kafe”ye… Ve her şey birkaç ay içinde olmuştu…
Böylesi günlerden bir gün, dergide karşılaştık Cem’le. Heyecanlı, hatta sanki biraz şaşkın bir hali vardı. “Bundan sonra ne yapmayı düşünüyorsun?” diye sordum. “Abi,” dedi, “taş yerinde ağırdır. Leman Kafe’den ayrılmam. Elli bin lira, yüzbin lira, ben burada tanındım, yuvamı terk etmem…” Bu defa şaşırma sırası bendeydi… “Ciddi misin sen,” dedim. “Ciddiyim,” dedi. “Peki, söz ver bana,” dedim, “buradan ayrılmayacağına.” “Söz, abi,” dedi, “ayıp ediyorsun…” Daha sonra olanları, siz benden daha iyi biliyorsunuz…
Artık o, kendisini ilgi ve hayranlıkla seyredenlerin hep hoşuna gidecek bir şeyler yapmak zorunda. İçinden geçen ne varsa bunu mizaha dönüştürüp hayranlarını hiç durmadan güldürmek derdinde. Sanki bir an susup içine dönemeyecekmiş, içinden geçen her şeyi yağmalayarak yaşıyormuş gibi…
Bence Siyaset Meydanı’nda, Yılmaz Erdoğan’ın ve özellikle Beyaz’ın sözlerini ikide bir kesmesi ve durmadan konuşması, bundandı belki de. Sustuğu anda, içindeki o derin boşlukla karşılaşıyordu sanki… Yılmaz Erdoğan ile Beyaz, sanıyorum unutulduklarında çok büyük yara almazlar. Çünkü onlar şöhretin basamaklarını çok korunaklı bir şekilde ve herkesin onayını alarak çıkıyorlar… Ama Cem Yılmaz için, aynı şeyi söylemem mümkün değil… Ve o artık çok iyi biliyor ki hiçbir şey eskisi gibi olmayacak…
Metin Kaçan’ı tanıdığımda, ondan çok etkilenmiştim. Delidolu, kural tanımaz, her şeyi ti’ye alan, başına buyruk ve özgürlüğüne çok düşkün bir insandı. Öyle, yazıyla, kitapla filan pek bir ilgisi yoktu. Kurguları, imgeleri, sembolleri kitaplarda, yazılarda okumak değil, onları hayatın içinde yaşarken kendisi yaratmak ve onları doğaçlama hissetmek isterdi…
Hayal dünyası çok genişti. Çoğu o an uydurduğu birbirinden ilginç, fantastik öykülerle çevresindekileri olmadık dünyaların içine sokardı. Bir ara beni, doğup büyüdüğü Dolapdere’de uzay mekiği yapan bir kaportacı olduğuna inandırmıştı!
Şair bir arkadaşımdan duymuştum, roman yazdığını ama hiç inanmamıştım. Metin Kaçan ve evde oturup aylarca roman yazmak, birbirine çok aykırı şeylerdi. Bir kere Metin, uzun süre kapalı bir yerde kalamazdı…
Uzay mekiği yapan kaportacıdan umudu kesmiştim ama Dolapdere beni hâlâ çok çekiyordu. Birbirinden ilginç insanların yaşadığı, sınırına kimselerin varamadığı, çok gizemli, içinde birbirinden fantastik öyküler ve hayatları barındıran, ağır bir mahalleydi… Burayla ilgili bir yazı yazmak istiyordum. Rica ettim, yardımcı oldu Metin. Oralı birçok insanla, hatta yıllardır orada berberlik yapan babasıyla bile tanıştırdı… Bir ara evine çay içmeye çağırdı beni. Evde, annesi vardı. Konuksever bir insandı. Bize çay yaptı. Günlerdir içimde biriken merakımı daha fazla gizleyemedim ve Metin’e gerçekten roman yazıp yazmadığını sordum. “Yazıyorum ama daha henüz çok başındayım,” dedi. “Yazdıklarını görebilir miyim?” diye sordum. “Tabii,” deyip oturma odasındaki halıyı ucundan kaldırıp, altındaki iki üç mektup kâğıdını çıkarttı ve üzerindeki tükenmez kalemlerle yazılmış, kargacık burgacık, yazıları gösterdi. “İşte, daha bu kadar yazdım,” dedi. Ve o an içimden hayatımın en yanlış tahminini yaptım. “Bu adam, mümkün değil, bu romanı bitiremez; bitirse bile hiçbir işe yaramaz,” dedim. Biraz geç bitirdi ama bitirdi sonunda. Metin Kaçan’ın bana yıllar önce, oturma odasındaki halının altından çıkartıp gösterdiği mektup kâğıtlarının üzerine o, kargacık burgacık, yazısıyla yazdıkları “Ağır Roman”dı!.. Roman çıkar çıkmaz, baskı üstüne baskı yapmış, daha sonra da sinemaya uyarlanmıştı…
Bir anda zirveye çıkmıştı Metin Kaçan. Herkes onunla konuşmak, yaşadıklarını bilmek istiyordu. Dolapdere, onun sayesinde hiç tahmin edilmeyen bir üne kavuşmuştu ve artık orası Metin Kaçan’la birlikte anılıyordu… Yüz binlerce insanın seyrettiği ve haftalarca kapalı gişe oynayan, “Ağır Roman” filminin jeneriklerinde Metin Kaçan ismini gördüğüm an, bana halının altından mektup kâğıtlarına yazdıklarını gösteren, hayatla ve kendisiyle hep alay eden, tuhaf, olmadık hayallerin peşinden koşan,
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Deneme Edebiyat
- Kitap AdıBana Türkçe Bir Ekmek Ver
- Sayfa Sayısı184
- YazarCezmi Ersöz
- ISBN9789754782509
- Boyutlar, Kapak14x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviTekin Yayınevi / 2006
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Neoben – Güneş Batıdan Doğunca ~ Fikret Cömert
Neoben – Güneş Batıdan Doğunca
Fikret Cömert
– Ne ki o? – Ben – Yeni bir ben – Özgür bir ben – Korkularımdan, kaygılarımdan bağımsızlaşmış bir ben – Hafiflemiş bir ben...
- Felsefe’nin Türkçesi/Cumhuriyet- Felsefe- Eleştiri ~ Dücane Cündioğlu
Felsefe’nin Türkçesi/Cumhuriyet- Felsefe- Eleştiri
Dücane Cündioğlu
Olup biteni kötü olarak tanımlayabilme kudreti, tanım yapabilenlerin, yani elini korun içinde tutabilecek denli sabır ve tahammüle malik olabilenlerin mülkü. Bu niülkiyetin adı karamsarlık,...
- Şark Belleği ~ Hüseyin Ferhad
Şark Belleği
Hüseyin Ferhad
“Şark Belleği” Hüseyin Ferhad’tan şiirimiz üstüne denemeler “Şark Belleği” “Şark Belleği” Hüseyin Ferhad’ın 2003-2016 yılları arasında yazdığı, şairlerin başka şairlerle ilişkisini, dilini, kültürünü, kimliğini...