Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Bana Bir Resmini Yolla
Bana Bir Resmini Yolla

Bana Bir Resmini Yolla

Hidayet Karakuş

“Sözüm telden gelir, aklım gülden gelir, elin oğlu elden gelir, eğlen gönlüm eğlen, yaşam dediğin ‘sevi’mden gelir, yarın beklediğin ölüm, şaşırtır seni bugünden gelir…”…

“Sözüm telden gelir, aklım gülden gelir, elin oğlu elden gelir, eğlen gönlüm eğlen, yaşam dediğin ‘sevi’mden gelir, yarın beklediğin ölüm, şaşırtır seni bugünden gelir…”

Bana Bir Resmini Yolla, kışlada başlayan dostluğun küçük mektuplarla çoğaltıldığı, türkülerle düşleri süsleyen, Türkiye’nin 30’lu yıllarına mercek tutan, Cumhuriyet aydınlığını, devrimlerin etkilerini, hastalıklarla mücadeleyi satırlardan yansıtan bir vefa öyküsü.

Hidayet Karakuş, akıcı ve yalın kalemiyle bizim masalımızı anlatıyor.

*

YOLUM BİR KÖYE DÜŞTÜ

Uğrini uğrini gelir dereden
Benlerini sayamadım kareden
Sevdiğimi bana yazsa yaradan
Şen ol yaylam şen ol Bedir geliyor

Yol gelir, bel gelir; insan insana bol gelir. Deli olan çıkmaz dışarı, gurbet güle zor gelir. Yürü yürü, öleceğiz engürü, gözün gönlün açılsın ilk kez doğduğundan beri.

Omzumda sazla köye girdiğimde güz kokusu çalındı burnuma. Güz kokusu demek ayva kokusu, elma kokusu, çürümüş saman kokusu demekti benim için ama hafiften bir gübre kokusu, fışkı kokusu da asılıydı havada. Bizim köyde de böyledir bu. Niye durmadan yürürüm? Neden beni kendine bağlayan insanları hep geride bırakırım? Geri dönüp gelmek, onlara yeniden kavuşmanın sevincini, erincini duymak için mi? Bilmem, bir bilsem… Yürürüm, uyurken de yürürüm, dururken de yürürüm.

Vardığım köyde çocuklar koştular önce; ayakları toz toprak içinde, yüzlerinde terden çamur izleriyle güzel çocuklar. Köyün önündeki terslikte soğan kabuğuyla boyadıkları yumurtaları yarıştırıyorlardı. Baharın ucu görünmüştü. Sokaklarda çamurlar kurumaya başlamıştı.

Benim nereye gideceğimi merak ediyor, yanım sıra yürüyorlardı. Arada biri, sazıma dokunuyordu. Siyah bir kılıf içindeki sazıma.

“Nereye gideceksin ağa? Bizim eve gelsene…”

Mavi gözlü bir çocuktu. Saçları kırmızı, yüzü al beyaz… Yüzü terli. Gözleri kızarmış.

Yanındaki kıskandı.

“O evlere gitmez oğlum. Molla Ahmet’in odasına gider.”

“Sen nerden biliyorsun?”

“Geçen yıl da gelmişti, biliyorum.”

‘Oda’nın yenilenmiş avlu kapısı ardına dek açıktı. Biliyordum, her gelişimde buraya inerdim, bu ‘oda’ya. Taş temelin üzerinde yükselen kerpiç duvar, aralardaki dikmelerle birlikte iki metreden yüksek görünüyordu. Odanın altı ahırdı. Gelen konukların hayvanlarını bağladığı, kimi zaman Molla Ahmet’in harmandan kalkanın fazlasını yığdığı büyük bir samanlık vardı. Merdiven tahtadandı. Hanaya çıkınca çevreyi daha güzel görüyordu insan.

Bu köyün insanı yumuşaktır, güler yüzlüdür, konukseverdir.

Nasıl olsa yine altıma bir döşek, önüme bir sini getirirler.

Rengi atmış, damarları görünen, yine de sağlam tahta merdiveni çıktım yavaş yavaş. Hanaya vardığımda içeriden gençten biri çıktı, karşıladı:

“Hoş geldin âşık! Kaç zamandır yoksun.”

“Hoş bulduk yeğen. Hoş bulduk. Neydi senin adın çocuk!”

“Memiş.”

“Sağ ol Memiş. Gel bakalım otur. Biliyor musun, nereye gitsem sizin köyün kokusu, güler yüzü gitmiyor gözümün önünden. Evimde, köyümde kasabamda duramıyorum. Bir ses itiyor beni. Başka köyler, insanlar, ağaçlar, kuşlar… çekiyor beni. Bir türkü gibi yayılıp kalıyor içime hepsi…”

“İyidir köyümüz, övünmek gibi olmasın âşık. Biz de seni unutmadık. Eh hepimizin gönlünden geçen nice güzel şey vardır ama biz çakılıp kalmışız buraya. Sen iyi ediyorsun âşık… İyi ediyorsun.”

“Kimse yok galiba. Bir sen mi varsın koca odada?”

“Herkes yazıda yabanda âşık, akşama toplanırlar. Sen geç otur, ben ne gerek, onu yaparım.”

“Sen niye gitmedin? İşin gücün yok mu senin? Herkes çalışırken köyde ne yapıyorsun yeğen?”

“Benim işim yok âşık. Bir anam var, bir enik, iki koyun… Geçinip gidiyoruz.”

“Allah kolaylık versin yeğenim Memiş. Allah kolaylık versin.”

Oda tütün kokuyordu, toz kokuyordu. Dolapların tutamakları kirlenmiş, koyu kahverengiye dönmüştü. Kireç duvarlarda, tavandan akan yağmur sularının yol yol sarartıları görülüyordu. Yerdeki hasırlar eskimişti, hasırların üzerine serilen keçeler toz içindeydi. İki küçük keçe, bir yatak sığmaz… İki keçenin arası çıplak aktopraktı.

Sazımı, duvardaki büyük çiviye astım. Odanın hanayına çıktım, köye baktım. İki katlı, toprak damlı evler suskundu. Komşu kadınlar, ilkyazın ılık güneşinde bir damın koyağında söyleşiyorlardı. Baharı bekliyorlar, evlerde ocak yakmayı akşama bırakıyorlardı.

İçeri geçip sedire uzandım. Yorulmuşum. Köyden köye yürümek hem güzel, hem yorucu. Hiçbir kişi, kırlardan geçip giden yolcunun, ota, böceğe selam veren insanın gönül yeğniliğini yaşayamaz. Bulutla bulut olur insan kırda, gölgesiyle konuşur, gölgesiyle yarışır; anıza, dikene, kurda kuşa dostça bakar. Yılan görüp korksa da kıyamaz; çekirge konsa yakasına, düşmesin diye devinmekten korkar; şapkasına uçuçböceği gelse parmak uçlarına alır, onun küçük kanatlarıyla nereye gittiğini bilmeden uçuşuna bakar. Bu dünya, bizim dışımızda bizimle bir, çalışır durur yaşamak için. Severim bu dünyayı, her canın yaşamak hakkı vardır ama insanın hem hakkı, hem borcu vardır bu dünyaya, diye geçer aklımdan.

Otun, çiçeğin, havanın kokusu alır götürür başka dünyalara beni. Odalarda sıkılırım. Toz kokan, tütün kokan odalar, kırçıl bıyıkları tütünden sararmış, gözleri içine kaçmış köylülerin, katran oturmuş dişleriyle gülen iyi insanların, düşünceli, gamlı, kaygısız gibi görünen yüzleri avutur sıkıldığımda. Her zaman insana yakın olmak ister gönül. Yalnızlık Tanrı’nındır. Keçenin üzerinde yavaştan gözlerim kapandı.

İçim geçmiş, rüyamda yaz bitmemiş; tarlasında küçük oğluyla ekin yolan bir kadının türküsünü dinliyordum.

O sırada, merdivende ayak sesleri duydum. Kapıdan girerken seslendi:

“Âşık, geldim.”

Kırık bir sesle yorgun yanıtladım:

“Gel yeğen, gel… İçim geçivermiş yorgunluktan.”

“Şimdi sana testiyle su getiririm kuyudan âşık, şöyle bir elini yüzünü yıka da yeğnil biraz.”

“Sen bana kuyuyu göster en iyisi. Şöyle bol suyla tozu teri arıtayım. Uykum açılmaz sonra…”

“İşte kuyu… Odanın önünde; burası Molla Ahmet’in odası, o da kuyusu… Hem dur âşık, ben tulumbayı çekeyim, tek elle hem çekip hem yıkayamazsın yüzünü.”

Doğru ya! Nasıl unutmuşum! Geçenki gelişimde de orada elimi yüzümü yıkayıp kendime gelmiştim.

Akşam devinimleri başlamıştı köyde. Göğün batısı kızarıp kalmış, koyun melemeleriyle, tozlu gübre kokusuyla dolmuştu köy.

Memiş, siniyle geldi. Anası çorba, pilav pişirmiş. Yoğurt ezmiş kalaylı kapta. Soğan kesmiş yanına.

“Hadi Âşık Amca, birazdan senin geldiğini duyan koşar buraya. Çorbamızı içiverelim… Kusura bakma, acı soğan, kuru yavan bir şeyler getirdim.”

Memiş, yüzüne bakınca yüzü kızaran bir genç. Anası, gönlü geniş, güngörmüş bir kadın belli ki. Oğlu da konuksever bir çocuk.

Her şeyi candan yapıyor. Öyle sevimli, öyle temiz bir bakışı var ki.

Gülünce gamzeleri çıkıyor ortaya.

Haklıymış, o siniyi kaldırıp götürürken gelmeye başladı köylüler.

Hatip Ali geldi, ardından Molla Ahmet, derken Derviş Ali…

Selam veren, hoş geldin, diyen geçip oturdu. Tabakalar atıldı önüme. Epeydir bulunmayan tütün kâğıdı yerine samanlı kâğıda, gazete kâğıdına sardık cıgaraları. Odaya tatlı bir kâğıt ve tütün kokusu dağıldı.

“Bu meret de gazete kâğıdıyla içilmiyor ki… Kemal geldi, tütün saracak kâğıt bulunmaz oldu.”

“O gelmeden var mıydı? Nerede bir kâğıt görsek tütün sarmak için saklamaz mıydık?”

“Durun, ben size Kemal’den bir olay anlatayım” dedim.

Herkes sustu. Molla Ahmet; “Anlat âşık, sen neler biliyorsun kimbilir!”

“Bir gün sizin gibi, benim gibi bir köylü gazete kâğıdına sarmış tütünü. Çok canı sıkılmış. Kemal’e sövmüş.”

“Eeee! Kimbilir adamın canına okumuşlardır.”

“Adamı yakalayıp Kemal’e götürmüşler. Zavallı, koca Gazi’nin karşısında tir tir titrermiş. Gazi, adamı getirenlere dönmüş. ‘Niye getirdiniz bu adamı, suçu ne?’ diye sormuş. Onlar da ‘Size sövdü paşam’ demişler. ‘Niye sövmüş, sordunuz mu?’ Adam, Gazi’nin sorularına şaşarken altından ne çıkacak acaba, diye korkarak bekliyormuş. ‘Gazete kâğıdıyla tütün sarmış, beğenmeyince size veryansın etmiş.’ Gazi, adamlara şöyle bir bakmış. ‘Siz hiç gazete kâğıdına tütün sarıp içtiniz mi? Ben içtim. Berbat bir şeydir. Adam az bile sövmüş. Ne yapsınlar bulamayınca! Bırakın adamı.’ Adama da dönmüş, ‘Kusura bakma baba, inşallah sana gerçek tütün kâğıdı yapacağız bu memlekette’ demiş. Adama kendi tabakasından tütün ikram etmiş. Tabakayı da armağan etmiş, derler.”

“Kemal’in adaletli olduğunu duyduk hep. Bir de hocaları asmasaydı!”

“O da adaletinden sayılmaz mı? Memleketi kurtarırken, ortalık cayır cayır yanarken, düşman zulmüyle inlerken gâvurla işbirliği yapana ne yapsaydı?”

“Âşık, bakıyorum Kemal’i çok seviyorsun.”

“Severim Molla. Eğri oturalım, doğru konuşalım. O olmasaydı ben şimdi sizinle oturup yarenlik edebilir miydim?”

Molla Ahmet sustu. Yerdeki hasırlara bakışından beni onaylamadığını anlıyordum. Onun sustuğunu görünce sürdürdüm konuşmayı:

“Hem Kemal bütün hocaları asmadı ki? Hocalara düşman olsaydı, Ankara’daki müftüyü de, Maraş’taki imamı da asardı.”

“Bak bunları bilmiyoruz” dedi Hakkı Hoca’nın Ali.

“Ben gezdikçe duyuyorum olanları. Şurada, memleket kurtulalı kaç yıl oldu ki… Her şey taze, hiçbir şey unutulacak kadar eskimedi.”

“Aslında bugünleri unutmamak gerekiyor… Hiç unutmamak…

Çocuklarımıza da anlatmalıyız bana kalırsa.”

Memiş’in kızaran yüzüne baktım. Görmüş geçirmiş bir çocuk bu, diye geçirdim içimden. Yaşına karşın çok olgun, sağduyulu.

Bu arada Molla Ahmet, konuyu değiştirmek istedi:

“Âşık, yemek yedin mi? Neden haber vermedin gelir gelmez! Eve çıkardık.”

“Sağ ol Molla kardeşim. Memiş, karnımı doyurdu.”

Molla Ahmet, oğlu Murat’a döndü.

“Hadi oğlum, eve git de anana söyle, bizim kahve takımlarını versin, al gel.”

Murat, kalktı çabucak eve yollandı. Biz söyleşmeye başladık. O ara, Molla Ahmet, sazı işaret etti.

“Âşık, bu saz da konuşur mu? Ne çalar, ne söyler?”

Odadakiler gülüştüler.

“Elbette konuşur Molla. Sen istersin de konuşmaz mı?”

Kalktım, duvara astığım sazı yerinden aldım. Kılıfını çıkardım, bir iki tımbırdattım. Kulağını büküp tellere, “Ayarı bozmayın” diye fısıldadım. Sonra türküden türküye geçerek o akşamı şen ettim. O arada Murat’ın pişirdiği kahveyi içtik. Herkese de yetirdi
kahveyi Murat. İçimden, “Var evi kerem evi” diye geçti. “Yahu neden biz Kel Mehmet’le Çapar’ı da çağırmadık? Şükrü de gelirdi.”

“Hay Allah! Nasıl unuttuk, köyümüzün çalgıcılarını.”

Odadakiler böyle konuşurken birinin merdivenlerden küpür küpür inip gittiğini gördüm. Biraz sonra bir elinde sazıyla bir adam, ardından yüzü gerçekten çapar biri merdivenlerden çıkıp geldiler.

Çapar’ın gözleri su yeşiliydi. Kel Mehmet, uzun boylu, güleç, etine dolgun bir gençti. Sazı, kılıfıyla omzuna bir tüfek gibi asmıştı. İkisi de hoş gelişler ettiler bana.

Çapar’ın elinde de kemane vardı. Yarım yılık gülüşüyle gözlerini bana dikti.

“Biz sizinle yarışamayız ama…”

“Yoo, yarışmıyoruz. Birlikte çalıp söyleyeceğiz. Ben de sizden nasıl çaldığınızı görerek yeni şeyler öğreneceğim.”

“Olur mu, sen âşıksın. Bu işin pirisin. Biz senin eline su dökemeyiz ama köyümüzün şerefine çalıp söyleyeceğiz.”

Saygıdan kapıya yakın oturmak istedilerse de Molla Ahmet, eliyle benim yanımı gösterdi.

“Geçin geçin, siz de âşığın yanında olun. Şöyle bir çalgı takımı yapalım bu akşam.”

O akşam türküden türküye geçerek oynadılar, kurtlarını döktüler. Hele hele Molla Ahmet’in, Hatip Ali’nin, Verev Ramazan’ın oyuna kalkması herkesi coşturdu. Köylüler yorgun ama mutluydular.

Gençler, kendi aralarında konuşurken köyün ileri gelenleri tabakalarını ortaya atıp cıgara sarıyorlardı.

Geldiğimden beri odadakilerin sık sık kaşındığını görüyordum.

Onların kaşınması beni de huylandırdı. Sırtımda birtakım böceklerin yürüdüğünü duyuyor, utancımdan elimi atıp kaşıyamıyordum. Yoksa bitlenmiş miydim? Kuşkularımı içime sardım. Kaşınsalar da kendinden geçmiş, sevinçli yüzleri görüyordum karşımda. Türkülerin büyüsü hepsinin üstündeydi. Hepsi bir hoş olmuşlardı. İç geçirenler, derinden ah çekenler! Yaşadıkları, yaşayamadıkları, ne varsa düşünmeye başladılar. Bunu sezdim. Molla Ahmet, bu ağır havayı dağıtmak için olsa gerek yeni bir konu attı ortaya.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yerli)
  • Kitap AdıBana Bir Resmini Yolla
  • Sayfa Sayısı548
  • YazarHidayet Karakuş
  • ISBN9789752211827
  • Boyutlar, Kapak13,3 x 19,5 cm, Amerikan Kapak
  • YayıneviBilgi Yayınevi / 2023

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Sihri Su ~ Hatice ÜzgülSihri Su

    Sihri Su

    Hatice Üzgül

    Suyun seyri, gökten ve yerden, buluttan ve gözyaşından aktı geçti, sihirli cümlelere doldu taştı, bir romanda vücut buldu. Damlaya damlaya akan bir hikâye, yeri geldi çağladı.

  2. Peri Gazozu ~ Ercan KesalPeri Gazozu

    Peri Gazozu

    Ercan Kesal

    “Vicdanımız kuruyor. Babalarını erken kaybetmiş yetim çocukların masum başlarını koyacakları göğüsler çoktan çöktü, farkında mısınız? Göğüs çöktükçe zulüm tepemizde kalıyor. Kavisli ve dolaşık geçmişimizse,...

  3. Öteki ~ Ece VahapoğluÖteki

    Öteki

    Ece Vahapoğlu

    Türbanlı bir kız, öteki kesimden kız arkadaşına ilgi duyarsa… Aşk evliliği sürdüren, parlak bir kariyere sahip güzel sunucu Esin ile babasının şirketinde çalışan, İslami...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur