Vadideki Zambak, olağanüstü gözlem yeteneği ve insan doğasını derinden kavrayışıyla klasik roman türünün tartışmasız en önemli ustalarından biri olarak kabul edilen Honoré de Balzac’ın, “İnsanlık Komedyası” adlı anıtsal yapıtının “Taşra Yaşamından Sahneler” başlığı altında yer alan en önemli, en ünlü kitaplarından biridir.
Dünya edebiyatının en hüzünlü ve ihtişamlı aşk öykülerinden biri kabul edilen yapıt, Fransız Devrimi sonrasında şekillenen toplumsal ve siyasal hayatı ustaca yansıtmasıyla da başka bir derinlik kazanır.
“Müthiş bir edebiyatın hazzına varabileceğiniz en önemli eserlerden biri; Balzac’ın tüm eserlerinde olduğu gibi.”Marcel Proust
Sunuş
Vadideki Zambak’ın ilk yayımlanışında (1836) daha çok olumsuz bir biçimde karşılanması, bunun sonucu olarak da ilk elden “iki bin” satmak yerine topu topu “bin üç yüz” satması Balzac’ı büyük bir düş kırıklığına uğratır. Ama Balzac bir an bile başarısızlığın suçunu kendi üzerine almak istemez: Ona göre kimi kiliseye gitmiyor, diye yermiştir romanını, kimi gazete yönetmeninin kişisel kini yüzünden, kimi bir başka nedenle; ama, eleştirmelerin gerekçelerine verdikleri görünüş ne olursa olsun, bu nedenlerin hiçbiri yazınsal değildir. Olamaz da, çünkü Balzac yapıtını tasarladığı sıralarda da, yazdığı sıralarda da, bitirdikten sonra da en büyük romanlarından birini yarattığı kanısındadır. Bu konuda söyledikleri bir yana, öteki yapıtlarından çok daha uzun bir süre, çok daha büyük bir özenle çalışır Vadideki Zambak üzerinde. Vadideki Zambak’ı gerek konusu, gerek kahramanları, gerekse biçimi açısından bir kusursuzluk örneği olarak görmekten hiçbir zaman vazgeçmez.
Doğrusunu söylemek gerekirse bu roman, bir Goriot Baba’nın, bir Langeais Düşesi’nin sürükleyiciliğinden, bir Köylüler’in, bir Eugénie Grandet’nin gerçekçiliğinden, bir Altın Gözlü Kız’ın, bir Sarrasine’in büyülü havasından yoksun görünür; üstelik, belki de günahtan çok erdemin romanı olduğu için yer yer ağır, yer yer gereğinden fazla özenlidir. Bu yüzden olacak, kimileri Vadideki Zambak’ı Balzac’ın başyapıtı olarak nitelerken kimileri de sıradan romanlarından biri olduğunu söylemişlerdir. Ne olursa olsun, zaman Balzac’ı haklı çıkarır: Vadideki Zambak, Balzac’ın en çok okunan romanlarından biri olur, Balzac’ın en çok okunan romanlarından biri olmak da, belirtmek gerekir mi bilmem, dünyanın en çok okunan romanları arasında yer almak anlamına gelir. Ama, bugün bulunduğumuz noktadan bakılınca bu büyük ilgiyi açıklamak hiç de zor değildir.
Bir kez, Vadideki Zambak on dokuzuncu yüzyıl Fransız yazınının iki büyük yöneliminin, romantizmle gerçekçiliğin kavşak noktasında, aşk izleği çevresinde gelişir: Henriette de Mortsauf’un büyük tutkusuyla görev duygusu arasındaki çileli çırpınışları bu yapıtı, Genç Werther’in Acıları gibi, dünyanın en ünlü aşk romanlarından biri durumuna getirir. Üstelik Balzac, Henriette de Mortsauf’un arı aşkıyla yetinmez: Félix de Vandenesse’in, Lady Dudley’nin, Natalie de Manerville’in tutkuları aracılığıyla aynı duygunun başka biçimlerini de verir. Hepsine de kişilikler, bedenler, toplum ve doğa (özellikle de doğa) arasında içten bağlar kurarak derin bir gerçeklik kazandırır. Öte yandan, İnsanlık Komedyası’nın ünlü önsözünde, “Indre’in bir vadisinde, Madam de Mortsauf’la tutku arasında açılan bilinmedik savaş belki de bilinen savaşların en ünlüsü kadar büyüktür,” diyerek bireysel tutkuyu öne çıkarır görünmekle birlikte Balzac, Vadideki Zambak gibi bir aşk romanında bile, çağının toplumsal olgularını, toplumsal koşullarını yansıtmaya büyük özen gösterir. Böylece, romanda bir bencillik ve anlayışsızlık örneği olarak karşımıza çıkan Mösyö de Mortsauf, büyük devrim sırasında sürgüne gitmek zorunda kalmış, sonra topraklarına geri dönmüş soyluların durumunu somutlaştırır. Balzac gururla vurgular bunu: Mösyö de Mortsauf’un kişiliğinde “sürgün”ün heykelini yükselttiğini, toprağına dönmüş sürgünün bütün özelliklerini tek bir kişide topladığını söyler. Aynı biçimde, Félix de Vandenesse’in XVIII. Louis’yle ilişkileri, toplum içindeki baş döndürücü yükselişi, başardığı işlerse, bize Restorasyon döneminin belirgin özelliklerini, toplumsal törelerin geçirmekte olduğu derin değişimi sezdirir.
Bu arada, Vadideki Zambak’ın en egemen izleklerinden biri “yetişim” izleğidir: Henriette de Mortsauf’un yaşama atılmak üzere Paris’e giden genç sevgilisi Félix de Vandenesse’e verdiği uzun mektup bireyin benzerleriyle ilişkileri, toplum içinde yükselme koşulları konusunda başlı başına bir inceleme niteliği taşır. Félix de Vandenesse de onun gösterdiği yolu izlediği, onun belirttiği kurallara uyduğu ölçüde yükselir. Böylece, Félix de Vandenesse, çocukluğu ve ilkgençliği süresince, kendisini hep ezmiş, hep azarlamış, hep küçümsemiş, hep yanından uzak tutmaya çalışmış ana babasından çok, sevdiği kadının çocuğu, yani, bir bakıma, kendi aşkının ürünü olarak çıkar karşımıza. Bu da romanın belkemiğini oluşturan aşk izleğine bambaşka bir boyut kazandırır.
Baudelaire, “Balzac’ta herkesin bir dehası vardır,” diyordu; Vadideki Zambak, aşkın da yaratıcı bir dehası olduğunu gösterir.
TAHSİN YÜCEL
*
Kontes Natalie de Manerville’e
İsteğine boyun eğiyorum. Bizi bizim kendisini sevdiğimiz ölçüde sevmeyen kadının bir ayrıcalığı vardır: Bize ikide bir sağduyu kurallarını unutturur. Alınlarınızda bir kırışık belirdiğini görmemek, en ufak bir isteğinizi geri çevirdiğimiz zaman kederleniveren dudaklarınızdaki somurtkan anlatımı dağıtmak için, uzaklıkları mucizemsi bir biçimde aşar, kanımızı akıtır, geleceğimizi harcarız. Bugün de geçmişimi istiyorsun, işte al. Yalnız şunu iyi bil, Natalie: İsteğini yerine getirmekle hiç mi hiç hoşlanmadığım bir şeyi yapmak zorunda kaldım. Ama sen de bazı bazı beni mutluluğun kucağında kavrayıveren, beklenmedik, uzun dalgınlıklardan ne diye kuşkulandın? Bir suskunluk yüzünden o güzel sevilen-kadın öfkelerine kapılmasan olmaz mıydı? Yaradılışımdaki iniş çıkışlarla nedenlerini sormadan da eğlenemez miydin? Yüreğinde birtakım gizler var da bağışlanmaları için benim gizlerimin ortaya dökülmesi mi gerekiyor? Her neyse Natalie, bunu sezdin; hem belki her şeyi bilmen daha iyi: Evet, yaşamım bir hayaletin egemenliği altında, en ufak bir sözcükte belirsizce biçimleniyor, sık sık, kendiliğinden çırpınıyor üzerimde. Durgun havalarda görülen, fırtınada da dalgaların etkisiyle parçalanıp kıyıya vuran şu deniz ürünleri gibi görkemli anılar gömülü ruhumun derinliklerinde. Düşüncelerin dile getirilmek için zorunlu kıldığı çaba, birdenbire belirince korkunç canımı acıtan eski coşkunlukları dizginledi, yine de bu iç döküşte seni kırabilecek yankılar olursa, isteğini yerine getirmem için bana gözdağı verdiğini anımsa; isteğine uydum, diye cezalandırma beni. Gizlerim sevgini iki katına çıkarsın isterdim. Bu akşam buluşmak üzere.
FELIX
İki çocukluk
Daha yumuşacık olan kökleri ana toprakta sert taşlardan başka bir şeyle karşılaşmayan, ilk yaprakları kindar ellerde parçalanan, çiçekleri açar açmaz donan ruhların sessizce çektiği sıkıntıların tablosunu, en dokunaklı ağıdını gözyaşlarıyla beslenmiş hangi yetenek verecek bize? Dudakları acı bir meme emen, gülümsemeleri sert bir bakışın korkunç ateşiyle bastırılan çocuğun acılarını bize hangi ozan söyleyecek? Çevrelerine duyarlıklarının gelişmesine yardımcı olsunlar, diye yerleştirilen insanlarca ezilen zavallı yürekleri anlatacak bir öykü, benim gençliğimin gerçek öyküsü olurdu. Yeni doğmuş bir çocuktum; hangi gururu kırmış olabilirdim? Hangi bedensel ya da hangi ruhsal kusur, annemin bana soğuk davranmasına neden oluyordu? Görevin çocuğu muydum, doğumu bir rastlantı olan çocuk mu, yoksa yaşamı bir serzeniş olan çocuk mu?
Köye, sütanaya verilmiştim, ailem üç yıl boyunca unutmuştu beni, babaevine döndüğümde öylesine küçümseniyordum ki, görenler acıyorlardı. Bu ilk gözden düşmeden kurtulmama hangi duygu, hangi mutlu rastlantı yardım etti, bilmiyorum: Çocuk olarak her şeyden habersizim, büyümüş bir insan olarak da hiçbir şey bilmem. Erkek kardeşimle iki kız kardeşim, yazgımı yumuşatacak yerde, bana acı çektirerek eğlendiler. Çocukların ufak tefek suçlarını saklamada gösterdikleri ve onlara şimdiden onuru öğreten anlaşma bana karşı geçersizdi; üstelik, kardeşimin suçları yüzünden sık sık ben cezalandırıldım, bu haksızlık karşısında bir şey de diyemedim; çocuklarda yeni yeni filizlenen dalkavukluk duygusu benim kadar kendilerinin de çekindikleri bir annenin gözüne girmeleri için beni üzen işkencelere katılmalarını mı öğütlüyordu onlara? Öykünme eğilimlerinin etkisiyle mi böyle yapıyorlardı? Güçlerini ya da acımasızlıklarını denemek gereksinimiyle mi? Belki bütün bu nedenler birleşerek beni kardeşliğin hazlarından yoksun bıraktı. Daha şimdiden her türlü sevgiden yoksun bırakılmıştım, hiçbir şeyi sevemezdim; oysa doğa, seven bir yürek vermişti bana. Durmadan geri çevrilen bu duyarlığın iç çekişlerini bir melek toplar mı? Değeri bilinmemiş duygular kimi ruhlarda kine dönüşse de benimkinde yoğunlaştılar, yataklar oydular kendilerine, sonra da buradan yaşamıma fışkırdılar. Titreme alışkanlığı, yaradılışlara göre, sinirleri gevşetir, korkuyu doğurur, korku da hep boyun eğmek zorunda bırakır. İnsanı yozlaştırarak onu bir tür tutsak durumuna düşüren zayıflık bundan ileri gelir. Ama bu sürekli sıkıntılar, güçlü davranmaya alıştırdı beni; bu güç kullanıldıkça gelişti, ruhumu iç dirençlere hazırladı. Bütün varlığım, yeni bir vuruş bekleyen kurbanlar gibi hep yeni bir acı beklediğinden, donuk bir boyun eğişi dile getirmek zorunda kaldı, çocukluğun güzellikleri, atılımları bunun altında boğuldu, bu tutum bir budalalık belirtisi olarak görüldü, annemin uğursuz öngörülerini haklı çıkardı. Bu haksızlıkların açıklığı, ruhumda gururu, mantığın bu meyvesini erkenden kışkırttı, böyle bir eğitimin kolaylaştırdığı kötü eğilimleri köstekleyen de bu oldu kuşkusuz.
Annem beni bırakmıştı, ama bazı bazı benim için kaygılanıyor, eğitimimden söze diyor, bu işle uğraşmaya istekli görünüyordu; onunla her gün yinelenecek bir bağıntının yol açacağı bunalımları düşünerek korkunç titremeler geçiriyordum o zaman. Bırakılmışlığımı kutsuyor, bahçede kalıp çakıltaşlarıyla oynayabildiğim, böcekleri inceleyebildiğim, göğün mavisine bakabildiğim için mutluluk duyuyordum. Yalnızlık beni düş kurmaya yönelttiyse de gözlem tutkum bir serüvenden doğdu; ilk mutsuzluklarımı da bu serüven anlatacaktır size. Öylesine önemsizdim ki, dadı beni yatırmayı sık sık unuturdu. Bir akşam, sakin sakin bir incir ağacının altına büzülmüş, hani şu çocukları saran, benim zamansız içliliğimle de bir tür duygusal ussallık kazanan tuhaf tutku içinde bir yıldıza bakıyordum. Kız kardeşlerim eğleniyor, bağırıyorlardı; uzak patırtıları düşüncelerime eşlik eden bir ses gibi geliyordu kulağıma. Sonra gürültü kesildi, karanlık bastı. Annem rastlantı sonucu yokluğumun farkına varmış. Dadım, o korkunç Matmazel Caroline, serzenişten kurtulmak için, benim evden nefret ettiğimi, kendisi bana dikkatle göz kulak olmasa çoktan kaçmış olacağımı ileri sürerek annemin yersiz kuşkularını haklı çıkarmış; budala değil de sinsiymişim; eline verilen çocuklar arasında benim kadar kötü huylusuna rastlamamış. Beni arıyormuş gibi yaptı, seslendi, karşılık verdim; altında bulunduğumu bildiği incir ağacına geldi.
“Ne yapıyordunuz burada?” dedi bana.
“Bir yıldıza bakıyordum.”
Balkondan bizi dinleyen annem, “Bir yıldıza bakmıyordunuz,” dedi. “Sizin yaşınızda bir çocuk gökbilimden ne anlar?”
“Ah, Madam,” diye atıldı Matmazel Caroline, “deponun musluğunu açmış, bahçeyi su basmış.”
Bir uğultudur başladı. Kız kardeşlerim, suyun akışını görmek için bu musluğu çevirerek eğlenmişlerdi; ama kendilerini her yandan ıslatan bir su demetinin saçılışı karşısında şaşırmışlar, akılları başlarından gitmiş, musluğu kapatamadan kaçmışlardı. Bu şeytanlığı tasarladığıma inanıp kızdılar, suçsuz olduğumu söyleyince yalancılıkla suçlandırıldım, ağır bir biçimde cezalandırıldım. Ne korkunç cezaydı o! Yıldızlara beslediğim aşktan dolayı alaya alındım, annem de akşamları bahçede kalmamı yasakladı. Zorbaca yasaklar, çocukta bir tutkuyu büyüklerde olduğundan da fazla biler; çocukların yalnız yasak şeyi düşünmek gibi bir üstünlükleri vardır, bu şey onlar için dayanılmaz bir çekicilik kazanır. Yıldızım yüzünden sık sık paylandım böylece. Hiç kimseye içimi dökemediğimden, çocuğun ilk sözcüklerini kekeleyişinde de, ilk düşüncelerini kekeleyişinde de bulunan o tatlı iç cıvıltı içinde acılarımı ona söylüyordum. On iki yaşımda, kolejde de, hâlâ anlatılmaz hazlar duyarak izliyordum onu. Yaşamın sabahında, edindiğimiz izlenimler böylesine derin izler bırakır yürekte.
Benden beş yaş büyük olan Charles, şimdi ne kadar yakışıklı bir adamsa, o zaman da öylesine güzel bir çocuktu; babamın gözdesi, annemin gözbebeği, ailemizin umudu, bu nedenle de evin kralıydı. Sağlam yapılı, gürbüz bir çocuk olduğundan, özel bir öğretmeni vardı. Ben zayıftım, çelimsiz olduğum için beş yaşımda gündüzlü olarak kentte bir pansiyona verildim; babamın oda uşağı beni sabah götürüp akşam getiriyordu. Pek dolgun olmayan bir sepetle gidiyordum, oysa arkadaşlarım bol bol yiyecek getiriyorlardı. Benim yoksulluğumla onların zenginlikleri arasındaki karşıtlık sayısız acılar doğurdu. Tours’un ünlü domuz kavurmalarıyla domuz kıkırdakları gün ortasında, sabah kahvaltısıyla dönüşte evde yediğimiz akşam yemeği arasındaki yemeğin temel öğesini oluşturuyordu. Kimi oburların çok değer verdikleri bu yiyecek, Tours’da aristokrat sofralarında ender görünür; pansiyona verilmeden önce sözünü işitmişsem de bu kahverengi “reçel”in benim için bir ekmek dilimi üzerine sürüldüğünü görmek mutluluğuna hiç ermemiştim; ama pansiyonda böyle yaygın olmasa da duyduğum istediğin şiddeti bundan daha az olmazdı, çünkü bir tür saplantıydı bu; hani şu kapıcılarca yapılan yahniler, Paris’in en zarif düşeslerinden birinde büyük bir istek uyandırırmış, o da kadınlık niteliğine uygun olarak duyurmuş ya, benimki de öyle bir şey olmuştu. Siz bakışlarda aşkı nasıl sezerseniz, çocuklar da isteği öyle sezerler. Eşsiz bir alay konusu oldum. Hemen hepsi küçük burjuva çocukları olan arkadaşlarım, yanıma gelip çok güzel domuz kavurmalarını gösteriyor, nasıl yapıldığını, nerede satıldığını bilip bilmediğimi, neden bende de bulunmadığını soruyorlardı: Domuz kıkırdaklarını, yağda kızarıp mantarlarla bezenmiş bu domuz artıklarını överek dudaklarını yalıyorlardı; sepetimi “gümrük”ten geçiriyor, içinde yalnız Olivet peynirleri ya da kuruyemişler buluyor, bana kardeşlerimle benim aramda yaratılmış farkı öğretmiş olan bir, “Bir şeyin yok mu?” ile beni öldürüyorlardı.
Benim bırakılmışlığımla başkalarının mutluluğu arasındaki bu karşıtlık, çocukluğumun güllerini lekeledi, yeşeren gençliğimi soldurdu. Cömertçe bir duygu karşısında bulunduğumu sanıp da ikiyüzlü bir elle sunulan o çok istenen yiyeceği almak üzere elimi uzattığım ilk seferde, beni aldatan çocuk, sonuçtan önceden haberdar edilmiş arkadaşların kahkahaları arasında ekmek dilimini geri çekti. En seçkin ruhlar bile boş duygulara kapılabildikten sonra, küçümsendiğini, alaya alındığını görüp de ağlayan çocuk nasıl bağışlanmaz? Kim bilir kaç çocuk obur, dilenici, aşağılık olurdu bu oyundan sonra. Bense işkenceleri savuşturmak için dövüştüm. Umutsuzluğun getirdiği gözüpeklik, korkulur bir çocuk durumuna getirdi beni, ama herkeste kin uyandırdım, hainlikler karşısında çaresiz kaldım. Bir akşam eve dönerken içi taşla doldurulmuş bir mendil yedim sırtıma. Sert bir biçimde öcümü alan uşak, bu olayı anneme anlattığı zaman, annem, “Bu uğursuz çocuk yalnız üzüntü verecek bize!” diye haykırdı.
Ailemde uyandırdığım tiksintileri buldum bu sözde, bu yüzden kendi kendime korkunç bir güvensizlik duymaya başladım. Evde olduğu gibi, orada da, kendi içime kapandım. İkinci bir kar yağışı, ruhuma ekilmiş tohumların çiçeklenmesini geciktirdi. Sevildiklerini gördüklerim hep serseri çocuklardı. Gururum bu gözleme dayandı, yalnızlığımı sürdürdüm. Zavallı yüreğimi kabartan duyguları dökme olanaksızlığı da sürüp gitti böylece. Hep kederli, yalnız olduğumu, nefret uyandırdığımı görünce öğretmen de ailemin kötü huyum üzerindeki yanlış kuşkularını doğruladı. Okuyup yazmayı öğrenmemden hemen sonra, annem Pont-le-Voy’ya, benim yaşımdaki çocukları, zekâlarının geriliği nedeniyle temel bilgileri bir türlü kavrayamayan okulluların da kaldığı, Pas latins diye adlandırılan bir sınıfa alan Oratoryenler1 tarafından yönetilen koleje yolladı.
Hiç kimseyi görmeden, üstelik bir parya yaşamı sürerek sekiz yıl kaldım burada. Nasılını, nedenini söyleyeyim: Kendi zevkim için ancak ayda 3 frank harcayabiliyordum; bu para da alınması gereken kalemlere, çakıya, cetvellere, mürekkebe, kâğıda zor yetiyordu. Böylece ne ayaklık2 ne ip, kısacası kolejdeki eğlenceler için gerekli hiçbir şey alamadığımdan, oyunlardan atılmıştım; oyunlara alınabilmek için ya zenginlerin dalkavukluğunu ya bölümümdeki güçlülerin şakşakçılığını yapmam gerekirdi. Çocukların kolayca yapabildikleri bu düşüklüklerin en ufağı bile benim yüreğimi hoplatıyordu. Acılı düşler içinde yitip gitmiş bir durumda, bir ağacın altında kalıyor, burada kitaplık memurunun aydan aya dağıttığı kitapları okuyordum. Bu tüyler ürpertici yalnızlığın dibinde ne acılar gizliydi! Ne bunalımlar doğuruyordu bırakılmışlığım! En çok değer verilen ödüllerden ikisini, anadilden Latinceye ve Latinceden anadile çeviri ödüllerini aldığım ilk ödül dağıtımında içli ruhumun neler duymuş olabileceğini bir düşünün. Alkışlar, çalgılar arasında bunları almak üzere sahneye gelirken ne annem ne babam vardı beni kutlayacak, oysa salon bütün arkadaşlarımın büyükleriyle doluydu. Göreneğe uyarak dağıtıcıyı öpecek yerde, kucağına atıldım, gözlerimden yaşlar boşandı. Akşam, armağanlarımı sobada yaktım. Ödül dağıtımından önce gelen çalışmalara ayrılan hafta boyunca ana babalar kentte kalıyor, böylece bütün arkadaşlarım daha sabahtan, sevinç içinde gidiyorlardı; annesi babası okuldan birkaç fersah ötede yaşayan bense avluda denizaşırılarla –aileleri adalarda ya da dış ülkelerde oturan öğrencilere böyle derdik– birlikte avluda kalıyordum. Akşam, dua süresince, insafsızlar, ballandıra ballandıra, büyükleriyle yedikleri yemekleri anlatırlardı bize. Girdiğim toplumsal alanların çevresi genişledikçe, mutsuzluğumun da büyüdüğünü göreceksiniz hep.
Beni yalnız kendi içimde yaşamaya yargılı kılan kararı bozmak için ne çabalar harcamadım! Nice umutlar uzun zaman nice ruh atışlarıyla kuruldu kuruldu da bir gün içinde yıkılıverdi. Büyüklerimi okula gelmeye razı etmek için, belki de fazla tumturaklı bir dille belirtilen duygularla dolu mektuplar yazıyorum onlara; ama bu mektuplar annemin serzenişlerine mi yol açmalıydı, annem kullandığım biçemden dolayı beni azarlamalı mıydı? Umudumu yitirmiyor, annemle babamın gelmek için gösterdiği koşulları yerine getirmeye söz veriyordum; bana yardım etmeleri için kız kardeşlerime yalvarıyor, zavallı, bırakılmış çocukların şaşmazlığıyla bayram ve doğum günlerinde mektup yazıyordum onlara ama boşuna bir ısrarla. Ödül dağıtımı yaklaştıkça yalvarmalarımı daha da artırıyor, önceden sezilen başarılardan söz ediyordum. Büyüklerimin susuşuna bakıp aldanıyor, yüreğim coşa coşa onları bekliyor, arkadaşlarıma geleceklerini haber veriyordum; aileler gelince, öğrencileri çağıran yaşlı kapıcının ayak sesleri çınladığı zaman, hastalıklı çarpıntılarım oluyordu. Hiçbir zaman benim adım çıkmadı bu yaşlı adamın ağzından.
Kendimi yaşamdan tiksinmekle suçladığım gün, günah çıkarıcım, Kurtarıcı’nın “Beati pui lugent!” 1 sözünün muştuladığı hurma dalının çiçeklendiği göğü gösterdi bana. Böylece, ilk günah çıkarışım sırasında, eşsiz ruhsal oyunları genç kafaları büyüleyen dinsel düşüncelere kapılıp gizemli derinliklere atıldım. Ateşli bir inançla beni coşturmuştu, Martyrologe’da2 okuduğum sihirli mucizeleri benim için de yinelesin, diye yalvarıyordum Tanrı’ya. Beş yaşımda bir yıldıza uçardım, on iki yaşımda ise gidip tapınağın kapılarını çalıyordum. Coşkum anlatılmaz düşler doğurdu içimde, bunlar da imgelemimi doldurdu, sevgimi zenginleştirdi, düşünce yeteneklerime güç verdi. Bu yüce görüntüleri ruhumu tanrısal acılara alıştırmakla görevlendirilmiş meleklerden bildim çoğu zaman: Gözlerime nesnelerin öz ruhunu görme yeteneğini kazandırırdı bunlar; yüreğimi de içinde duyduğunu var olanla, istediği büyük şeyleri eline geçen ufacık şeyle karşılaştırabilecek güce erişince ozanı mutsuz eden büyülere hazırladı; dile getirmem gerekeni içinde okuyabileceğim….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıVadideki Zambak
- Sayfa Sayısı336
- YazarHonore de Balzac
- ÇevirmenTahsin Yücel
- ISBN9789750738944
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İki Şehrin Hikayesi ~ Charles Dickens
İki Şehrin Hikayesi
Charles Dickens
O günler en iyisiydi, ya da en kötüsüydü, akıl çağıydı ve aptallık çağıydı, inançlar zamanıydı ve inançsızlıklar zamanıydı, ışık mevsimiydi ve karanlık mevsimiydi, umut...
- Genç Werther’ın Acıları ~ Johann Wolfgang Goethe
Genç Werther’ın Acıları
Johann Wolfgang Goethe
Genç Wertherin Acıları yayınlandığı yıllarda bir intihar salgınına yol açınca, Goethenin yaşadığı yıllar içinde en çok baskı yapan ve başta Fransızca olmak üzere sırasıyla...
- İmamın Öldürülüşü ~ Cardiff Marney/ Barney Desai
İmamın Öldürülüşü
Cardiff Marney/ Barney Desai
Güney Afrika ırkçı yönetimi tarafından öldürülen imam Abdullah Harun’un sürükleyici ve ibret verici romanı. “…Yaralarım sızlıyor, artık bu eza ve cefaya dayanasım kalmadı. Ey...