Her acının, hırsın, beklentinin, arzunun, yıpratıcı düşlerin yorulup soluğunu tüketeceği bir nokta vardır ve ben oraya varmak istiyorum. Bunun için her şeye katlanacağım. Çünkü aradığım huzur orada. Balyozla Balık Avı; Sedat Simavi, Erdal Öz, Yaşar Nabi Nayır ve Sait Faik gibi ödüllerin sahibi usta yazarın yeni öykülerini bir araya getiriyor. Beklenmedik rastlantıları, tüm bir geçmişe ışığını düşüren tuhaf karşılaşmaları, kâbusları, hatırlamaları, aydınlanmaları, absürdlükleri ve hüsranla sonlanan arayışları anlatan öyküler, hayata hikâyelerin penceresinden bakan Cemil Kavukçu’nun içgörüsü ve yalın üslubuyla parıldıyor.
İçindekiler
Balyozla Balık Avı……………………………………………………… 13
Anma Arkadaş………………………………………………………….. 21
Atbaba ……………………………………………………………………. 29
Elifba ……………………………………………………………………… 35
Özel Gün………………………………………………………………… 43
He………………………………………………………………………….. 53
Kuşun Kanadındaki …………………………………………………… 61
Küçük Rastlantılar…………………………………………………….. 69
21. Cadde………………………………………………………………… 75
Dışarısı……………………………………………………………………. 79
Bir An ya da Her An İçin……………………………………………. 81
İprik ……………………………………………………………………….. 87
BALYOZLA BALIK AVI
Bu mayıs öncekilere benzemiyor. Karanlık, puslu, sıkıntılı kış ayları, içkili-borçlu günler, birkaç iyi insanın dışındaki seviyesiz ilişkiler geride kaldı; köydeyim sonunda. Bütün bir yazı ve yaz sonunu tezek kokusunu içime çeke çeke, bana sabrı öğreten toprakla haşır neşir olarak geçireceğim. Güçlenmek için ruhumu uzun bir tatile çıkardım. Meyveye durmuş, dallarından yaşam fışkıran elma, armut ve nar ağaçlarımı selamlıyorum. Toplam on ağacı geçmiyorlar ama verdikleri bana ve dostlarıma yetiyor da artıyor bile. Ellerimi arkama bağlayıp büyük bir çiftliğin sahibiymiş gibi dolaşıyorum aralarında. Tek eksiğim körüklü çizmelerim ile ona hafif dokunuşlarla vuracağım sığır siniri kırbacım. Geçen sonbahar bahçedeki incir ağacının yanına büyük özenle yaptığım kümes bir müştemilat gibi görünüyor gözüme. Giderken İbrahim Dayı’ya tembihlemiş, gelmeden bir hafta önce de telefon edip hatırlatmıştım. Kümese birkaç tavukla horoz koyacaktı, kaç paraysa gelince hesaplaşacaktık. Sözünde durmuş. Sabah bir horozun sesiyle uyanmak ne güzel. Uçacakmış gibi boynunu ileri uzatarak ötmesi tam bir sabah ayini. Köyün horozlarıyla uzaktan uzağa haberleşiyorlar, hâlâ yatağından çıkmamış tembel köylüleri birbirlerine ispiyonluyorlar. Aslında dalgalarını geçiyorlar.
Penceremin altından geçen koyun sürüsünü haber veren çıngırak ve dörtlerce ayağın koşturması bir kilise korosu. Bu ahengi bozan ise, kurallara uymayan birkaç koyunu “Prrüüüst!” diye uyarıp ardından okkalı bir küfür savuran çoban oluyor. Ne anaları kalıyor koyunların ne bacıları. Kalkıp dışarı bakmasam da geçişlerini gözlerim kapalı, yattığım yerden izliyor ve kuyrukları virgül gibi sırtlarına doğru bükülmüş vakur iki çoban köpeğinin her şeye hâkim “ağır abi” bakışlarını canlandırıyorum. Onlar ki bir içki masasının başköşesine oturtulmalı, duruşları, bilge bakışları ve damlayan salyalarına aldırmadan sallanan dillerine kulak kabartılmalı, hırıltıları büyük bir dikkatle ve saygıyla dinlenmeli. Taş ev, geçen sonbahar bıraktığım gibi. Bir yaş genç halimin yalnızlığı kokuyor.
Ama bahçe öyle değil; oranın gerçek sahipleri ayrıkotları, dikenler, adını bilmediğim çeşitli nebatat coşkuyla boy vermiş. İşe onları yolmakla başlayacağım, çünkü bahçe bakımlı olmalı, tavuklar rahatça dolaşıp eşinebilmeli. Otları anayurtlarından atmaya hakkım olmadığını biliyorum ama tek avuntum, ne yaparsam yapayım onların burayı terk etmeyeceği, ben kente dönünce yine bahçeye gönüllerince yayılacakları. Sabah follukta üç yumurta buldum, çocuklar gibi sevindim. Olay buydu. Doğal beslenecektim.
Yıpranmış bedenimi ve ruhumu onarmak için buradayım. Boynuma mendil bağlamış, başıma hasır şapkamı geçirmiş (hepsi özentiydi, biliyordum ama hoşuma gidiyordu, ne yapayım) bahçede çalışmaya hazırlanıyordum ki dere yatağına dönmüş, dar bozuk yolu iki yana yalpalanarak tırmanan traktörü gördüm. Hemen tanıdım: Mehmet. Bahçe kapısının önünde durdu. Kasketini öylesine geriye itmişti ki, siperi kafatasını ikiye bölen bir sınır gibi duruyordu. O da bütün köydekiler gibi boynuna mendil bağlamıştı. Traktörden inince pantolonunu göbeğine doğru çekiştirip dizleri üzerinde hafifçe yaylandı. Çalışır durumda bıraktığı eski traktör zangır zangır titriyordu. Ayağında lastik çizmeleri, yüzünde hiçbir anlama gelmeyen sırıtışıyla sallana sallana bahçeye girdi.
“Hoş gelmişsiiin,” deyip kollarını iki yana açtı. “Sen haber etmedin ama biz öğrendik.” Kucaklaştık. Her yer gibi o da gübre kokuyordu. “Köy yerinde önceden haber vermeye gerek var mı Mehmet,” dedim, “İbrahim Dayı’ya söylemiştim zaten.” “He, biz de ondan öğrendik. Ha İbram Dayı’ya söylemişsin, ha hoca minareden duyurmuş, aynı kapıya çıkar. Kümesine tavuk, horoz koymuş. Sen gelene kadar yumurtalar onun hakkıymış, uğrayıp yem veriyormuş. Sabah akşam kahvede bunu anlatıyor.” “Onun hakkı tabii Mehmet, lafı mı olur.” “Zıpkın gibisin aga,” deyip elinin tersiyle göbeğime vurdu. “Göbekli zıpkın mı olurmuş,” dedim. Kendi göbeğini sıvazlayarak, “Hâlıma göre hâlına bin şükür,” dedi. Gülüştük. Yeniden boynuma sarıldı. Köy ve gübre kokusu. “Ektiğin soğanlar çıkmış, boyları da bir karışı geçmiş,” dedim. Gözlerini yumup “Eee,” diyerek başını geriye attı. “Yakında biberleğ de çıka ama domatislere vakit var daha. Domatis fidelerine çok sık su vermeycen, arsız ot olurla sonna, boya uzar giderleğ ama dallarındaki domatisler cevizden büyük olmaz.” Köyde yaşamanın raconu buydu işte. Beni kendilerinden ayırmıyor gibi görünseler de bir yere kadardı. “Tamam,” dedim. “Akşama Ramazan Dayı’nın tarlaya gidiyoz,” dedi, “geldiğini o da duymuş. Yeni mahsulün tadına bakacakmışız.” “Mahsul için erken değil mi?”
“Erken tabii. O pezevengin ne yalancı olduğunu bilmez misin? Kaç zamandır tadına bakıyoruz ama yeni mahsul dediği kışın stokları. Herkesin zulası tükendi ya, kendini ulufe dağıtan padişah sanıyo ipne. Biz de yemiş görünüyoz, ne yapalım. Onun için varsa yoksa muhabbet, bol keseden palavra. Neyse aga, ben tarlaya gidiyom, geç bile kaldım. Gün kavuşmadan gelir seni alırım.” Hiç acelesi yokmuş, kahveye gidiyormuş gibi çıktı bahçeden. Traktöre yerleşince kasketini alnına doğru indirdi bu kez. Hareket edince bana bakmadan sağ kolunu kaldırdı.
İbram Dayı gibi tövbekâr birkaç ihtiyar ve cami imamı dışında herkes kendi içkisini yapardı. Yaz sonu kadınlar salça, tarhana, turşu telaşına girdiğinde erkekler de zıkkım işine bakardı. Ramazan Dayı’nın tarlasına gidilecekse ceviz ağacının altında oturulurdu. Namı diğer “nöbetçi eczane” Ramazan Dayı’nın zıkkımı hiç tükenmezdi. Alkol derecesi belli olmayan renksiz sıvı çay bardaklarının yarısına kadar doldurulur, üzerine de gazoz eklenirdi. İkramı o yaptığı için konuşma hakkını da kendinde bulacak ve hiç susmayacaktı gece boyunca; Mehmet’in, “Bulgar radyosu gibi be ya,” dediği gibi. Ağzından bal damlardı. Palavralarını dinlemek de ayrı bir keyifti. İşimin başına döndüm. Ayrıkotları o kadar inatçı ve toprağın altında öyle bir ağ örmüşler ki, ayıklamakla, kazmakla baş edilecek gibi değil. Neyse akşam olunca Ramazan Dayı’nın buğdaydan imal ettiği içkiden içeceğiz.
Dinlenmek için oturdum. Sigara içiyor ve önümdeki soğan filizlerine bakıyorum. Yolmaya çalıştığım toprağın gerçek sahiplerinin yanında nasıl narin, nazlı ve güçsüzdüler. İçlerinden biri kıpırdanmaya başladı. Öbürlerinde bir hareket yoktu. Aşağıdaki bir güç tarafından çekiliyormuş gibi boyu kısalmaya başladı; önce yarıya kadar indi, sonra tamamen yok oldu. Yerinde ters konibiçiminde minik bir çukur kalmıştı. Mehmet’in, “Dikkat et!” dediği köstebek bu olmalıydı. Ramazan Dayı’nın tarlasının bir ucundaki ceviz ağacının altındayız. Geldiğimizde Mehmet’in traktörünün önüne çıkıp kollarını iki yana açarak karşılamıştı beni. Kucaklaşmıştık. Sırtımı defalarca pışpışlamıştı. Yine aynı “köy” kokusu. Güneş batalı çok oldu. Remzi’nin yaktığı ateşi Mehmet kuru dallarla sürekli besliyor. Üşüdüğümüzden ya da bir şey pişireceğimizden değil ışık olsun, yüzlerimizi görelim diye. Bir de Ramazan Dayı’nın hakkaniyeti için gerekli.
Her zaman olduğu gibi sakiliği o yapıyor; yarıya kadar doldurmaya özen gösterdiği çay bardaklarını alevin ışığına tutup bakıyor ki hak geçmesin. Üzerine köydeki bakkaldan Mehmet’in aldığı gazozu ekleyeceğiz. Remzi’nin getirdiği çökelek ve ekmekten başka yiyecek bir şey yok. İlk yudumlar alınıyor ve yeni mahsulün kalitesi övülüyor. Artık söz Ramazan Dayı’da. Konudan konuya atlayarak anlatıyor. Bardaklar devrildikçe konular da değişiyor. Sonunda işin av ve avcılığa geleceğini hepimiz biliyoruz. Sırtını ceviz ağacına iyice yaslıyor, gözkapakları yarıya kadar düşmüş. “Ateş sönüyo lan,” diyor. Birbirimize bakıp yandan çarklı gülümsüyoruz. Mehmet’le Remzi kalkıp birkaç dal atıyorlar ateşe.
Remzi Dayı anlatmaya başlıyor: “Kaç sene önceydi hatırlamıyorum, Doğancı Barajı’ydı herhalde, takım taklavat balıktayız. İki kavanoz dolusu solucan, birer şişe beyaz şarap, meze olarak yarım ekmek arası çökelek, domatis, biber… Salmışız oltalarımızı durgun suya, bir kolumuzu yastık yapıp uzanmışız toprağa misinanın titremesini bekliyoz. Balık vuracak da biz aşka gelip nara atacaaz. Arada da bebelerin biberonuymuş gibi şişelerimizden küçük yudumlar alıp oyalanıyoz. Birden yanımızda iki Bulgar mağcırı peyda oldu; nerden geldiler, nasıl geldiler anlayamadık. Suratsız iki adam, bu civardan olmadıkları belli. Çalı gibi kaşları saman sarısı, saçlarını makineye vurdurmuşlar. Bıyıkları aynı hela süpürgesi, sapsarı. Yalanım varsa burda taş olayım. Birinin omzunda balyoz var ki en az elli kilo, öbürünün omzunda da siyah bir torba.
Allah Allah! Bunlar herhalde taş işçisi, su kıyısına dinlenmeye geldiler, dedik. Ama ikisi de sıfır numara hıyar. Ulan adam bir selam verir, rasgele der değil mi? Görüyosun işte, balık tutmaya çalışıyoz, oltalarımızı suya bırakmışız. Yok, ipnelerin suratı sirke satıyo. Dalaşmaya da gelmez, hepimizin anasını sikeğleğ. Dinlenmeye gelmediklerini, amaçlarının başka olduğunu kısa süre sonra anladık. Pantolonlarını çıkarıp suya girdiler. O nasıl donmuş agalar, birden şişip traktör lastiği gibi bellerini çevreleyiverdi. Herif elli kiloluk balyozu da yanına aldı iyi mi?
Ulan balyozla suya mı girilir! Girdi işte. Uzandığımız yerden doğrulduk, oltalarımızı bir an için unuttuk, iki mağcırın ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalışıyoz. Sağ yandaki kayalara doğru yürüyorla. Su hâlâ bellerinde. Durdula. Omzunda taşıdığı balyozu kaldırıp kayalara öyle bir indirdi ki ayı, yer sarsıldı. Zelzele oluyor sandık. Yalanım varsa burda taş olayım. Bu sarsıntı balıkları öyle sersemletmişti ki, yan dönüp suyun üstüne çıktılar. Öbür ayı da balıkları toplayıp torbasına doldurmaya başladı.” “Öyle balık mı avlanır Ramazan Dayı?” dedim. “Ben de onu diyom ya! Gözlerimle görmesem inanmazdım. Herifler dünyanın balığını toplayıp gittiler. Aha, Mehmet burda. Öyle olmadı mı lan?” “Aynen dediği gibi oldu.” “Siz ne yaptınız dayı?” dedi Remzi. “Ne yapalım, oltalarımızı toplayıp köye döndük. Balık mı bıraktı derede ipneler.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Öykü
- Kitap AdıBalyozla Balık Avı
- Sayfa Sayısı96
- YazarCemil Kavukçu
- ISBN9789750741111
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2020
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Gergedan ~ Mine Söğüt
Gergedan
Mine Söğüt
Uçsuz bucaksız bir bataklıkta bir gergedan bize doğru koşuyor kinle ve senin cesedin kötü kokuyor o gece. Annem ağzını her açtığında, koku daha da...
- Paramparça ~ Bryan Hurt
Paramparça
Bryan Hurt
“İzlemek yakın alaka göstermektir. Yakın alaka bir sevgi eylemidir. Öyleyse, alışacaksın küçük adam. İzlenmek hayatın bir parçası.” İZLENİYORUZ. Bu ifadenin artık kimseyi şaşırtmaması bile...
- Dinozorun Ayak Sesleri ~ Elif Yonat Toğay
Dinozorun Ayak Sesleri
Elif Yonat Toğay
Atıştırmalık Öyküler ve Bir Şeyler Yapmam Gerek isimli kitaplarından tanıdığımız ödüllü yazar Elif Yonat Toğay’dan, hayal gücünün sınırsızlığında gezinen, kahkaha garantili on gülmece öykü: Dinozorun Ayak Sesleri. Yetişkinlerin...