Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Bakire ile Çingene
Bakire ile Çingene

Bakire ile Çingene

D.H. Lawrence

Yvette, rahip olan babası, kız kardeşi, büyükannesi ve halasıyla birlikte bir köyde yaşamaktadır. Annesinin genç ve beş parasız bir adamla kaçmasından sonra buraya taşınmışlardır….

Yvette, rahip olan babası, kız kardeşi, büyükannesi ve halasıyla birlikte bir köyde yaşamaktadır. Annesinin genç ve beş parasız bir adamla kaçmasından sonra buraya taşınmışlardır. Yvette ve kardeşi Lucille’in, tekdüze köy yaşamı son derece sıkıcıdır. Ne var ki Yvette bir süre sonra bir Çingene’yle tanışacak, o güne kadar hiç bilmediği duyguların tadına varacak, bu olay onun tüm yaşamını değiştirecektir.Modern çağ İngiliz edebiyatının en büyük yazarlarından David Herbert Lawrence’ın, ünlü Lady Chatterley’in Âşığı’ndan hemen önce kaleme aldığı Bakire ile Çingene, çok geçmeden yazarın en önemli eserlerinden biri kabul edilir oldu. Bu kısa romanda Lawrence, çoğu kez olduğu gibi cinselliği olanca içtenliğiyle ele alıyor. Bakire ile Çingene, yazarın “özgürleşmenin öncüsü” olarak görülmesine yol açan yapıtlarından.

I

Pa­pa­z’ın ka­rı­sı, beş pa­ra­sız genç bi­riy­le çe­kip git­tiğin­de çı­kan skan­dal hiç­bir sı­nır ta­nı­mak­sı­zın ya­yıl­dı. İki kı­zı­nın kü­çü­ğü ye­di, bü­yü­ğü de do­kuz ya­şın­day­dı ve Papaz da öy­le iyi bir ko­cay­dı ki… Evet, ger­çi saç­la­rı gri­leşmiş­ti ama bı­yık­la­rı ko­yu renk­ti, ya­kı­şık­lıy­dı ve ele avu­ca sığ­maz gü­zel ka­rı­sı için hâlâ ka­ça­mak bir tut­kuy­la do­luydu. Ne­den git­miş ola­bi­lir­di? Ne­den tav­la­yı­cı, göz kamaş­tı­rı­cı bir duy­gu de­ği­şi­mi­ne ka­pı­lıp an­sı­zın ak­lı­nı kaçı­rı­ver­miş gi­bi fır­la­yıp git­miş­ti? Kim­se bu­na bir ya­nıt bu­la­mı­yor­du. Yal­nız­ca so­fu olan­lar kö­tü bir ka­dın ol­du­ğu­nu söy­le­di­ler. Ba­zı iyi niyet­li ka­dın­lar ses­le­ri­ni çı­kar­ma­dı­lar. Bi­li­yor­lar­dı. İki kü­çük kız­sa hiç­bir za­man bil­me­di­ler. İç­le­ri kan ağ­la­ya­rak an­ne­le­ri­nin on­la­rı hiç önem­se­me­di­ği için git­tiği­ne ka­rar ver­di­ler. Kim­se­ye ha­yır ge­tir­me­yen kö­tü­lük rüzgârı, Pa­paz ai­le­si­ni de ka­sır­ga­sın­da si­lip sü­pür­dü. Son­ra ne ol­sa beğe­nir­si­niz? Bir de­ne­me ya­za­rı ve tar­tış­ma­cı ola­rak olduk­ça seç­kin bi­ri olan, du­ru­mu da ki­tap­se­ver­ler ara­sın­da sem­pa­ti uyan­dı­ran Pa­paz, Papp­lewick’in ma­aş­lı pa­pa­zı ol­du. Tan­rı, şans­sız­lık rüzgârı­nı, ül­ke­nin ku­ze­yin­de bir pa­pa­ze­viy­le gi­der­miş­ti.

Pa­pa­ze­vi, kö­ye gel­me­den he­men ora­da­ki Papp­le Irma­ğı kı­yı­sın­da çir­kin taş bir ev­di. İleri­de, yo­lun ır­ma­ğı kes­ti­ği yer­de bir za­man­lar suy­la dö­nen ko­ca­man, es­ki, taş pa­muk de­ğir­men­le­ri var­dı. Yol te­pe­den yu­ka­rı­ya kıv­rı­lıyor, son­ra kö­yün iç ka­rar­tı­cı taş so­kak­la­rı­na ini­yor­du. Pa­paz ai­le­si, pa­pa­ze­vi­ne ge­çiş ne­de­niy­le bir de­ği­şiklik ka­ra­rı al­dı. Ar­tık böl­ge­nin so­rum­lu pa­pa­zı olan Bay Saywell, yaş­lı an­ne­siy­le kız kar­de­şi­ni, kent­ten de er­kek kar­de­şi­ni alıp gel­di. İki kü­çük kı­zın es­ki ev­de­kin­den çok fark­lı bir çev­re­le­ri ol­muş­tu. Böl­ge­nin so­rum­lu Pa­pa­z’ı kırk ye­di­si­ne gel­miş­ti ve ka­rı­sı­nın uçup gi­di­şi­nin ar­dın­dan aşı­rı, pek de va­kar­lı sayı­la­ma­ya­cak bir üzün­tü ser­gi­li­yor­du. Ca­naya­kın ha­nımlar in­ti­har et­me­me­si için onu kol­la­yıp gö­ze­ti­yor­lar­dı. Saç­la­rı eni­ko­nu ak­laş­mış, vah­şi ba­kış­lı, acık­lı gö­rü­nüm­lü bi­ri olup çık­mış­tı. Ona şöy­le bir göz at­mak, olup bi­ten her şe­yin ne ka­dar kor­kunç ol­du­ğu­nu, onun­sa na­sıl aldan­dı­ğı­nı an­la­mak için ye­ter­liy­di. Yi­ne de ku­la­ğa bir yer­ler­den yan­lış bir no­ta ge­li­yordu. Es­ki Pa­pa­z’ın dert­le­ri­ni pay­la­şan ha­nı­me­fen­di­ler­den ba­zı­la­rı bu ye­ni böl­ge Pa­pa­zın­dan pek hoş­lan­ma­mış­lardı. Söy­le­ne­cek her şey söy­le­nip ya­pıl­dı­ğın­da on­da ga­rip, giz­li­den ken­di­ni üs­tün gö­ren bir hal gö­ze çar­pı­yor­du. Kü­çük kız­lar­sa do­ğal ola­rak, ço­cuk­la­rın o be­lir­siz kav­ra­yı­şıy­la ai­le­nin du­ru­mu­nu ka­bul­len­di­ler. Yet­mi­şin üs­tün­de olan ve göz­le­ri gi­de­rek bo­zu­lan Bü­yü­kan­ne, evin mer­ke­zi ol­du. Kır­kın üs­tün­de, sol­gun, din­dar ve içten içe bir kur­dun ke­mir­di­ği Cis­sie Ha­la evi çe­kip çe­viri­yor­du. Kır­kın­da, cim­ri, gri yüz­lü, yal­nız ken­di için, donuk bir ya­şam sür­dü­ren Fred Am­ca’y­sa her gün ken­te ini­yor­du. Pa­pa­z’a ge­lin­ce, el­bet­te ki Bü­yü­kan­ne­’den sonra evin en önem­li ki­şi­siy­di. Bü­yü­kan­ne’­ye “A­na” di­yor­lar­dı.Akıl­lı, be­den­ce ka­ba sa­ba, ya­şa­mı bo­yun­ca çev­re­sin­de­ki er­kek­le­rin za­yıf yan­la­rı­na dal­ka­vuk­luk ede­rek ken­di işi­ni ko­lay­laş­tır­mış es­kiler­den bi­riy­di. Baş­la­ma işa­re­ti­ni ça­bu­cak al­dı. Pa­paz, suç­lu ka­rı­sı­nı hâlâ “se­vi­yor”du, son ne­fe­si­ne ka­dar da “seve­cek­ti”. Öy­ley­se su­sul­ma­lıy­dı. Pa­pa­z’ın duy­gu­la­rı kutsal­dı. Ev­len­di­ği ve tap­tı­ğı o ter­te­miz kı­zı yü­re­ği­nin bir kö­şe­sin­de kut­sal bir şey gi­bi sak­lı­yor­du. Ay­nı an­da acı­ma­sız dış dün­ya­da Pa­pa­z’ı al­da­tan ve kü­çük ço­cuk­la­rı­nı terk eden, adı kö­tü­ye çık­mış bir ka­dın do­la­şı­yor­du. Hak et­ti­ği al­ça­lı­şı hiç kuş­ku­suz ona ve­re­cek olan genç, re­zil bir ada­mın em­rin­dey­di. Ön­ce bu nok­ta çok iyi an­la­şıl­sın, son­ra da su­sul­sun! Çün­kü Pa­pa­z’ın yüre­ği­nin saf yü­ce­li­ğin­de gen­ce­cik ge­li­ni için hâlâ ter­te­miz, ak bir kar­çi­çe­ği açı­yor­du. Bu ak kar­çi­çe­ği sol­ma­mış­tı. O aşa­ğı­lık genç adam­la gi­den öbür ya­ra­tı­ğın Pa­paz’­la hiç­bir il­gi­si yok­tu. Kü­çük bir evin du­lu ola­rak sö­nük, be­lir­siz bi­ri olan Ana, şim­di pa­pa­ze­vin­de baş kol­tu­ğa tır­man­mış ve yaş­lı, ko­ca­man cüs­se­si­ni sağ­lam­ca yer­leş­tir­miş­ti.Tah­tı­nın elinden alın­ma­sı­na izin ver­me­ye­cek­ti. Olan­ca cin fi­kir­li­li­ğiyle onay­la­mı­yor­muş gi­bi gö­rü­ne­rek Pa­pa­z’ın ter­te­miz ak kar­çi­çe­ği­ne olan bağ­lı­lı­ğı­na say­gı­sı­nı gös­te­ren iç çe­kiş­leri­ni ih­mal et­me­di. Oğ­lu­nun bü­yük aş­kı­nın önün­de sin­sice eği­le­rek kö­tü dün­ya­da aç­mış ve bir za­man­lar Ba­yan Art­hur Saywell de­nen o ısır­ganotu­na kar­şı tek söz et­medi. Ney­se, Tan­rı­’ya şü­kür ye­ni­den ev­len­di­ği­ne gö­re ar­tık Ba­yan Art­hur Saywell sa­yıl­maz­dı. Hiç­bir ka­dın Pa­pa­z’ın adı­nı ta­şı­mı­yor­du.Ter­te­miz, ak kar­çi­çe­ği adı sa­nı ol­maksı­zın sonsuza kadar aça­cak­tı. Ai­le de onu “bir-zamanlarvar­dı” ola­rak dü­şü­nü­yor­du. Bun­la­rın tü­mü de Ana’nın de­ğir­me­ni­nin su­yuy­du. Art­hur’un ye­ni­den ev­len­me ola­sı­lı­ğı­na kar­şı Ana’yı koru­yor­du. Art­hur’u, en güç­süz ya­nın­dan, ken­di­ne olan sin­si sev­gi­sin­den ya­ka­la­mış­tı. Öl­mez ak bir kar­çi­çe­ğiy­le ev­len­miş­ti. Şans­lı adam­dı doğ­ru­su! Ya­ra­lan­mış­tı. Ya­zık!

Acı çek­miş­ti. Ah, na­sıl da sev­gi do­lu bir yü­rek­ti onun­ki! Ba­ğış­la­mış­tı el­bet­te. Evet, ak kar­çi­çe­ği ba­ğış­lan­mış­tı! Öbür her­ge­le işe ka­rış­tı­ğın­da ira­de­siy­le ge­rek­li ön­lem­leri al­mış­tı ama şşttt! O ko­kuş­muş dış dün­ya­da­ki kor­kunç ısır­ganotu­nu faz­la dü­şün­me­ye gel­mez­di! O, “bir-zamanlar-var­dı”y­dı. Ak kar­çi­çe­ği geç­mi­şin eri­şil­mez yü­ce­lik­lerin­de aça­dur­sun. Ya­şa­nı­lan an baş­ka bir öy­küy­dü. Ço­cuk­lar­sa bu düz­me­ce ken­di­ni kut­sal­laş­tır­ma ve “hiç­bir şe­yin sö­zü edil­mez”lik ha­va­sın­da ye­tiş­ti­ril­di­ler. On­lar da eri­şi­le­mez yük­sek­lik­ler­de­ki kar­çi­çe­ği­ni gör­düler. On­lar da ya­şam­la­rı­nın te­pe­sin­de yal­nız gü­zel­li­ği içinde sal­ta­nat sür­dü­ğü­nü, as­la do­ku­nul­ma­ma­sı ge­rek­ti­ği­ni bi­li­yor­lar­dı. Bu ara­da dı­şa­rı­da­ki mur­dar dün­ya­dan ben­cil­li­ğin ve al­çal­mış şeh­ve­tin ağır, pis ko­ku­su, o iğ­renç ısır­ga­nın,“birza­man­lar-var­dı”nın ko­ku­su ge­li­yor­du. Bu ısır­gan ara­da kız­lar, ço­cuk­la­rı­na bir not ilet­me­nin yo­lu­nu bu­lu­yor­du. Böy­le du­rum­lar­day­sa gü­müş saç­lı Ana, iç­ten içe nef­ret­le sar­sı­lı­yor­du. Eğer “bir-za­manlar-var­dı” ge­ri dö­ner­se Ana’ dan ge­ri­ye pek bir şey kal­ma­ya­cak­tı. Giz­li bir nef­ret rüzgârı yaş­lı bü­yü­kan­ne­den kız­la­ra, Ana’yı ya­ba­na atılma­ya­cak bir bi­çim­de kü­çüm­se­yen o iğ­renç şeh­vet ısır­ganı­nın ço­cuk­la­rı­na es­ti. Bun­la­rın tü­müy­le, ço­cuk­la­rın ha­yal me­yal anım­sadık­la­rı ken­di ger­çek evi olan gü­ney­de­ki pa­pa­ze­vi ve göz ka­maş­tı­rı­cı ama pek gü­ve­ni­lir ol­ma­yan an­ne­le­ri Cynt­hia iç içey­di. Ev­de, son­su­za ka­dar do­ğan ve ba­tan hız­lı, tehli­ke­li bir gü­neş­miş­çe­si­ne bü­yük bir sel, bir ya­şam se­li oluş­tur­muş­tu. Her­kes onun var­lı­ğı­nı par­lak­lık ama bi­raz da teh­li­ke, göz ka­maş­tı­rı­cı­lık ama bi­raz da ür­kü­tü­cü bir ben­cil­lik­le bir­leş­ti­ri­yor­du. Şim­diy­se o göz ka­maş­tı­rı­cı­lık git­miş, ak kar­çi­çe­ği, por­se­len bir çe­lenk gi­bi me­za­rı­nın üs­tün­de don­muş­tu. Ben­cil­li­ğe öz­gü teh­li­ke­li bir tür olan as­lan ve kap­lan­lar­da rast­la­nan de­ğiş­ken­lik teh­li­ke­si de böy­le­ce sa­vıl­mış oluyor­du. Şim­di ar­tık in­sa­nın için­de ra­hat ra­hat mah­vo­la­cağı tam bir de­ğiş­mez­lik var­dı. Ne var ki ço­cuk­lar bü­yü­yor­du. Bü­yür­ken de ka­fa­la­rı da­ha çok ka­rı­şı­yor, da­ha şaş­kın­la­şı­yor­lar­dı. Ana yaş­landık­ça göz­le­ri de gi­de­rek za­yıf­lı­yor­du. Bi­ri­nin onu gi­de­ceği ye­re gö­tür­me­si ge­re­ki­yor­du. Öğ­le­ne ka­dar ya­ta­ğın­dan kalk­mı­yor­du.Ya­rı kör, ya­rı ya­ta­lak da ol­sa evin de­ne­ti­mi on­day­dı. Tam da ya­ta­lak sa­yıl­maz­dı za­ten. Er­kek­ler var­sa Ana tah­tın­da olur­du. Ka­yıt­sız­lı­ğa fır­sat ver­me­ye­cek ka­dar kur­naz­dı. Özel­lik­le de ra­kip­le­ri var­ken… En bü­yük ra­ki­bi kız­la­rın kü­çü­ğü olan Yvet­te’ti. Yvet­te’te bir-za­man­lar-var­dı’nın o kar­ma­şık, ka­yıt­sız neşe­si var­dı, ama kız da­ha yu­mu­şak baş­lıy­dı. Bel­ki de Büyü­kan­ne onu tam za­ma­nın­da ya­ka­la­mış­tı. Bel­ki! Pa­paz,Yvet­te’e ta­pı­yor, onu aşı­rı bir düş­kün­lük­le şımar­tı­yor­du; ben yuf­ka yü­rek­li, hoşgö­rü­lü bir ih­ti­yar­cık de­ğil mi­yim, de­mek is­ti­yor gi­biy­di. Ken­di­si için böy­le dü­şü­nül­me­sin­den hoş­la­nı­yor, Bü­yü­kan­ne de onun kıl ince­li­ğin­de­ki za­yıf­lı­ğı­nı bi­li­yor­du. Tü­mü­nü de ta­nı­yor, Papaz için, onun ki­şi­li­ği için bir oya­la­ma ol­ma­la­rı­na uğ­raşa­rak on­la­rı kul­la­nı­yor­du. Ka­dın­la­rın göz alı­cı giy­si­ler is­te­me­si gi­bi Pa­paz da ken­di gö­zün­de göz alı­cı bir ki­şi­li­ği ol­sun is­ti­yor­du.Ana da kur­naz­lık­la ye­ter­siz ve za­yıf nokta­la­rı­na bi­rer“ben” kon­du­ru­yor­du.An­ne sev­gi­si Pa­pa­z’ın da­ya­nık­sız nok­ta­la­rı­nın ipu­cu­nu ve­ri­yor, o da oğ­lu­nun ha­tı­rı için on­la­rı süs­lü­yor­du. Bir-za­man­lar-var­dı olan Cynt­hia’da ol­du­ğu gi­bi! Ama bu ko­nu­da ondan söz etme­ye­lim. Onun gö­zün­de Pa­paz ne­re­dey­se Not­reDa­me’ ın kam­bu­ru ve bu­da­la­nın bi­riy­di. Gü­lünç olan şey, Bü­yü­kan­ne’­nin, poh­poh­lan­mış Yvet­te’ten çok, iç­ten içe bü­yük kız Lu­cil­le’den nef­ret et­me­siy­di. Te­dir­gin, si­nir­li Lu­cil­le, Bü­yü­kan­ne’­nin gü­cü al­tın­da ol­du­ğu­nu şı­ma­rık, ki­şi­li­ği be­lir­siz Yvet­te’ten daha iyi bi­li­yor­du. Öte yan­dan, Cis­sie Ha­la da Yvet­te’ten nef­ret edi­yordu.Adın­dan bi­le nef­ret ede­cek ka­dar nef­ret do­luy­du ona kar­şı. Cis­sie Ha­la’nın ya­şa­mı Ana’ya adan­mış­tı, Cis­sie Ha­la bu­nu bi­li­yor, Ana da onun bu­nu bil­di­ği­ni bi­li­yor­du. Yi­ne de yıl­lar geç­tik­çe ara­la­rın­da ba­rış im­za­la­dı­lar. Cis­sie Ha­la’nın ku­ral­la­ra uyan ken­di­ni kur­ban et­me dü­ze­ni ay­nı Cis­sie gi­bi her­kes­çe onay­lan­dı. Bu ko­nu­da epey de dua et­ti. Bu da onun bir kö­şe­de ken­di­ne ait özel duy­gu­la­rı ol­du­ğu­nu gös­te­ri­yor­du, za­val­lı­cık… Cis­sie ol­mak­tan vazge­çip ya­şa­mı­nı ve cin­sel­li­ği­ni yi­tir­di. Şim­diy­se el­li­si­ne doğ­ru sü­rük­len­mek­te, için­de ye­şil, ga­rip öf­ke alev­le­ri uyan­mak­ta, böy­le za­man­lar­da da acı­ma­sız ol­mak­tay­dı. Ne var ki Bü­yü­kan­ne onu avu­cun­da tu­tu­yor­du. Cis­sie Ha­la’nın da ya­şa­mı­nın tek ama­cı Ana’ya bak­maktı. Cis­sie Ha­la’nın ce­hen­nemî nef­re­ti­nin ye­şil alev­le­ri ba­zen tüm genç şey­le­rin kar­şı­sı­na çı­kı­yor­du. Za­val­lı­cık dua edip Tan­rı’­nın ba­ğış­la­ma­sı­na ulaş­ma­ya ça­lı­şı­yor­du, ama ona ya­pı­lan şe­yi ba­ğış­la­ya­maz­dı ve da­mar­la­rın­da­ki ya­kı­cı asit ara­da pat­lı­yor­du. Ana, sı­cak, iyi yü­rek­li bi­ri de­ğil­miş gi­biy­di. De­ğil­di. Kur­naz­ca öy­ley­miş gi­bi gö­rü­nü­yor­du. Bu du­rum gi­de­rek kız­lar­da da gö­rün­me­ye baş­la­mış­tı. Es­ki mo­da dan­tel başlı­ğı, gü­müş saç­la­rı, tı­kız, kı­sa, öne eğil­miş be­de­ni­ni kapla­yan si­yah ipe­ğin al­tın­da bu yaş­lı ka­dı­nın, hep ken­di ka­dın gü­cü­nü ara­yan hi­lekâr bir yü­re­ği var­dı.Yoz­laş­tır­dığı pör­sü­müş, bit­ki­sel ya­şa­ma gir­miş adam­la­rın za­yıf­lık­ları­nın üs­tü­ne kur­du­ğu gü­cü­nü yıl­lar bo­yu sür­dür­müş, yet­miş­ten sek­se­ne, sek­sen­den de ye­ni bir kat­la­may­la dok­sa­na gi­di­yor­du. Bu­nun ne­de­ni de ai­le­de es­ki­den be­ri sü­re­ge­len bir sa­da­kat ge­le­ne­ği ol­ma­sıy­dı; bir­bir­le­ri­ne, özel­lik­le de Ana’ya bağ­lıy­dı­lar. Ana, do­ğal ola­rak ai­le­nin ek­se­niy­di. Aile, onun ego­su­nun uzan­tı­sıy­dı. El­bet­te ki bu­nu gü­cüyle ör­tü­yor­du. Oğul­la­rıy­la kız­la­rı da za­yıf ve dar­ma­da­ğın ol­duk­la­rın­dan so­nuç­ta bağ­lı ka­lı­yor­lar­dı.Ai­le­nin dı­şın­da, on­lar için teh­li­ke, aşa­ğı­lan­ma ve re­zil ol­mak­tan baş­ka ne ola­bi­lir­di? Pa­paz da ev­li­li­ğin­de bu de­ne­yi ya­şa­ma­mış mıy­dı? Öy­ley­se ted­bir­li ol­ma­lıy­dı­lar! Ted­bir ve sa­da­kat dün­ya­yı yö­net­me­liy­di! Var­sın ai­le için­de ola­bil­di­ğin­ce nef­ret ve sür­tüş­me ol­sun. Dış dün­ya­ya kar­şı par­mak­lıklar­la çev­ri­li bir bir­lik ol­ma­lıy­dı­lar.

II

Kızlar oku­lu bi­ti­rip de eve dönme­den Büyükanne’nin ölü, yaşlı eli­ni olan­ca ağırlığıyla ya­şam­larının üstünde his­set­me­di­ler. Lu­cil­le yir­mi bi­ri­ne bas­mak üze­reydi, Yvet­te’se on do­ku­zun­daydı. Lo­zan’a iyi ai­le­le­rin kızlarını gönder­dik­le­ri bir oku­la gi­dip bi­tir­miş­ler­di ve okulda­ki tüm öbür kızlar gi­bi ta­ze, du­yarlı yüzle­ri, kısacık saç­ları ve de­li­kanlımsı ce­hen­ne­meka­daryo­lunvar tavırlarıyla uzun boy­lu, genç ya­ratıklardı. “Papp­lewick’de bu ka­dar kor­kunç de­re­ce­de sı­kı­cı olan şey ne­dir aca­ba?” de­di Yvet­te, ka­nal ge­mi­sin­de durmuş, gri­yi, Do­ver’in gri ka­ya­lık­la­rı­nın yak­laş­ma­sı­nı seyre­der­ler­ken; “Gö­rü­nür­de hiç er­kek ol­ma­ma­sı mı der­sin. Ba­bam ne­den eşi dos­tu için eğ­len­ce fi­lan dü­zen­le­mi­yor? He­le Fred Am­ca, o bar­da­ğı ta­şı­ran son dam­la!” “A, ne ola­ca­ğı­nı hiç bi­le­mez­sin,” de­di Lu­cil­le, da­ha fi­lo­zof­ça. “Ama ne is­te­di­ği­ni pekâlâ bi­lir­sin,” de­di Yvet­te. “Pazar­ları ko­ro, üste­lik ben kar­ma ko­ro­dan nef­ret ede­rim. Kadınlar ol­madığı za­man oğ­lan­ların se­si ha­ri­ka! Son­ra gel­sin ki­li­se­de pa­zar günü din der­si oku­lu, kızlar dost­luk der­ne­ği, sos­yal et­kin­lik­ler ve Büyükan­ne’nin hatırını soran saygıde­ğer sev­gi­li yaşlılar! Ki­lo­met­re­ler­ce doğ­ru dürüst tek bir genç adam yok.”

“Bil­mem ki,” de­di Lu­cil­le,“F­ram­leyler var ya… Gerry So­mer­co­tes da sa­na ba­yı­lı­yor.” Yvet­te, du­yar­lı bur­nu­nu kal­dı­ra­rak,“A, ama ben bana ba­yı­lan­lar­dan nef­ret edi­yo­rum!” di­ye ba­ğır­dı.“Çok ca nı­mı sı­kı­yor­lar. Kur­şun gi­bi ası­lı­yor­lar in­sa­na.” “İ­yi ama, sa­na ba­yıl­ma­la­rı­nı is­te­mi­yor­san ne is­ti­yorsun? Ben be­ğe­nil­me­nin çok hoş ol­du­ğu­nu dü­şü­nü­yo­rum. On­la­rın bi­riy­le as­la ev­len­me­ye­ce­ği­ni bi­li­yor­sun, öy­ley­se hoş­la­rı­na gi­di­yor­sa bı­rak sa­na ba­yıl­sın­lar.” “A­ma ben ev­len­mek is­ti­yo­rum!” di­ye ba­ğır­dı Yvet­te. “Öy­ley­se ak­lı­nın ya­tıp ev­le­ne­ce­ğin bi­ri­ni bu­lun­ca­ya ka­dar, bı­rak ba­yıl­sın­lar sa­na.” “Böy­le ya­pa­mam ben. Hiç­bir şey de ba­na hay­ran biri ka­dar key­fi­mi ka­çır­mı­yor. Öy­le ca­nı­mı sı­kı­yor­lar ki! Ken­di­mi çok kö­tü his­se­di­yo­rum.” “A, bas­kı yap­ma­ya baş­la­dı­lar mı be­ni de sı­kı­yor­lar, ama bi­raz uzak­tan hiç fe­na de­ğil­ler.” “Ben çıl­gın­ca âşık ol­mak is­te­rim.” “O­la­bi­lir. Ben is­te­mem. Nef­ret eder­dim her­hal­de. Ger­çek­ten böy­le bir şey ol­sa bel­ki sen de nef­ret eder­din. Her şey bir ya­na ne is­te­di­ği­mi­ze ka­rar ve­re­bil­me­miz için şöy­le bir yer­le­şip alış­ma­mız ge­rek.” Yvet­te genç, du­yar­lı bur­nu­nu çe­vi­re­rek ba­ğır­dı: “İ­yi ama Papp­lewick’e git­mek­ten nef­ret et­mi­yor musun sen?” “Ha­yır, pek öy­le sa­yıl­maz. Da­ha çok, sı­kı­la­ca­ğı­mı­zı sa­nı­yo­rum. Keş­ke ba­bam bir ara­ba al­sa. Yi­ne es­ki bi­siklet­le­ri­miz­le sü­rük­le­ne­ce­ğiz. Tansy Moor’a git­mek is­temez miy­din?” “Ba­yı­lı­rım! Öy­le bir bi­sik­let es­ki­si­ni o te­pe­ler­de yokuş yu­ka­rı sür­mek ber­bat bir sa­vaş ol­sa bi­le.” Ge­mi gri ka­ya­lık­la­ra yak­la­şı­yor­du.Yaz­dı, ama gri bir gün­dü. İki kız, kürk ya­ka­la­rı­nı kal­dır­dık­la­rı ce­ket­le­ri­ni giy­di­ler; kü­çük, şık şap­ka­la­rı ku­lak­la­rı­na ka­dar çe­kil­miş­ti. Uzun, in­ce, ta­ze yüz­lü, ço­cuk­su ama o öğ­ren­ci ki­bir­lili­ğiy­le ken­di­ne gü­ven­li, çok gü­ven­li ve müt­hiş, fe­na halde İn­gi­liz’­di­ler. Çok öz­gür gö­rü­nü­yor­lar­dı, ama as­lın­da ken­di iç­le­rin­de kar­ma­ka­rı­şık ve ba­ğım­lıy­dı­lar. Çok atılgan ve ge­le­nek­le­re bağ­lı de­ğil­miş gi­bi gö­rü­nü­yor­lar­dı, ama çok bağ­lıy­dı­lar; bu hal­le­riy­le de ken­di iç­le­rin­de dışa­rı­ya tüm ka­pı­la­rı­nı ka­pat­mış otu­ru­yor­lar­dı. Li­man­dan, ya­şa­mın ge­niş de­niz­le­ri­ne de­mir al­mak üze­re olan gö­zü pek, in­ce, uzun, genç, tek di­rek­li yel­ken­li­le­re ben­zi­yorlar­dı. As­lın­day­sa bir li­ma­nın zin­ci­rin­den öbü­rü­ne gi­den iki za­val­lı genç, dü­men­siz ya­şam­dı­lar. İçe­ri gi­rer­ler­ken pa­pa­ze­vi yü­rek­le­ri­ne bir ür­per­ti sal­dı. Or­ta sı­nı­fın ra­hat ol­ma­yı unut­muş, so­ğuk ve temiz ol­ma­yan o söz­de ra­hat­lı­ğı­nın küf­lü ha­va­sıy­la çir­kin, on­dan da öte se­fil gö­rün­dü göz­le­ri­ne. Ka­tı gö­rü­nüm­lü taş ev, ne­de­ni­ni an­la­ya­ma­dık­la­rı bir te­miz de­ğil­miş duygu­suy­la sars­mış­tı kız­la­rı. Es­ki püs­kü eş­ya­la­rın se­fil bir gö­rü­nü­mü var­dı, hiç­bir şey fe­rah­lık ve­ri­ci de­ğil­di. Yemek­ler­de bi­le gur­bet­ten ge­len genç bi­ri için son de­re­ce ya­van olan o kor­kunç, iç ka­rar­tı­cı ça­mur­su­luk var­dı. Kızar­mış sı­ğır etiy­le ıs­lak la­ha­na­lar, so­ğuk ko­yun etiy­le pata­tes pü­re­si, ek­şi tur­şu­lar, ba­ğış­la­na­maz mu­hal­le­bi­ler. “Bi­raz­cık do­mu­ze­ti”ne iti­ra­zı ol­ma­yan Bü­yü­kan­ne­’nin özel ye­mek­le­ri de var­dı, sı­ğır eti su­yuy­la pek­si­met ya da kü­çük bir kâse ot ko­ku­lu kre­ma. Gri yüz­lü Cis­sie Ha­la he­men hiç­bir şey ye­mez­di. Ma­sa­da otu­rur, ta­ba­ğı­na tek bir haş­lan­mış pa­ta­tes­çik alır­dı. Eti ağ­zı­na sür­mez­di. Yemek sü­rer­ken o se­fil mah­pus­lu­ğu için­de öy­le­ce otu­rur, Bü­yü­kan­ne de onun ta­ba­ğın­da­ki­ni ça­bu­cak ya­la­yıp yutar­dı – bu ara­da şan­sı ya­ver gi­der­se çı­kık mi­de­si­nin üstü­ne bir şey dam­lat­ma­mış olur­du.Ye­mek iş­tah açı­cı değil­di: Cis­sie Ha­la ye­mek­ten ve ye­mek ye­mek­ten nef­ret eder, bir hiz­met­çi­yi de üç ay tu­ta­maz­ken, na­sıl iş­tah açıcı ola­bi­lir­di? Kız­lar iğ­re­ne­rek yer, Lu­cil­le yü­rek­li­lik­le da­ya­nır, Yvet­te’in du­yar­lı bur­nu tik­sin­ti­si­ni gös­te­rir­di. Yal­nız­ca be­yaz saç­la­rıy­la pa­paz, uzun gri bı­yık­la­rı­nı pe­çete­siy­le si­ler,şa­ka­lar ya­par­dı. O da bü­tün gün ça­lış­ma odasın­da otu­rup, be­de­ni­ni hiç ça­lış­tır­ma­mak­tan gi­de­rek ağırla­şıp tem­bel­le­şi­yor ama ora­da, Ana’nın ko­ru­na­ğı al­tın­da iğ­ne­le­yi­ci kü­çük şa­ka­lar yap­ma­yı ih­mal et­mi­yor­du. Çev­re­de­ki ara­zi, sarp te­pe­le­ri, de­rin, dar va­di­le­riy­le ka­ran­lık, kas­vet­liy­di ama yi­ne de ken­di­ne öz­gü et­ki­li bir gü­cü var­dı. Yir­mi mil uzak­ta, ku­ze­yin ka­ra en­düst­ri­leşme­si baş­lı­yor­du. Papp­lewick Kö­yü ora­ya oran­la yal­nız, on­dan da öte yi­tik, için­de­ki ya­şam da taş­laş­mış, asık yüzlü sa­yı­lır­dı. Her şey ne­re­dey­se şiir­sel­li­ğe ula­şan bir ka­tılık­la taş­laş­mış­tı, öy­le­si­ne amansız­dı ki… Her şey kız­la­rın bil­di­ği gi­biy­di: Ko­ro­ya gir­miş­ler, kili­se­nin iş­le­ri­ne yar­dım edi­yor­lar­dı, ama Yvet­te Pa­zar Oku­lu’na, Umut Ban­do­su’na, Kız­lar Dost­luk Ce­mi­yeti’ne ve bun­lar yet­mez­miş gi­bi ka­rar­lı yaş­lı ha­nım­lar­la inat­çı, ap­tal or­ta yaş­lı adam­lar­ca yö­ne­ti­len tüm et­kin­likle­re kar­şı ke­sin bir sap­lan­tı için­dey­di. Ki­li­se gö­rev­le­rinden uzak du­ru­yor, pa­pa­ze­vin­den de fır­sat bul­duk­ça kaçı­yor­du. Gran­ge’de otu­ran bü­yük, pa­sak­lı, ne­şe­li bir ai­le olan Fram­leyler müt­hiş bir des­tek­ti onun için. Bi­ri çı­kıp da ye­me­ğe kal­ma­sı­nı öner­se, hat­ta, iş­çi ev­le­rin­den bir ka­dın ça­ya kal­ma­sı­nı öner­se he­men ka­bul edi­yor­du. Aslın­da ho­şu­na da gi­di­yor­du. İş­çi­ler­le ko­nuş­ma­yı se­vi­yordu; iyi ça­lı­şan, sağ­lık­lı be­yin­le­ri var­dı, ama do­ğal ola­rak baş­ka bir dün­ya­da ya­şı­yor­lar­dı. Ay­lar geç­ti. Gerry So­mer­co­tes hâlâ bir hay­ran­dı. Baş­ka­la­rı da var­dı, çift­çi ço­cuk­la­rı, de­ğir­men sa­hip­le­ri… Yvet­te iyi eğ­le­ni­yor ol­ma­lıy­dı. Top­lan­tı­la­ra, dans­la­ra gidi­yor, mo­tor­la­rıy­la ar­ka­daş­la­rı onu al­ma­ya ge­li­yor, o da ken­te, ya bü­yük otel­ler­den bi­ri­ne öğ­len son­ra­sı dan­sı­na ya da Pally de­ni­len muh­te­şem, ye­ni “Pa­lais de Dan­se”a gi­di­yor­du.

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıBakire ile Çingene
  • Sayfa Sayısı128
  • YazarD.H. Lawrence
  • ISBN9789750739354
  • Boyutlar, Kapak14 x 20 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2024

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Kayıp Kız ~ D. H. LawrenceKayıp Kız

    Kayıp Kız

    D. H. Lawrence

    Kayıp Kız ahlaki değerleri sorgulamasının yanı sıra bir İngiliz maden kasabasının tüm toplumsal tabakalarını da ele alan tipik bir Lawrence romanı.İngiltere'deki bir maden kasabasının tanınmış tüccarlarından James Houghton'ın kızı Alvina taşra yaşamının durağanlığından ve gelenekselliğinden bunalmış, bu kapalı hayatına heyecan katmanın yollarını aramaktadır.

  2. Uğurböceği ~ D. H. LawrenceUğurböceği

    Uğurböceği

    D. H. Lawrence

    “Lawrence, kim olursak olalım, yaşamamız gerekenden daha sönük yaşadığımızı kabul etmemizi sağlıyor.” —THE NEW YORK REVIEW OF BOOKS Birinci Dünya Savaşı’nın sona erdiği yıllarda,...

  3. Atını Sürüp Giden Kadın ~ D.H. LawrenceAtını Sürüp Giden Kadın

    Atını Sürüp Giden Kadın

    D.H. Lawrence

    20. yüzyılın en büyük öykü yazarlarından biri olan D.H. Lawrence’ın bu alandaki dehasının örneklerini sunduğumuz kitaptaki on üç öykü, 1924-1928 yılları arasında yazıldı. Yazarın...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. 1793 Devrimi ~ Victor Hugo1793 Devrimi

    1793 Devrimi

    Victor Hugo

    Victor Hugo’ya göre 1793 yılını özel yapan şey, bu yılın “Paris’in Fransa ile ve Fransa’nın da Paris ile mücadele ettiği yıl” olmasıdır; ona göre...

  2. Bir Süpermarketin Hikâyesi ~ Dimitris SotakisBir Süpermarketin Hikâyesi

    Bir Süpermarketin Hikâyesi

    Dimitris Sotakis

    “İnsanın alışveriş yaparken neye ihtiyacı var? Lunaparktaki bir çocuk gibidir o, evet budur! İyi tasarlanmış ürünler, güler yüzlü çalışanlar, görkemli bir gün sözü veren...

  3. En Karanlık Zevk ~ Gena ShowalterEn Karanlık Zevk

    En Karanlık Zevk

    Gena Showalter

    Onu kaybetmek dışında her acı ona zevk verebilirdi… İçinde Acı iblisiyle yaşayan Reyes, zevkten mahrum bırakılmıştır. Ama çılgınca arzuladığı ölümlü Danika Ford’a sahip olabilmek...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur