Small Plains Bakiresi kimdi ve nasıl öldü?
Acımasız bir cinayetle değişen hayatlar…
Küçük bir kasabadaki sahipsiz bir mezar…
On yedi yıldır saklanan korkunç gerçeği öğrenmeye hazır mısınız?
Kansas’ın kırsal kesimindeki küçük bir kasabanın halkı, genç bir kızın adsız mezarını Small Plains Bakiresi olarak kabul etmiştir on yedi yıl boyunca. Bazı kişilere göre mucizelere ve açıklanamaz iyileşmelere sebep olan bu mezarla ilgili söylentiler de zaman içinde dilden dile yayılmıştır.
Ama karla kaplı arazide bulunan, buz tutmuş çıplak cesede gerçekte ne olmuştur? Ve neden genç Mitch, cesedin bulunmasından bir gün sonra, arkasında çılgına dönmüş sevgilisi Abby’yi ve en iyi arkadaşı Rex’i bırakarak kasabadan apar topar ayrılmıştır?
Bu şekilde kasabadan ayrılan Mitch, yıllar sonra Small Plains’e geri döndüğünde, unutulmuş sırları ve gerilimi tekrar alevlendirecektir. Mitch’e karşı hâlâ bir şeyler hissetmekte olan Abby ise onun gidişinin arkasındaki gerçeği açığa çıkarmakta kararlıdır. Şimdi, üç eski dost kendilerinin ve küçük kasabalarının kaderini değiştiren o gecenin getirdiği sonuçlara katlanmak zorundadır.
Nancy Pickard edebi gücü yüksek bir yazar. Orta batının küçük bir kasabasındaki üstü kapatılmış sırları incelikle şekillendirmiş.
The Denver Post
Kışkırtıcı Kasabalıların peşini bırakmayan çözümlenmemiş cinayeti, yazar engin bir sezgisellikle işlemiş
The New York Times Book Review
Üstün bir yapıt. Yazarın hikâyeye derinlik sağlamadaki yeteneği eşsiz.
Orlando Sentinel
Güven, inanç ve masumiyet kaybına dair bu roman tek kelimeyle ilgi çekici.
Tucson Citizen
***
Birinci Bölüm
23 Ocak 2004
Abby Reynolds, buzla kaplı yolun kenarında gördüğünü sandığı şeyden dehşete düşmüş bir halde kamyonun frenine bastı. Kamyon karlara doğru kayarak ilerlerken, “Bu imkânsız!” diye düşünüyordu ki, esen rüzgâr kar fırtınasının yarattığı o kalın perdeyi bir an için kaldırdı ve Abby gördüğü şeyin bir hayal olmadığını anladı. Oradan oraya savrulan karların yarattığı bir yanılsama değildi bu: Nadine Newquist, üzerinde sabahlığı ve etrafında dönen beyaz bir haleyle, bu sabah bir mezarı ziyaret etmeye gerçekten kararlıymışçasına, eski mezarlık yolunda bata çıka ilerliyordu.
Tanrım! Gerçekten Nadine’di: yargıcın eşi, Mitch’in annesi, Abby’nin annesinin kadim dostu. Nadine’di; 63 yaşında, Abby’nin kamyonunun 177. Otoyolda ilerlediği hızla Alzheimer’a ilerleyen Nadine.
Bu havada üzerinde sabahlıkla, üstelik yalnız başına dışarıda ne işi vardı, Tanrı aşkına?
Abby frene basmış, fakat aptalların yaptığı gibi basılı tutmamıştı. Olması gerektiği gibi hafifçe birkaç kez basıp bırakmıştı. Yine de bu, kamyonun buz üzerinde iki tonluk koca bir paten gibi kendi etrafında dönmesine engel olamadı. Direksiyonu serbest bıraktı ve yeniden tutmadan önce dönmesinin durmasını bekledi. Kahvesi, dizinin yanındaki kapaksız termostan yere döküldü, ortalığı bir kahve kokusu kapladı. Aldığı son yudumun tadı hâlâ ağzındaydı, kahvaltıda yediği meyve ve mısır gevreğinin tadı da öyle; hepsi birazdan boğazını tırmanıp ağzından dökülecekmiş gibiydiler.
Bir sarsıntı oldu, koca kamyon kendi çevresinde dönmeyi bırakıp yeniden yanlamasına kaymaya başladı. Kalın bir kar tabakasına rastlayınca yavaşladı ve yön değiştirdi, şimdi geri geri kayıyordu.
Çoğu insan Kansas’ın tamamen düzlük olduğunu zanneder, oysa gerçek bundan biraz farklıdır, hele ki Flint Hills’in göbeğinde işler bunun tam tersidir. Eyaletin bu bölümünde yollar uzun ve düz olsa da yokuşlar ve inişler hiç bitmez.
Abby bir an için kamyonun kendisini ta kasabaya kadar, yolun yanlış tarafında ve geri geri kayarak da olsa sağ salim ulaştırabileceği gibi garip bir umuda kapıldı. Bunun gerçek bir mucize olacağının farkındaydı. Tıpkı geri geri giden bir roller coaster’ın yolcusu gibi acizlik içinde oturup, geldiği yoldan dönerken, başka bir aracın far lambalarını görmemeyi umarak otoyolun batı tarafına baktı. Yol boş görünüyordu. Her şeyi daha da korkutucu kılan bu acayip, ağır çekim kar fırtınası içinde zamanın durduğunu hissetti. Anlaşılmaz bir şekilde sakindi, öyle ki kamyonun bir yere çarpması ihtimali onu korkutmuyor, aksine meraklandırıyordu. Fakat dışarıda, karlar içindeki Nadine’i düşününce tüm sakinliğini kaybetti. Yanındaki koltuktan cep telefonunu kaptı.
Zamanın donduğu o büyülü an içinde, kamyon otoyoldaki kar örtüsüne uzun, birbirine paralel iki çizgi çekmeye devam ederken, Abby emniyet kemerini çözüp kendini dışarı atabileceğini düşündü. Fakat düşerken cep telefonu kırılır, ya da kendini telefon bile edemeyecek kadar sakatlarsa? İşte o zaman kimsenin Nadine’den haberi olmazdı. Mitch’in annesi o mezarlıkta yere düşebilir, karlar içinde ölebilirdi.
Atlamazsam kamyonla bir yere çarpacağım.
Nadine…
Kalbi küt küt atmaya başladı. Midesi çoktan alt üst olmuştu, artık sakin falan değildi. Abby, kamyondan atlayarak sadece kendini kurtarma fikrini hemen terk etti, onun yerine telefonunda şerifi araması için ayarlanmış tuşa bütün gücüyle bastı. Şerifin numarası hızlı aramada kayıtlıydı, çünkü Rex Shellenberger’la aralarında, tıpkı Nadine ile anneleri arasında olduğu gibi, eski ve yakın bir dostluk vardı; birbirlerine, geçmiş, güzel günlerde Mitch’le oldukları kadar yakındılar.
Telefon donuk bir “Şerif Shellenberger” ile açıldı, ses kayıt makinesinden geliyordu. Bu gibi acil durumlarda vakit kaybına yol açmamak için kısa tutulan iki kelimelik kayıttan hemen sonra bip sesi geldi.
“Rex! Ben Abby! Nadine Newquist mezarlıkta karlar içinde geziyor. Onu kurtarıp evine götürmeme yardım et!”
Önce kamyonun sola kıvrıldığını, sonra da tekerleklerin nihayet kaymayı bırakıp asfalta temas ettiğini hissetti. Zamanda çıktığı roller coaster seyahati sona ermek üzere gibi görünüyordu. Bu kadar mesafeyi hiçbir yere çarpmadan kayarak kat ettiğine kimsenin inanmayacağını düşündü.
Panik içindeydi, düşünceler zihninden sözcükler değil, resimler halinde hızla geçiyordu: Nadine’in kocası Tom’u aramalı mı? Tabii ki hayır, yargıç en iyi havalarda bile yeterince kötü bir sürücü değil midir? Yollarda en ufak bir nem belirtisiyle birlikte saatli bombaya dönüştüğünü bilmeyen yok; azıcık aklı olan hiç kimse yağmur yağıyorken dahi Yargıç Tom Newquist’in arabasına binmek istemez. Bu fırtınada ona haber ulaştırmak cinayet olur.
Ön cam gökyüzüne doğru bükülmeden hemen önce korkuyla cama baktı Abby, tam o sırada yine Mitch’in annesini gördü: Sabahlığı, beyazlar içinde gül rengi ince bir kumaştan ibaretti. Abby bunun pahalı, yumuşak bir kumaş olduğunu biliyordu, zaten Nadine bu kıyafeti son zamanlarda üzerinden hiç çıkarmaz olmuştu. Geceyi gündüzden ayırt edemeyen yaşlı kadın, gece gündüz salt iç çamaşırı giymekte ısrar edeli beri hiç kimse üzerine o incecik sabahlıktan başka bir kıyafet geçirmeyi başaramamıştı, ne yargıç ne de hemşireler. Sabahlık kadar altındaki gövde de narindi, Nadine’i çevresini saran o acımasız soğuktan koruyabilecek bir gram yağ tabakası ya vardı ya yoktu.
Kamyon saatte atmış mil hızla, beton su oluğuna çarparak durdu. Egzoz borusunu koparan ve şanzımanı yamultup motoru durduran çarpışmada, Abby’nin ön camdan uçmamasını sağlayan şey, olmayan hava yastıkları değil, emniyet kemeriydi. Fakat emniyet kemeri bile yana, kapıya tüm gücüyle çarpmasını engelleyemedi.
İkinci Bölüm
23 Ocak 1987
“Mmmmm.”
Mitch üst dudağının her köşesini, soldan sağa, acele etmeden öptükten sonra alt dudağa geçip sağdan sola devam ediyordu. Abby hazdan bitkin düşene kadar ağzının etrafında dolaştı.
Mitch on sekiz yaşında bir son sınıf öğrencisiydi, yakında mezun olacaktı. Abby ise daha on altısındaydı, okulunu bitirmek için geride kalacaktı.
Mitch’i öpmekten hoşlanıyordu, onunla öpüşmeye kelimenin tam anlamıyla bayılıyordu Abby. Hayatının geri kalanını odasındaki tek kişilik yatakta, başının altında yastığı, sırt üstü uzanarak; üzerinde dirseklerine dayanmış, durmak bilmeden kendisini öpen ve öpmeye yalnızca dudaklarının diliyle gıdıklamak için ara veren Mitch ile geçirebilirdi.
Öyle yüksek sesle mırıldanıyordu ki Mitch parmağını dudaklarının üzerine götürüp onu susturmak zorunda kalmıştı. Dudakları gıdıklanmıştı Abby’nin, başını kaldırıp Mitch’i öptükten sonra sebepsizce bir gülme gelmişti ikisine. Kıkırdamaya, sonra da bağıra çağıra gülmeye başlamışlardı. “Şşşşş!” Susabilmek, en azından ses çıkarmamak için yüzlerini birbirlerinin köprücük kemiklerine dayadılar. Abby, burnu Mitch’in boynunun kıvrımlarına gömülüyken, hâlâ gülüyorken derin bir nefes çekti içine: biraz baharatlı deodorant, bir miktar sandal ağacı kokulu tıraş losyonu ve Mitch’in kendi kokusu. Gülmelerini bastırırken suratlarının aldığı şekillere daha da gülmeye başladılar, gözlerinden yaşlar akıyordu artık. Gülme krizi geldiği gibi aniden kayboldu, birbirlerine sarılmış bir halde öylece yattılar.
Mitch, geniş omuzluydu. Abby’nin bir altmışlık boyundan yirmi santim uzundu ama ince bir beli vardı. Yani, tek kişilik yatağın iki sevgiliye dar gelen tarafı yalnızca üst kısımdı. Kollarıyla sarması için gövdesini Mitch’e doğru yuvarladı Abby. Önce hafif dokunuşlarla küçük küçük öpüştüler, sonra dudakları daha uzun bir süre buluştu. Dikkatli olmazlarsa, her şeyin kontrolden çıkabileceği bölgeye doğru ilerlemeye başladılar. Bu akşam Abby’nin dikkatli olmaya niyeti yoktu fakat Mitch bunu henüz bilmiyordu.
Birden kapı çalındı, birbirlerinin kollarında donup kaldılar. Dışarıdaki kişi kapıyı açmaya çalışıyordu. Kıyafetleri üzerlerinde, yorganın üstünde uzanır durumdalardı. Arka planda Bruce Springsteen, çıkardıkları sesleri örtmeye yetecek kadar yüksek bir sesle Badlands’i söylüyordu.
“Abby?” Annesinin sesiydi. “Kapın neden kilitli tatlım?”
“İçeri girme anne!”
“Neden?”
“Çünkü… Doğum günü hediyen üzerinde çalışıyorum!”
“Ah!” Kadın kapının diğer tarafında gülüyordu. “Öyleyse peki! Sadece nereye kaybolduğunu merak etmiştim. Saatlerdir ortalarda yoksun.” Eğlendiği sesinden belli oluyordu. “Mitch içeride değil, değil mi?”
“Anne!”
“Ne zaman çıktı? Gittiğini duymadım.”
“Saatler önce gitti!”
“İçeri girmemem gerektiğinden emin misini Abby? Elmasları altın kolyeye yapıştırmana yardım edebilirim?”
“Rüyanda görürsün!” diye karşılık verdi Abby.
“Peki öyleyse. Sen bilirsin.”
Mitch elini önce kızın kazağının altına, sonra kopçası açılmış sutyenine götürüp sol göğsünü okşuyorken Abby inledi. Annesi, kapının diğer yanından “Efendim?” dedi. Gözleri kapalı halde, konuşmak için Abby’nin kendini zorlaması gerekti. “Anne?”
Mitch bu defa kazağını sıyırıp çıplak göğsü ortaya çıkardı ve göğüs ucunu ağzına aldı.
“Efendim canım?”
Abby, gövdesini sol göğüs ucundan ibaret tek bir hücreymişçesine bütünlükle hissetti; titriyordu.
“Babam evde mi?”
Mitch’in diğer eli, küçük bir yay çizerek Abby’nin kot pantolonundan içeri girdi ve hedefine ulaştığında hareketsiz kaldı. Abby için bu işkence dayanılmaz bir hal almaya başlamıştı. İki elini, durmaları için Mitch’in ellerine bastırdı.
“Evde,” diye yanıtladı annesi. Abby birkaç saat önce evden çıkan ve akşam yemeğine yetişemeyen babasının döndüğünü fark etmemişti. “Pencereden baktın mı Abby? Kar yağdığından haberin var, değil mi?”
“Kar mı yağıyor?” Abby, Mitch’le birlikte pencereye döndü. Otoyoldaki lambaların parlaklığı altında lapa lapa yağan kara baktılar.
“Kar yağışı daha ne kadar sürecekmiş anne?”
“Yarın okulları tatil edecek kadar.”
“Oley!”
Annesi yine güldü. “Bunu söylediğinde küçük çocuklar gibi oluyorsun. Biz yatıyoruz, tatlım. Sen istersen bütün gece hediyem üzerinde çalışabilirsin.”
Abby güldü. “İyi geceler! Seni seviyorum!” Son cümleyi sevgilisinin gözlerinin içine bakarak söylemişti.
“Ben de seni seviyorum!” diye cevap verdi annesinin uzaklaşan sesi. Mitch de aynını söylemişti. Yatak odasının kapısı kapanana kadar hiç hareket etmediler. Neden sonra Abby cesaret verici hareketlerle yavaşça kıpırdandı. Mitch’in kulağına, “Haydi soyunalım,” diye fısıldadı.
O güne kadar hiç birlikte olmamışlardı. Yıllardır sevgiliydiler, çocuksu öpüşmelerle flört etmeye başladıklarında biri sekiz, diğeri on yaşındaydı. Ortaokul, alt alta üst üste yuvarlanmakla geçmişti; delirene kadar birbirlerine kadar dokunurlardı. Öpüşme işinde bir doktora seviyesi olsaydı ilk diploma onlara verilirdi. Her fırsatta soyunup birbirlerinin üstlerine atlarlardı, Mitch’in parmakları Abby’nin her köşesini ezberlemiş, defalarca içine girmişti, Abby elleriyle Mitch’i sayısız defa bulutların üzerine çıkarmıştı ama o güne kadar hiç birlikte olmamışlardı.
Abby söz verircesine, “Seni gerçekten seviyorum,” dedi.
Karşılığında bir adet, “Ben de seni,” aldı. Mitch öyle candan söylemişti ki Kutsal Kitap üzerine yemin ediyor gibiydi.
“Bütün gece benimle kal,” diyiverdi Abby bir çırpıda.
“Buna dayanabilir miyim bilmiyorum,” diye gülerek yanıtladı. “Sanırım gitmem gerek.”
“Hayır!” Gözlerini sevgiyle kendine bakan güzel kahverengi gözlere dikti. “Kal. Artık buna dayanmak zorunda değilsin.”
“Nasıl yani?”
“Haydi, yapalım.”
“Şaka yapıyorsun? Şimdi mi?”
Cevap olarak, en savunmasız olduğu yerden hafifçe okşandığını hissetti. “Ah, Tanrım, Abby.” Geri çekildi. “Bunu yapmak istediğinden emin misin?”
“Evet, artık halledelim şu işi.”
Mitch biraz daha geriledi. “Halledelim mi?”
“Öyle demek istemedim. Yani, galiba bu konuyu biraz fazla büyüttük. Bu beni korkutuyor, belki bunu yapmak o kadar da büyütülecek bir şey değildir. Milyarlarca insan yaptı, değil mi? Dünyanın her köşesinden milyonlarca insan tam şu anda yapıyordur muhtemelen; Londra’da, Paris’te, Bangladeş’te, Singapur’da. Bu gece burada, Small Plains’te bile yapıyorlardır.”
Sahte bir sesle, “Haydi canım!” dedi Mitch.
“Yapıyorlardır. Bu konuyu çok düşündüm.”
“Belli oluyor.”
“İşte, belki de sadece…”
Mitch eğildi ve sevgilisini öpmeye başladı. Kulağına, “Özel bir anı bekleriz diye düşünmüştüm, küçük ayrıntıları planlayabilmek için. Bilirsin, mumlar, bok püsür.”
Abby ağzını kapatarak güldü. “Mumlar ve bok püsür mü? Ne kadar da romantiksin!”
Mitch de ona katıldı. “Ne demek istediğimi biliyorsun. Sevgililer Günü. Ya da yılbaşı. Güzel bir akşam yemeği, sonra kimsenin bizi duyamayacağı özel bir yer.”
“Her şeyi berbat etmemek için diken üstünde oturur, tadına varamazdık,” diye itiraf etti. Mitch, düşünceli düşünceli bükülen dudakları görünce elinde olmadan uzanıp öptü.
“Hmm,” dedi Mitch bir süre sonra. “Fazla baskı yaratmak istemiyorsun yani?”
“Evet, çok doğal olması gereken bir şeyi baskı yaratarak mahvetmek istemiyorum.”
“Bunun benim üniversiteye gidecek olmamla bir ilgisi var mı peki?”
Tiz bir fısıltıyla, “Lanet olsun!” diye bağırdı Abby. “Buna inanamıyorum! Benimle birlikte olman için seni ikna mı etmeliyim yani?”
“Şşşş! Özür dilerim! Şaşırdım sadece, hepsi bu. Tabii ki bunu istiyorum ama, yani, sizinkiler koridorun hemen öte yanında, Abby.”
“Olsun.”
“Peki, DK ne olacak?”
Abby gözlerini devirdi. “İnanmıyorum!”
DK, kendi aralarında doğum kontrolü için kullandıkları kısaltmaydı. Kendilerine yapma izni vermedikleri şey üzerine konuşmak her zaman seksi, olgun ve şehvetli hissettirmişti. Liseden tanıdıkları üç kız geçen sömestr hamile kalmıştı, Abby de Mitch de bunun kendi başlarına gelmesine izin veremeyeceklerini biliyorlardı.
“Cüzdanında filan bir tane yok mu?” Abby fısıldıyordu.
“Nasıl yani? Yanımda taşıdığımı mı sanıyorsun?”
“Bütün erkekler taşır sanıyordum. Rex’in cüzdanında var mesela.”
“Öyle mi? Bunu nereden biliyorsun peki?”
“Cüzdanını benim yanımda unutmuştu bir keresinde. O zaman görmüştüm.”
“Benimkini sayısız kere karıştırdın. İçinde ne var ne yok biliyorsun.”
“Sadece bir tane…”
“Eh, yok işte,” derken gülümsüyordu. “Kimsenin seninle ilgili o şekilde düşünmesini istemedim.”
“Teşekkürler,” dedikten sonra onu öptü.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıBakire
- Sayfa Sayısı351
- YazarNancy Pickard
- ÇevirmenEkrem Köksal
- ISBN9786055358020
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21, Karton Kapak
- YayıneviEphesus / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Arsen Lüpen – Sekiz Yüz On Üç ~ Maurice Leblanc
Arsen Lüpen – Sekiz Yüz On Üç
Maurice Leblanc
Paris’te esrarengiz bir adamın peşine düşen “Pırlanta Kralı” Rudolf Kesselbach, bir sabah otel odasında ölü bulunur. Cesedin üzerinde Arsen Lüpen’in kartviziti vardır.
- Çobanın Tacı ~ Terry Pratchett
Çobanın Tacı
Terry Pratchett
Seni çok özleyeceğiz Terry Pratchett! Ne mutlu ki bize devasa bir kaplumbağanın üzerindeki dört filin sırtladığı diskten oluşan muazzam bir dünya ve eşsiz bir mizahi anlayış...
- Aşk Seni de Vurur ~ Julie Garwood
Aşk Seni de Vurur
Julie Garwood
Aşkın, nefretin, intikamın ve saf arzunun özüne inen sürükleyici bir hikâye… St. Biel’li Prenses Gabrielle için İskoçya şaşırtıcı manzaraların, vahşi klan şeflerinin, aldatıcı vadilerin,...