Nice harp akademisinin ödüllendirmekte bir an bile tereddüt etmeyeceği bir yazardan, askerlik sanatı ve insanlık halleri üstüne bir sinsi gülüş.
Dikkatimizden kaçmasın sakın: Bu romandaki, savaşın en canalıcı anında, imdat isteyen genç bir askerin Cezayir cehennemine düşmemesi için ellerinden gelen her şeyi yapan (ama heyhat! başarıya ulaşamayan) yiğit gençler, Ajax ve Aşil’in, Herkül ve Telemak’ın, altın postu arayan Argonotların, Üç Silahşörler’in ve hatta Kaptan Nemo’nun, Saint-Exupéry’nin, Teilhard de Chardin’in hakiki mirasçılarıdır.
Destanın güzelliklerine duyarsız kalacak okurlara gelince, onlar da bu küçük kitapta, keyif almalarına yetecek miktarda konu dışı öykücükler, mevzudan sapan hoşluklar ve, bilhassa belirtmeliyiz ki, en zor beğenenleri bile tatmin etmesi gereken bir zeytinli pilav tarifi bulacaklar.
**
s. 11-14.
Bir delikanlı vardı. Adı Karamanlis’ti. Ya da onun gibi bir şeydi: Karawo? Karabaş? Karafol? Neyse, lafı uzatmayalım, adı Karabişi’ydi. Her halükârda öyle pek sıradan olmayan, bir şeyler çağrıştıran, kolay kolay unutulmayacak bir adı vardı.
Paris ekolünden bir Ermeni eseri miydi, bir Bulgar güreşçi mi, Makedon usulü çoban salata mı, her ne idiyse, bir Balkanlı, bir Yoğurtyiyici, bir Slavofil ya da bir Türk, oralardan biriydi.
Ama o sıralar, on dört aydır, Vincennes’de bir levazım alayında er olarak askerliğini yapıyordu.
Üstelik ahbapları arasında bizim kafadarlardan biri, hem de Henri Pollak’ın ta kendisi vardı. Henri Pollak Cezayir’de ve denizaşırı sömürgelerde görev yapmaktan muaf (acıklı hikâyesi sayesinde: körpecik çağında yetim kalmış, masum bir mağdur olmuş, zavallı yavrucak daha on dört haftalıkken büyük şehrin sokaklarına atılmıştı), evet böyle işlerden muaf bir çavuştu ve ikili bir hayat sürdürürdü: Gündüzleri gün ışığında çavuşsal işleriyle uğraşır, insanları angaryaya doyurur ve hela kapılarına içinden ok geçen kalpler, askerliğe ısındırıcı sloganlar çiziktirirdi. Ama saat on sekiz otuzu çalar çalmaz pata pata giden (gidonları kromajlı) bir pırpıra atladığı gibi, kuş olur memleketi Montparnasse’a uçar (memleketi, çünkü Montparnasse’ta doğmuştu), soluğu orda alırdı. Oraya, sevdiceğinin, kaldığı odasının, biz kafadarlarının ve sevgili kitaplarının yanına vardığında şen şakrak bir gence dönüşür, kırmızı çizgili yeşil bir kazak, buruş buruş bir pantolon, şeytana pabucunu ters giydirecek bir pabuçla sade ama düzgün bir kılığa bürünüp biz kafadarlarla buluşmak için oturup yiypiçmekten, filmlerden, felsefeden, falan filandan konuşup sohbet ettiğimiz kafelere gelirdi.
Sonra sabah olunca, Pollak Henri asker kıyafetlerini, haki gömleğini, haki pantolonunu, haki beresini, haki kravatını, haki ceketini, bej yağmurluğunu ve kahverengi ayakkabılarını giyer, pata pata giden (gidonları kromajlı) pırpırına biner, içi kan ağlayarak sevgili kitaplarını, kaldığı odasını, biz kafadarları ve sevdiceğini ve hatta memleketi Montparnasse’ı (memleketi, çünkü Montparnasse’ta doğmuştu) ardında bırakıp gerisingeri yola düşer; dört yüz yetmiş bir gündür yaptığı ve (sonra olacakları şimdiden açık etmeyelim, ama) daha da üç yüz yetmiş dokuz gün yapacağı o allahın belası askerlik hizmeti zırvalığının hepsi birbirine benzeyen günlerinden birini daha yaşamak üzere Yeni Vincennes Kışlası’ na duhul ederdi.
Pollak Henri dudaklarını ısırıp üstüne bir çekidüzen verir, göğüs önde, çene yukarıda, üç renkli büyük bayrağın önünden, nöbetçi kulübesinin önünden, selam verdiği yüzbaşının önünden, selam verdiği teğmenin önünden, ağız dalaşı yaptıkları günden beri yolun öbür tarafına geçerek selam vermediği vekaleten-astsubay-üstçavuşun-vazifelerini-üstlenmiş-astsubay-çavuşun önünden, kendisine selam veren mangasındaki adamların, yiğit Karaşov’un, yiğit Falempain’in, (pis bir ırkçı olan) Van Ostrack’ın, sıcak bir teklifsizlikle Buzkıran lakabı takılmış küçük Laverrière’in önünden geçerdi. Mangasındaki adamlar onu çeşitli kuş sesleri çıkararak selamlardı, çünkü bayağı sevilen adamdı Pollak Henri.
Böylece askeri mesainin zorlu günü başlardı: tekmiller, içtimalar, yine içtimalar, yağı donuk ezik fasulye, ılık bira, bardak bardak kötü şarap, angaryalar, boş boş geçen zamanlar, biçem alıştırmaları, talimler, postalların ustaca darbeleriyle kelleşmiş çimenlerin üstüne yuvarlanan paslı konserve kutuları, sigaralar, izmaritler.
Ve güneş tanrısı Apollon bir türlü gökyüzünün zirvesine varmak bilmezdi. Saatler sanki balçıkla doldurulmuş bir kum saatinden akıyormuş gibi geçerdi (okuyucu kuşkusuz bu imgenin yavanlığını esefle kınayacaktır: Yine de yerbilimsel uygunluğunu takdir etsin).
Onca beklenen saat on sekiz otuz gelip çatınca da, bizim kafadar Henri Pollak, tabii ki nöbete, yangın gözcülüğüne, izinsize ya da cezaya kalmamışsa, Karabinoviç’in, Falempain’ in, pis ırkçı Van Ostrack’ın, (sıcak bir teklifsizlikle Buzkıran lakabı takılmış) küçük Laverrière’in gevşek ellerini sıkar, haki ceketinin sol cebine komutanlık tarafından gerektiği gibi mühürlenmiş evci çıkış kâğıdını tıkıştırır, pata pata giden (gidonları kromajlı) pırpırına atlar, nöbetçi komutana, nöbetçi subaya, nöbetçi astsubaya, nöbetçi çavuşa, nöbetçi onbaşıya ve (kibirsizliğiyle, klasıyla, belki biraz aksi görüntüsünün altında gizlediği yumuşakbaşlılığıyla) Henri Pollak epeyi tutulan biri olduğu için çeşitli hayvan sesleri çıkararak ona tezahürat yapan nöbetçi askerlere nizami selamlar verir ve aslanların suya indiği saatte, Minerva’nın kuşu gibi kanatlanıp uçarak, keskin gözlü atmacanın hızıyla sevdiceğinin, kaldığı odasının, biz kafadarlarının ve sevgili kitaplarının kendisini beklediği yere, dünyaya gözlerini açtığı Montparnasse’ına ulaşır, bir parmak şıklatma süresi içinde utanç verici bulduğu kıyafetinden sıyrılıverip üzerine bedenini ferah tutan bol bir kaşmir triko, bacaklarını kalıp gibi kavrayan bir cin, ayaklarına sıkı sıkıya oturan eski usul cilalanmış mokasenler geçirerek sivil olduğunu bas bas bağıran bir kılığa bürünür ve biz kafadarlarıyla buluşmaya, o zamanlar hepimiz biraz çatlak olduğumuz için Lukkaş, Elifor, Heygel ve bu ayarda başka ağır toplar üzerine sohbeti, fikirlerimiz kadar ileri saatlere dek sürdürdüğümüz hemen karşıdaki kafeye gelirdi.
Ahh! Ama yani, bir asker için bundan tatlı hayat olabilir miydi?
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıBahçedeki Gidonları Kromajlı Pırpır da Neyin Nesi?
- Sayfa Sayısı96
- YazarGeorges Perec
- ISBN9789753427685
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviMetis Yayınları / 2014
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ferrari’sini Satan Bilge ~ Robin Sharma
Ferrari’sini Satan Bilge
Robin Sharma
On yıl önce bir kitap yayınlandı ve milyonların yaşamını değiştirdi. Kariyerindeki başarısı, içindeki derin boşluğu gizlemeye yetmeyen ünlü avukat Julian Mantleın hikâyesini anlatan Ferrarisini...
- Lazarus ~ Lars Kepler
Lazarus
Lars Kepler
40 DİLDE 17 MİLYON OKUR Gizemli bir katil Avrupa’nın en azılı suçlularını vahşice öldürür. Polis, iki kurbanın dedektif Joona Linna’yla bağlantısının olduğunu keşfeder. Katilin...
- Supernatural ~ Keith R.A. DeCandido
Supernatural
Keith R.A. DeCandido
Sam ve Dan’in annesi, esrarengiz ve şeytani bir güç tarafından tam yirmi iki yıl önce öldürülmüştü. O günden sonra Sam ve Dan’in babası, Amerika’nın...