Zaferle sonuçlanan her özgürlük savaşı, yeni bir özgürlük savaşının başlangıcı demektir. Werel ve Yeowe’de sıra kadınlarda…
Şimdi tiksinerek, hikayemi sadece bu tür şeylerin oluşturduğunu ama aslında bir yaşamda, hatta bir kölenin yaşamında bile cinsellikten çok daha fazla şeyler olduğunu söyleyeceksiniz. Bu doğru. Benim bütün söyleyebileceğim hem kadın, hem erkek olarak en kolay cinselliğimiz konusunda köle ediliyor olabildiğimizdir. Hatta hür erkekler ve kadınlar olarak hürriyetimizi en zor muhafaza edebildiğimiz yer de orası diyebiliriz. Tenin siyasi düzenleri iktidarın köküdür.
**
“İhanetler”, s. 7-16
“O gezegeninde beş bin yıldır savaş yaşanmamıştır,” diye okudu, “ve Gethen’de hiç savaş olmamıştır.” Gözlerini dinlendirmek amacıyla ve Tikuli’nin yiyeceklerini yuttuğu gibi kelimeleri lop lop yutmamak için kendisini yavaş okumaya alıştırmaya çalıştığından, okumayı kesti. “Hiç savaş olmamıştır.” Sözler tüm parlaklıklarıyla apaçık duruyorlardı karşısında, nihayetsiz, karanlık, yumuşak bir kuşku ile çevrelenmiş ve gitgide bu kuşku içine çökerlerken. Nasıl bir dünya olurdu bu dünya, savaşsız bir dünya? Gerçek dünya olurdu. Barış gerçek yaşamdı; çalışmaları ve öğrenmeleri için çocukların yetiştirildiği, çalışılan, öğrenilen bir yaşam. Çalışmayı, öğrenmeyi ve çocukları yutan savaş, gerçeğin inkârıydı. Ama benim halkım, diye düşündü kadın, sadece inkâr etmesini biliyor. Yanlış kullanılmış olan gücün kara gölgesinde doğan bizler, barışı kendi dünyamızın dışına yerleştirmişiz: Rehber olan, ulaşılamayan nur. Bizim bütün bildiğimiz dövüşmek. İçimizden birinin yaşamı boyunca becerebildiği tek barış, savaşın devam ettiğini inkâr etmek sadece; gölgenin gölgesi, çifte inançsızlık.
Böylece bulutların gölgeleri bataklıkları süpürüp geçerken ve kitabın sayfası kucağında açık dururken kadın içini çekti, gözlerini kapattı ve düşündü: “Ben bir yalancıyım.” Sonra gözlerini açtı, diğer dünyalar, ırak gerçeklikler hakkında biraz daha okudu.
Cılız güneş ışığında, kendi kuyruğuna dolanmış uyuyan Tikuli sanki onu taklit edercesine içini çekip, hayali bir pireyi kaşıdı. Gubu sazlıkta avlanıyordu; kadın onu göremiyordu ama zaman zaman bir öbek sazın sorguç gibi havaya açılmış tohumları titriyordu; bir keresinde de bir bataklık tavuğu öfkeyle gıdaklayarak havalanmıştı.
Itkhsh’in kendine has sosyal geleneklerinin tanımlamasına dalmış olan kadın, bahçe kapısını açıp içeri girinceye kadar Wada’yı fark etmemişti. “A, gelmişsin bile,” dedi kadın boş bulunup şaşırarak; kendini, genellikle diğer insanlarla birlikteyken hissettiği gibi hazırlıksız yakalanmış, yetersiz, yaşlı hissetmişti. Bir başına olduğunda ise kendisini, sadece aşırı yorgun ya da hastaysa, yaşlı hissediyordu. Galiba sonuç olarak, bir başına yaşamak onun için en iyisiydi. “Gir içeri,” dedi ayağa kalkıp, kitabını düşürüp, sonra yerden alıp, saçının arka kısmının, topuz yaptığı yerin açıldığını hissederek. “Torbamı alıp gideyim öyleyse.”
“Aceleye gerek yok,” dedi genç adam yumuşak bir sesle. “Eyid daha gelemez.”
Kendi evimden çıkmam için acele etmeme gerek olmadığını söylemen ne kibarlık, diye düşündü Yoss, ama gencin tahammül olunamaz, hayran olunası bencilliğine boyun eğerek bir şey söylemedi. İçeri girerek çarşı torbasını alıp, saçını yeniden topuz yaptı, üzerine bir eşarp bağladı ve küçük verandaya çıktı. Wada onun sandalyesine oturmuştu; kadın dışarı çıkınca sıçrayarak kalktı. Utangaç bir oğlan, iki âşık arasında daha kibar olanı, diye düşündü kadın. “Keyfinize bakın,” dedi gülümseyerek, oğlanı utandırdığının bilinciyle. “Birkaç saat sonra dönerim – güneş batmadan önce.” Bahçesinin kapısına gidip dışarı çıkarak Wada’nın gelmiş olduğu yoldan, bataklığı aşıp köye doğru döne döne ilerleyen tahta yürüyüş yoluna çıkan patikadan, yola koyuldu.
Yolda Eyid ile karşılaşmayacaktı. Bu iki genç insanın aşağı yukarı her hafta aynı zamanda birkaç saatliğine yok olduklarını fark etmesinler diye, kız köyü Wada’dan değişik bir zamanda, değişik bir yönden terk ettiği için kuzeyden, bataklık yollarından birinden gelecekti. Üç yıldır çılgınlar gibi birbirlerine âşıktılar ve eğer Wada’nın babası ile Eyid’in amcası yeniden tahsis edilmiş bir parça Şirket toprağı yüzünden tartışıp şimdilik dökülen kanlar yüzünden bitmek zorunda kalan ama bir aşk evliliğini de akıllara bile getiremeyecek bir kan davası başlatmamış olsalardı çoktan birbirlerinin eşi olarak yaşamaya başlarlardı. Toprak parçası kıymetliydi; fakir de olsalar aileler köyün lideri olmayı arzu ediyordu. Bu haseti hiçbir şey gideremezdi. Bütün köy bu olayda taraf olmuştu. Eyid ile Wada’nın gidebileceği hiçbir yer, onları şehirde hayatta tutacak hiçbir yetenekleri, başka bir köyde onlara kucak açabilecek herhangi bir kabile bağları yoktu. Tutkuları yaşlıların nefretine takılıp kalmıştı. Yoss bundan bir yıl kadar önce onlara, bataklıklar arasındaki bir adanın buz gibi toprakları üzerinde birbirlerine sarılmış bir haldeyken rast gelmişti – bir zamanlar, dişi geyiğin bıraktığı yerde, çalılar arasında kıpırdamadan duran bir çift bataklık geyiği yavrusuna yanlışlıkla rastlar gibi. Bu çift de en az geyik yavruları kadar ürkmüş, en az onlar kadar güzel ve biçareydi; ona “söylememesi” için o kadar acz içinde yalvarmışlardı ki, ne yapabilirdi? Soğuktan tir tir titriyorlardı; Eyid’in çıplak bacakları çamur içinde kalmış, birbirlerine küçük çocuklar gibi sarılmışlardı. “Benim evime gelin,” demişti kadın sertçe. “İnsaf artık!” Azametle yürüyüp ayrılmıştı. Onlar kadını utana sıkıla izlemişlerdi. “Ben bir saate kadar gelirim,” demişti, onları içeri, tam bacanın yanındaki girintide yatak olan tek odacığına aldıktan sonra. “Ortalığı çamurlamayın!”
O zamanlar, birileri gençleri aramaya gelir diye nöbet tutarak patikalarda gezinip durmuştu. Bugünlerde, “yavru geyikler” evinde tatlı saatlerini yaşarken, o da genellikle köye iniyordu.
Herhangi bir şekilde kadına teşekkür etmeyi akıl edemeyecek kadar cahildiler. Yer kömürü çıkarıcısı olan Wada, kimseyi kuşkulandırmadan onun yakacağını tedarik edebilirdi; ama her seferinde yatağı son derece gergin ve düzgün yapıp bırakmalarına rağmen, bir çiçek bile bırakmamışlardı. Belki de, aslında pek minnettar değillerdi. Neden olsunlardı ki? Kadın onlara sadece hakları olan bir şeyi veriyordu: Bir yatak, bir saatlik bir zevk, bir anlık huzur. Bu, yani bunun onlara bir başkası tarafından sunulmuyor olması, ne onların kabahatiydi, ne de kadının fazileti.
O günlük gezintisi kadını Eyid’in amcasının dükkânına götürmüştü. Amcası köyün tatlıcısıydı. İki yıl önce buraya geldiğinde niyetli olduğu bütün o kutsal perhizden, yani tek kâse tatlandırılmamış tahıl ile saf sudan, anında vazgeçivermişti. Tahıl diyeti onu ishal etmişti; bataklık suyu da içilecek gibi değildi. Alabildiği veya yetiştirebildiği bütün yeşillikleri yiyor, şehirden gelen şarap veya şişe suyu veya meyva suyu içiyordu; büyük bir tatlı stoku da vardı – kuru meyvalar, kuru üzümler, gevrek şekerler, hatta Eyid’in annesinin ve halalarının yaptığı kekler, üzerleri kabuklu yemiş ezmesi kaplı, kuru, yağlı, tatsız ama garip bir biçimde insanın hoşuna giden yağ diskleri. Bunlardan bir torba, gevrek şekerlerden de kahverengi bir tekerlek aldı; bir gece önce yaşlı Uad’ın cenaze törenine gitmiş olan ve bu konuda konuşmak için can atan kara, fırıldak gözlü ufak tefek halalarla dedikodu yaptı. “O insanlar” –Wada’nın ailesi bir bakış, bir omuz silkiş, bir dudak büküşle anlatılıvermişti– her zamanki gibi oturup kalkmasını bilememiş, sarhoş olmuş, kavga çıkartmış, kibirlenmiş, mideleri bozulmuş, her yana kusmuşlardı; ne açgözlü, sonradan görme hayvanlardı onlar öyle. Gazeteciden bir gazete almak için durduğunda (bu da çoktan bozulmuş başka bir yemindi; sadece Arkamye’yi okuyacak ve can-ı gönülden ezberleyecekti güya) Wada’nın annesi de oradaydı; orada da nasıl bir gece önceki cenazede “o insanların” –Eyid’in ailesinin– kibirlendiğini, kavgalar çıkarttığını ve her bir yana kustuklarını duydu. Sadece duymakla da kalmadı; ayrıntıları sordu, dedikoduyu ağızlarından çekip çıkarttı; buna bayılıyordu.
Ne ahmakmışım, diye düşündü yavaş yavaş, eve doğru yürüyüş yolundan yürürken, sadece su içip sessiz kalabileceğimi düşünmekle ne ahmaklık etmişim! Herhangi bir şeyi, herhangi bir şeyi kendi haline bırakmayı hiçbir zaman, hiçbir zaman beceremeyeceğim. Hiçbir zaman hür olamayacağım, hiçbir zaman hürriyete layık olmayacağım. Yaşlılık bile benim işleri kendi haline bırakmama yetmiyor. Safnan’ı kaybetmiş olmam bile buna yetmiyor.
Durdular Beş Ordular önünde. Kılıcını kaldıran Enar, Kamye’ye dedi ki: Ölümün ellerimde Efendim! Kamye cevap verdi: Kardeşim, ellerindeki kendi ölümün.
Bu satırları biliyordu zaten. Herkes bu satırları bilirdi. İşte o zaman Enar kılıcını indirmişti çünkü o bir kahraman ve kutsal bir adamdı, Efendinin küçük erkek kardeşiydi. Ama ben kendi ölümümü bırakamam. Sonuna kadar ona tutunacağım, onu besleyeceğim, ondan nefret edeceğim, onu yiyeceğim, onu içeceğim, onu dinleyeceğim, ona yatağımı vereceğim, onun için yas tutacağım, her şeyi yapacağım, onu bırakmak dışında.
Başını düşüncelerinden kaldırarak bataklıklardaki akşamüstüne baktı: Bulutsuz, puslu mavi bir gökyüzü, ileride kavis çizen su kanallarının birinden yansıyordu; güneş ışınları, sazlıkların boz düzlükleri ve sazların köklerinin arasından altın renginde parlıyordu. Nadiren esen yumuşak batı rüzgârı esiyordu. Mükemmel bir gün. Dünyanın güzelliği, dünyanın güzelliği! Elimdeki kılıç bana ihanet etti. Neden bizi öldürmek için güzelliği yaratıyorsun Tanrım?
Memnuniyetsiz, sert bir hareketle eşarbını sıkarak, zahmetle yürümeye devam etti. Bu gidişle çok geçmeden bataklıkta Abberkam gibi bağırarak dolaşmaya başlayacaktı.
İşte, adam da karşısına çıkmıştı, düşüncesi adamı karşısına getirmişti: Körmüş gibi kendine özgü o yürüyüşüyle yol boyunca sallana sallana gidiyordu, sanki düşüncelerinden başka bir şey görmüyormuş gibi; elindeki koca sopayı yola vura vura, bir yılanı öldürürmüş gibi. Uzun, kır saçları yüzü etrafında uçuşuyordu. Bağırmıyordu, sadece geceleri bağırırdı, uzun bir zamandır da bağırmıyordu; bağırmıyor, konuşuyordu, kadın adamın dudaklarının kıpırdadığını görmüştü; o zaman adam da kadını gördü, tıpkı vahşi bir hayvan gibi ihtiyatla ağzını kapattı, kendine çekidüzen verdi. Dar yürüyüş yolunda birbirlerine yaklaştılar; bütün o sazlardan, çamurdan, sudan ve rüzgârdan oluşan vahşi doğa içinde bir başka allahın kulu yoktu.
“İyi akşamlar Reis Abberkam,” dedi Yoss aralarında sadece birkaç adım kalınca. Ne iri yarı bir adamdı; onu yine görmese, bu kadar uzun boylu, bu kadar endamlı ve ağır olduğundan şüphe ederdi; kara teni hâlâ genç bir adamınki kadar kırışıksızdı ama başı eğilmiş, saçları kırlaşmış ve dağılmıştı. Koca kanca bir burun; kuşkucu, görmeyen gözler. Adımlarını pek yavaşlatmadan selam gibi bir şeyler mırıldandı.
Bugün haylazlık sırası Yoss’daydı; kendi düşüncelerinden, hüzünlerinden, kusurlarından bıkmıştı. O da durmak zorunda kalsın diye durdu; adam durmasa kadına çarpacaktı; ve “Dün gece cenazeye gittiniz mi?” dedi.
Adam kadına bakakaldı; kadın adamın onu görmeye başladığını hissetti ya da kadının bir kısmını; sonunda, “Cenaze mi?” dedi.
“Dün gece yaşlı Uad’ı gömmüşler. Bütün erkekler sarhoş olmuş; kan davasının yeniden patlak vermemesi ne iyi, değil mi.”
“Kan davası mı?” diye tekrarladı adam, derin sesiyle.
Belki de artık dikkatini bir yere toplayamıyordur, diye düşündü, ama içinden onunla konuşmak geçiyordu, ona ulaşmaya çalışıyordu. “Dewiler ve Kamannerler. Tam köyün kuzeyindeki tarıma elverişli o ada için kavga edip duruyorlar. Ve o iki zavallı çocuk, onlar da birbirine eş olmak istiyor; babaları da eğer birbirlerine bakacak olurlarsa onları öldürmekle tehdit ediyor. Ne ahmaklık! Sanki neden adayı ikiye bölüp bırakmıyorlar çocuklar çiftleşsin ve adayı onların çocukları paylaşsın? Bence bugünlerde yine kan akacak.”
“Kan akacak,” diye tekrarladı Reis; söylenenleri yine yarım akıllı bir adam gibi tekrarlayarak, sonra yavaş yavaş gür, derin bir sesle, kadının geceleri bataklıklarda ıstırapla haykırdığını duyduğu sesle, kadına, “O adamlar. O esnaf. Onların ruhu sahip ruhu. Öldürmezler. Ama paylaşmazlar. Mal söz konusu ise, bırakmazlar. Hiçbir zaman,” dedi.
Kadın yine havaya kalkmış kılıcı gördü.
“Hıh,” dedi kadın ürpererek. “Yani çocuklar… yaşlılar ölünceye kadar beklemek zorunda…”
“Çok geç,” dedi adam. Bir an için gözleri, keskin ve garip gözleri, kadının gözleriyle birleştikten sonra adam saçını sabırsızca geriye itti, hoşça kal kabilinden bir şeyler homurdandı ve öyle ani harekete geçti ki, kadın adama yol açmak için kenara büzüşmek zorunda kaldı. Reisler böyle yürür, diye düşündü hafif bir alayla, kendisi yoluna devam ederken. Kocaman, geniş; yer kaplarlar, toprağı ezerler. Bu, bu da yaşlı bir kadının yürüyüş şekli: dar dar.
Arkasından garip bir ses gelmişti –silah sesleri diye düşündü, sinirlerine sinmiş bir şehirli alışkanlığıyla–, kadın hızla arkasını döndü. Abberkam durmuş, patlarcasına, şiddetle öksürüyordu; koca cüssesi, ayaklarını neredeyse yerden kesen kasılmalarla iki büklüm olmuştu. Yoss o tür öksürüğü tanıyordu. Ekumen’de bunun ilacı olduğu söyleniyordu ama o, ilaç gelmeden önce şehirden ayrılmıştı. Nöbet geçince kül rengi olmuş yüzüyle nefessiz bir halde doğrulan Abberkam’a doğru gitti ve “Berlot bu: Yeni mi kapıyorsun, yoksa iyileşiyor musun?”
Adam başını salladı.
Kadın bekledi.
Beklerken, hastaymış, değilmiş; bana ne, diye düşündü. Onun umurunda mı? Buraya ölmeye geldi. Geceleri bataklıklarda onun ulumasını duydum durdum geçen kış. Istırap içinde uluduğunu. Utanç yemiş bitirmiş onu; bütün vücudunu kanserin yeyip bitirdiği ama yine de ölemeyen bir adam gibi.
“Tamam tamam,” dedi adam, kaba ve kızgın bir edayla, tek istediği kadının kendisinden uzaklaşmasıydı; kadın başıyla onaylayarak kendi yoluna koyuldu. İsterse ölsündü. Kaybettiği şeyi; gücünü, onurunu kaybettiğini, yaptığı şeyi, bile bile nasıl yaşamak isterdi? Yalan söylemişti, kendisini destekleyenlere ihanet etmişti, zimmetine para geçirmişti. Mükemmel politikacı. Büyük Reis Abberkam, Kurtuluş kahramanı, açgözlülüğü ve ahmaklığı yüzünden Dünya Partisi’ni mahveden Dünya Partisi lideri.
Kadın dönüp bir kere baktı. Adam çok yavaş hareket ediyordu, belki de durmuştu, emin olamıyordu. Kadın kendi yoluna devam ederek yürüyüş yolunun çatallandığı yerde, evine uzanan bataklıktaki patikaya çıkan sağ taraftaki yolu seçti.
Üç yüz yıl önce bu bataklık alanlar zengin, geniş bir tarım vadisiydi; Tarımsal Plantasyon Şirketi, kölelerini Werel’den Yeowe Koloni’sine getirdiğinde, ilk sulama yapılan ve ekilip biçilen araziydi. Son derece güzel sulanmış ve son derece güzel ekilip biçilmişti; gübre görevi gören kimyasallar ile toprağın tuzları, sonunda hiçbir şey yetişmeyinceye kadar birikmişlerdi; Sahipler de kâr etmek için başka yerlere gitmişlerdi. Sulama kanallarının kıyılarındaki topraklar orada burada göçmüş ve nehrin suları yeniden serbest kalarak bazı yerlerde birikmiş, bazı yerlerde dolanmış, yavaş yavaş toprakları yıkayıp temizlemişti. Sazlar yetişmişti, rüzgârla başları hafifçe eğilen, bulutların gölgeleri ve uzun bacaklı kuşların kanatları altında uzanan kilometrelerce sazlık. Orada burada, taşlık toprağa sahip bir adada, birkaç tarla ile bir köle köyü, birkaç ortakçı kalmıştı, yani işe yaramayan topraklardaki işe yaramayan insanlar. Yalnızlığın doğurduğu hürriyet. Ayrıca bütün bataklık boyunca tek başlarına duran evler vardı.
Werel ve Yeowe halkı yaşlandıkça sessizlik isteyebilirlerdi, dinlerinin de kendilerine salık verdiği gibi: Çocukları büyüdüğünde, bir aile reisi veya şehirli olarak işlerini bitirdiklerinde, bedenleri zayıfladığında, ruhları güçlenebileceği zaman, yaşamlarını geride bırakarak boş ellerle tenha yerlere gelirlerdi. Plantasyonlarda bile Sahipler yaşlı köleleri doğaya azad ederlerdi. Burada, kuzeyde şehirlerden azad olmuş kimseler bataklık arazilere gelerek, terk edilmiş evlerde münzevi olarak yaşarlardı. Artık, Kurtuluş’tan sonra kadınlar bile geliyordu.
Evlerin bir kısmı metruktu; herhangi bir ruhgeliştiren bunlarda hak iddia edebilirdi; çoğu ise, Yoss’un saz damlı kulübesi gibi, bu kulübelere bakan ve bunları münzevilere dini bir vecibe, ruhu zenginleştirmenin bir yolu olarak bedava veren köylülere ait oluyordu. Eğer Yoss’a evini vermemiş olsa, İlahi Takdir ile olan hesapta borç hanesi kabarık, tamahkâr bir adam sayılabilecek ev sahibine ruhsal bir kâr sağladığını bilmek Yoss’un hoşuna gidiyordu. Bir işe yaradığını hissetmek hoşuna gidiyordu. Bunu, bu dünyayı Kamye’nin kendisine buyurmuş olduğu gibi, boşveremediğinin başka bir belirtisi kabul ediyordu. Sen artık bir işe yaramıyorsun, demişti ona yüzlerce değişik yolla, tekrar ve tekrar, altmış yaşına bastığından beri; ama o dinlemiyordu. Gürültülü dünyayı terk ederek bataklıklara gelmişti ama dünyanın kulaklarına gevezelik etmesine, dedikodu yapmasına, şarkı söylemesine, ağlamasına izin veriyordu. Efendinin alçak sesini duymuyordu.
Eve vardığında Eyid ile Wada gitmişlerdi; yatak sıkı sıkı toplanmış, üzerinde kuyruğunun etrafında çöreklenmiş yatan tilkiköpeği Tikuli uyuyordu. Benekli kedi Gubu etrafta hoplayıp zıplayarak yiyecek istiyordu. Kadın kediyi kucağına aldı ve kedi burnunu kadının kulağına sürtüp, sürekli o zevk ve muhabbet gur-gur-gur seslerini çıkartırken, ipek gibi benekli sırtını okşadı; sonra da onu doyurdu. Tikuli hiç kulak asmamıştı, bu da pek olağan sayılmazdı. Tikuli çok uyuyordu. Kadın yatağa oturarak köpeğin sert, kırmızı tüylü kulaklarının diplerini kaşıdı. Köpek uyanarak esnedi, kadına yumuşak kehribar rengi gözlerle bakarken, kuyruğunun kırmızı uç tüyleri kıpırdadı. “Sen aç değil misin?” diye sordu köpeğe. Seni mutlu etmek için yerim, diye cevap verdi Tikuli, yataktan sanki her yanı tutulmuş gibi inerek. “Ah Tikuli, yaşlanmaya başladın,” dedi Yoss ve gönlündeki kılıç kıpırdadı. Patilerden ve tüylü bir kuyruktan oluşan bir kıpırtı, minik kırmızı bir yavru olan Tikuli’yi ona kızı Safnan vermişti – kaç yıl önceydi? Sekiz yıl. Uzun bir zaman. Tilkiköpeği için bir ömür boyu.
Safnan için bir ömürden daha uzundu. Çocukları, yani Yoss’un torunları Enkamma ve Uye için bir ömürden daha fazlaydı.
Eğer ben hayattaysam onlar ölü, diye düşündü Yoss, her zamanki gibi; eğer onlar hayattaysa ben ölüyüm. Onlar ışık gibi giden bir gemiyle ayrılmışlardı; onlar ışığa çevrilmişlerdi. Yeniden yaşama geri döndüklerinde, gemiden çıkıp Hain adlı dünyaya ayak bastıklarında, ayrıldıkları günden seksen yıl geçmiş olacak, ben ölmüş olacağım, çoktan ölmüş; ben ölüyüm. Beni terk ettiler, ben öldüm. Aman onlar hayatta olsun da Tanrım, canım Tanrım, onlar hayatta olsunlar da ben ölü olayım. Ben buraya ölü olmak için geldim. Onlar için. Onların benim için ölmelerine izin veremem, veremem.
Tikuli’nin soğuk burnu eline değdi. Kadın dikkatle köpeğe baktı. Gözlerinin kehribar rengi kararmış, mavileşmişti. Köpeğin başını okşadı, kulaklarının dibini kaşıdı; sessizce.
Hayvan onu memnun etmek için bir iki lokma yedikten sonra yeniden yatağa tırmandı. Kadın da kendi yemeğini hazırladı: Çorbayla yeniden ısıtılmış sodalı kekler; yemeğini tadını almadan yedi. Kullandığı üç tabağı yıkadı, ateşi tutuşturdu ve Tikuli yatakta uyurken, Gubu ocak başında oturmuş yuvarlak altın gözlerle ateşe bakıp yavaşçacık gur-gur-gur ederken, kitabını yavaş yavaş okumaya çalışarak ateşin yanına oturdu. Kedi bir ara doğrulup, bataklıklardan duyduğu bir sese karşılık “Huuuuu!” diye savaş çığlığını atarak biraz gezindi; sonra yeniden ateşe dalıp gurgurlayarak yerine yerleşti. Daha sonra, ateş geçtiğinde ve ev yıldızsız karanlıkta tamamen kararınca, daha önce genç âşıkların kısa, keskin hazlarını yaşadıkları sıcak yatakta Yoss ile Tikuli’ye katıldı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Bilimkurgu-Fantazya Roman (Yabancı)
- Kitap AdıBağışlanmanın Dört Yolu
- Sayfa Sayısı256
- YazarUrsula K. Le Guin
- ISBN9789753423229
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviMetis Yayınları / 2016
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Lunapark ~ Volker Kutscher
Lunapark
Volker Kutscher
Lunapark, tüm ülkenin bir “olay yeri”ne dönüştüğü zamanlarda, burnunu politikaya sokmadan cinayetleri çözmeye çalışan Gereon Rath’ın altıncı vakası. Nazilerin iktidarlarını pekiştirmeye başladığı 1934 Mayısı’nda,...
- Kıpti Sırrı ~ Gregg Loomis
Kıpti Sırrı
Gregg Loomis
SIR ROMANLARININ EFSANE YAZARI GREGG LOOMIS’TEN BÜYÜK BİR HEYECAN FIRTINASINA DAVET VAR! Randevularınızı iptal etmenizi ve soluksuz kalacağınız bir maceraya hazırlıklı olmanızı şiddetle tavsiye...
- Büyük Umutlar ~ Charles Dickens
Büyük Umutlar
Charles Dickens
Fakir bir çocuk olan Pip küçük yaşta anne ve babasını kaybetmiş, ablasıyla birlikte yaşamaktadır. Bir gün mezarlıkta kaçak bir mahkûmla karşılaşır ve ablasının mutfağından...