“Tüm sesler kesiliyor bir an, sonra paldır küldür iniyorum merdivenlerden. Kat kat yükselip geride kalıyor apartman, kocaman, yüksek, yukarıda, babamla orada, tepede. Döne döne iniyorum, koşarak, paldır küldür, kat kat aşağı, yere, sokağa. Ufacık fırlayıp çıkıyor, karışıyorum kalabalığa, yürüyorum, yürüyorum, belki de saatlerce… Nereye gideceğimi bilmiyorum, düşünmüyorum, yürüyorum, kalabalıkta, erimiş, karışmış, un ufak yürüyorum, düşünmüyorum, bakıyorum safi…”
Dediğim dedik babasının evden kovduğu öksüz, Adam. Herkesin hayranlıktan gözlerini alamadığı güzeller güzeli Yıldız. Devrimci, önder, has adam, Arkadaş. Büyük aktör, haza beyefendi Amca. Büyük düşünür, insanların dert ortağı Roman Yazarı. Büyük yatırımlar peşindeki Belediye Reisi. Hukukun büyük üstadı Hoca. Dürüst, kendi halinde Balıkçı ve onun küçük oğlu. Ve birbirine farklı mesafelerde bulunan bütün bu insanları buluşturan beklenmedik kalp krizi.
Yaman Koray, farklı ekonomik ve kültürel ortamlardaki insanları gözlemliyor. Yardımseverlik, ikiyüzlülük, korkaklık, döneklik, nefret, sevgi, kıskançlık, samimiyet, cesaret… insanların birbiriyle arasındaki iletişimi yaratan her bir duyguyu, tepkiyi irdeliyor, yüzlerindeki badanayı kazıyıp çıkarmaya uğraşıyor.
Adam ve Kadın
İlk gün. Saat 12.00-24.00
Canım sıkılıyor. Canım sıkılıyor. Canım sıkılıyor benim. Dayanılır gibi değil bu. Canım sıkılıyor.
Dayanılır gibi değil.
Kalabalık… K alabalık…
Sürü gibi, sımsıkı, itişen, dürtüşen, kaynayan insanlar… İnsanlar, bir sürü, şu suratlara bak! Somurtmuş suratlar… Gülen rol kesen, afili, küskün, sırıtkan, bin bir çeşit ama hep ayni suratlar…
Şu kılığa, kıyafete bak! Maksi, mini, maksi, mini…
Uzun uzun paltolar, asker kaputları, favorili uzun saçlı oğlanlar… Pantolonlu, kırmızı fiyonklu pabuçlu, upuzun mantoları yerleri süpüren kızlar…
Şu suratlara bak! Boya… Boya… Boya…
Maskeler, koca gözlü, koca ağızlı… Maskeler… Maskeler! Kiminin açılmış ha açılmış bacakları… Kıçı görünüyor… Soğuk alttan içine işlemiş, besbelli! Morarmış. Titreye titreye gidiyor…
Ne de çirkin bacaklar… Ne de çirkin suratlar! Işıksız, gerçek renklerinden yoksun. Pozla, boyayla, kabukla maskelenmiş suratlar.
Of, canım sıkılıyor benim.
Şu otomobillere bak!
Adım, adım, nerdeyse tokuşa tokuşa zorlukla ilerliyorlar. İçlerinde oturanlar, nasıl da kasılmışlar…
İnsanlar, insanlar, insanlar.
Yollar dopdolu.
Kalabalık, sürü; insan seli, aşağı yukarı, sırt sırta, göğüs göğse, yan yana, kol kola, önden, arkadan, yandan dayanan, itişen, dürtüşen…
Kalabalık… İnsan, insan… Dolmuş, taşıyor yollar… Givil givil binlerce başla oynayan, kıvrılan, kocaman, canlı bir et yığını.
Oysa bir yerlerde deniz olmalı. Ağaçlar olmalı. Biliyorum. Üstümüzde gök… Gökte bulutlar olmalı.
Köşede, insan seline karşı direnip tutunmaya çalışan şu küçük kız çocuğuna bak! Tezgahından kopmamaya savaşıyor. Kitap, dergi, gazete satıyor. Seks ansiklopedisi, açık-saçık magazinler…
İnsanlar sürüyle, kalabalık, çığ gibi kocaman. Kız küçücük. Alışmış, direniyor yerinde, duygularını çoktan yitirmiş, nasir tutmuş, kayıtsız bakıyor etrafina…
Otomobiller… Mağazalar… Vitrinler… Sinemalar… Insanlar… İnsanlar… Suratlar…
Canım sıkılıyor benim! Aldırma be oğlum.
Bir yerde ağaçlar var. Tepemizde bulutlar. İçimizde şu şarkı.
Hayır kalmadı, sustu diyorum sana. Sustu bitti. Sen de sus.
Canım sıkılıyor benim.
Kapılmış gidiyorum artık insanlara. Kalabalığa. Sürüden biriyim. Ite kaka aktarıyorlar beni, birinden ötekine. Gittiğim yeri bilmiyorum.
Geriye ise, dönemem. Hiç dönemem. Dönemem geriye. Gidecek belli bir yerim yok. Ama geriye, hiç dönemem artık. Hälä kulaklarımda, bağırıyor babam.
Bağırıyor avaz avaz. Kulaklarımda iğne iğne bir çıngıltı. Babam bağırıyor avaz avaz. Yüzü gözü dönmüş, morarmış öfkeden, üstüme yürüyor, bağınıyor:
“Alçak, namussuz, utanmaz herif! Mahsus yaptın değil mi, mahsus, beni kızdırmak, deli etmek için… Bilmediğinden değil. Mahsus. Sırf beni çıldırtmak için. Bana nispet olsun… Dediğimin tersi… Söylediğimin dikine… Yirmi iki yaşına geldin. Kazık kadar herif oldun. Ama adam olamadın. Onca çabam, uğraşmam, yüksek okullarda okuman. Nafile, hep boş, adam olamadın. Alçak namussuz, utanmaz… Nasıl alırsın tekrar o kadını içeri ha… Nasıl, bilmiyor musun?”
“Ama baba… Dayanamadım. Çok ağlıyordu. Çok. Dayanamadım. Ne de olsa eski, bunca zamanlık hastan… Bir kere daha bakarsın dedim… İnsanlık…”
“Sus ulan! İnsanlıkmış… İnsanlığı sen mi bana öğreteceksin? İnsanlıksa, babanı düşün. Biz burada or mu otlatıyoruz? Bana saygın sevgin yok, ilme de mi yok? İnsanlıkmiş! Namussuz herif… Acımışmış! Ulan biliyorsun işte bal gibi. Bedavacı karı be. Ağlayacak, sazlayacak, acındıracak numaracı! Ben çıkarmışım bir kere dışarı… Nasıl alırsın sen bir daha be? Madem yokmuş parası, giremez. Bana gelemez. Gitsin mahalle hekimine… Bana gelemez. Koskoca bir profesör… Bedavaya mi ulan biz! Bunca yıllık emek, bilgi, çalışma… Biz!”
Babam, memleket çapında ünlü bir up profesörü, bir otorite.
Vizitesi iki yüz elli lira. Haftada beş gün, günde yirmi hasta bakar en azından. Yılda beş bin lira vergi verir.
Kaçıncı gelişiydi kadının. Yüzü upuzun, gözleri içeri kaçmış, ağlıyordu. Üniversiteye gitmediğim sabahlar muayenehanede kalır, kapıcılık yapardım babama, oradan tanıyorum kadını. Kaç kere gelmişti, kim bilir kaç kere de ben yokken gelmişti. O zamanlar, üvey annem yardım ederdi babama, o ince, genç boyuyla süzülerek… Annem ben doğarken ölmüş, onu tanımadım. Hiç olmamış, gerçek değilmiş gibi geliyor bana ama gene de en gerçek o içimde belki, ince ince batan o’dur sanıyorum.
Kadın yaşlıydı, çirkindi, zayıftı, gözleri morarmıştı, şiş şiş: ağlıyordu. Sabah en erken gelmişti, çabucak kapı dışari etmişti babam, en son sefer para vermediğini hatırlayıp atmış dışarı, vurmuş kapatmıştı kapıyı
Ellerime sarıldı kadın, ağlıyordu. “Oğlum…” diyordu, “Oğlum.” Başka bir şey diyemiyordu.
Upuzundu burnu. Kızarmış, ıslak. Çirkindi.
Besbelli yoktu parası.
Bitmişti.
Koluma asılıyordu. Yüzünü omzuma dayamış, göğsüme saklıyordu. Ağlıyordu. Kırlaşmış saçlarına tepeden bakıyordum. Gençtim. Yirmi iki yaşında. Sağlam ve güçlüydüm. Babam memleket çapında bir otorite. Koskoca bir profesör. Herkes tanır onu, en küçükten en büyüğe. Milletvekilleri, bakanlar, başbakan, Başkan bile.
Sevip sayarlar, kol kola gezerler. Beni bile çoğu görmüştür, Hukuk öğrencisi olduğumu bilirler, “profesörün oğlu” derler.
Kadın ağlıyordu, göğsümde titreyen kafası bir tuhaf kokuyordu. “Oğlum,” diyordu ıslak ıslak.
Tuttum kolundan, açtım muayene odasını, soktum içeri. “Baba…” dedim.
Babam koca masasının ardında, kurulmuş, kalın gözlüklerini çatınmış, okuyordu son “literatürleri”.
Başını yavaşça kaldırıp baktı. Kadın ufaldı kolumda, büzüldü, ufacık oldu.
“Ne var?” dedi babam. “Ne istiyor gene bu…” Karşılık vermemi beklemeden seslendi kadına dosdoğru, direk gibi bir sesle:
“Paran var mı hanım? Sana söylüyorum, paran var mı? Var mi paran… Paran… Ha?”
Yok diyemedi, gık diyemeden başını salladı kadın olumsuz.
İşte böyle parladı babam.
Fırladı yerinden. İki adımda geldi, söktü kadını kolumdan, açtı kapıyı:
“Öyleyse, yoksa, çık, çık, çık dışarı, çık, çık, çabuk…” diye itti. Sendeledi, sallandı boşlukta, bir an bana bakıyor sandım ama düşmedi de gitti kadın.
Deri kaplama, kalın, lüks kapıyı vurdu kapadı babam. Ben içeride kaldım.
Bana döndü, baktı, baktı babam.
Gözlüklerinin ardında pek bir kötü dönüyor gözleri.
Ağzı köpürmüş. Suratı kararmış sanki…
“Deyyus!” diye patladı bora.
Tükürüklerini, ilk serpinti, yüzümde duyuyorum.
Bir adım geriliyorum.
“Alçak, namussuz, mahsus yaptın değil mi, alçak…” Hälä serpintiler geliyor yüzüme.
Oysa biliyorum, bir yerlerde masmavi bir deniz var, bulutlar, bir beyaz ada ışık içinde ama nerede, ama nerede?
Aldırmayacağım, tinmayacağım, ne kadar sert olursa olsun… Alışığım, dinlemeyeceğim, söylensin, bağırsın, boşalsın…
“Alçak, hep boşuna, boşuna sana verdiğim emekler! Nankör herif. Sırf beni deli etmek, sinirlendirmek, ömrümü tüketmek için… Mahsus yaptın değil mi?..”
Gülümsüyorum.
“Hayır baba mahsus yapmadım.”
“Sus ulan, sus! Bir de karşılık veriyor. Ulan alacağım ayağımın altına, bu yaşta alacağım ayağımın altına… Ulan alçak herif, nasıl alırsın o kadını içeri?”
“Acıdım baba… Çok ağlıyordu. Acıdım.”
“Acımış! Sus köpek. Ulan bana, babana, bunca uğraşan babana acımaz mısın? Alçak…”
Bir adım daha geriledim. Biliyorum. Var. Eminim.
Bir yerde bir mavi deniz, bir beyaz ada olmalı. Tüm mutluluk, tüm doğruluk, tüm sevinç… Bir beyaz ada olmalı, Işık içinde… Bir beyaz ada ama nerede?
“Alçak, cevap ver, sen bana acımaz mısın? Bunca yıldır çalış, didin, bu boya getir, okut… Ulan fakültede bile adını tanıyor, herkes sayıyorsa seni, temsilci oldunsa talebeye, kimin sayesinde? Kime dayanarak oldun? Kim adam yaptı seni? Kim peydahladı, büyüttü, dikti ortaya? Söyle, cevap ver.”
Gülümsüyorum.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıBadanalı Yüzler
- Sayfa Sayısı274
- YazarYaman Koray
- ISBN9786256920040
- Boyutlar, Kapak13 x 20 cm, Karton Kapak
- YayıneviDedalus / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Aşk Köpekliktir ~ Ahmet Ümit
Aşk Köpekliktir
Ahmet Ümit
“Aşk Köpekliktir” Ben de en az aşk kadar saçmayım… Aşkın kaç yüzü, kaç hali vardır? Stefan’la Ayşe’nin aşkı gibi bir çeşit köpeklik midir, yoksa...
- Hayal Meyal ~ Tarık Tufan
Hayal Meyal
Tarık Tufan
Akıl hastanesinde kalan o sarışın, zayıf kız akordeonunu çalarken hep aşkını düşünüyormuş meğer. Çaldığı bütün parçaları onun hayaline adıyormuş. Gözlerinden anlamıştım zaten. Başka türlüsü...
- Mavi Lale; Yitik Lale ~ Nazan Bekiroğlu
Mavi Lale; Yitik Lale
Nazan Bekiroğlu
Ben şimdilerde on altıncı asırlardan kalma çini bir pencere alınlığında, tam sağ alt köşeye imza düşürülmüş mavi bir Osmanıl lalesi neler düşünür, onu merak...