Fakat en sonunda A. dayanamadı, yüzü allak bullak oldu ve dedi ki “Ben onların altına yatmayıp kendimi onlara düzdürmeseydim hayat beni düzecekti! Sen olsan hangisinin altına yatarsın?” Sustum, sustum… Sonra gözlerim yavaşça uzaklara kaydı ve orada, uzaklarda bir yerde, bozulmamış bir dünya aradım. Irzına geçilmemiş kadınları; hayattan tokat yememiş, namussuz heriflerin altına yatmamış, bedenleri bir tarafa hayalleri düzülmemiş kadınları aradım. Aradım ama bulamadım Günlük. Bulamadım… Bir kez daha yıkılmış bir vaziyette ayrılıyordum. Çalacak kapım kalmamıştı. “Deneriz ama teminat isteriz.” sözü, yüzümde bir kere daha tokat gibi patlamıştı. “Teminat, ha!..” Ben, albüm için para harcamak bir tarafa; kaldığım kokuşmuş pansiyonun geceliğini zar zor öderken, boğazımdan geçecek iki lokmanın hesabını yaparken, nasıl teminat gösterebilirdim ki? Çoğu zaman dolmuş parasının hesabını yapan ben, neyi teminat gösterecektim? Bedenimi mi, kadınlığımı mı? Bacakaramı açıp “Buyurun, işte teminat!” mı diyecektim? Orası, onun dünyasıydı ve benim orada işim olamazdı ama ordaydım; onun mahreminde, onun yatağındaydım. Dudakları boynumda, omzumda hatta göğüslerimde dolaşırken artık benim için çok geçti. Yarı baygın halde, karşı koyacak gücüm bile yokken gözümden iki damla yaş onun yatağına aktı. Bir kez daha mağlup olmuştum. Hayallerimin bedeli, bu kadar ağır mı olmalıydı?! Bugün hepimizin tanıdığı çok ünlü bir ses sanatçısının günlüğünün i!k kısmı… Okurken kanınızı donduracak bir hayat hikayesi… Bu kadar da olmaz diyeceğiniz, şöhretlilerin dünyasının görünmeyen yüzü! Gerçeklerle yüzleşmeye hazır olun…
***
ÖNSÖZ
Her şeye rağmen; Bacakaramdan Yükselen Şöhret…
Hayatımı sizlerle paylaşan ve en özel sırlarımı ortaya koyan bizzat benim ama elbette ki en başta ismimin ve çok önemli bazı sırlarımın benimle kalması kaydıyla. Okuyacağınız kitap; günlük tutmaya başladığım ilk günden ilk albümümü çıkardığım yılın sonuna kadar geçen hayatımın yaklaşık dört beş senelik bölümünü anlatmakta. Günlüğümün elbette devamı da var. Müzik piyasasına girdiğim yani ilk albümümü çıkardığım günden bu güne kadar yaşadıklarımı kaleme aldığım günlüğümün devamını ise derlemesini tamamladıktan sonra en kısa zamanda yine sizlerle paylaşacağım. Ve öyle zannediyorum ki neredeyse yirmi beş yıl önce başladığım günlük tutma hevesim, ömrümün son anına hatta nefesimi vereceğim son saniyelere kadar devam edecek. Bu sayede, an gelip geçmişe dönme duygularım depreştiğinde; nerelerden nasıl geçtiğimi, neler yaşadığımı -sadece ben değil- etrafımdaki herkesle birlikte adeta saat saat o günlere dönüp, o anları tekrar yaşama fırsatına sahip olacağım. Bu belki de hayatımın en büyük kazancı, en değerli serveti olacak.
Şunu itiraf etmeliyim ki, müzik piyasasına girdikten sonra karşılaştığım manzaralar, birebir yaşadığım olaylar, bu kitabın içinde anlatılanlardan yani hayatımdan çok daha kötü. İğrençlikler, laçkalıklar, dudak uçuklatan menfaat ilişkileri…
Günlüğümün ikinci kısmını yayına hazır hâle getirir getirmez, bunları da öğrenmiş olacaksınız ve sanırım asıl kıyamet o zaman kopacak.
Benim bu günlere gelmemde en büyük paya sahip olanlardan biri olan eski patronum rahmetli H. Bey’in tabiriyle ‘sanat camiasının’ içine girdikten sonra, yaşadığım ve gördüklerimin ardından ben bile bazen şaşkına döndüm.
Sırf menfaatleri için ‘birilerinin’ yatak odalarına girerek kendini kullandıranlar… Çıkartacakları her albümden önce ilgi çekebilmek için yine o ‘birileriyle’ menfaat ilişkisi yaşayarak, İstanbul’un en lüks otellerinin yolunu tutanlar… Adları sözüm ona ‘zengin playboy’ ya da ‘sosyetenin zengin bekar çapkını’ olan erkeklerle hem hayatlarını biraz daha iyi standartta yaşamak hem de basında daha fazla boy gösterebilmek için çarpık, günübirlik ilişkiler yaşayan, kendilerine sanatçı diyen zavallı kadınlar… S. Hotel’de, C. İ. Hotel’de, P. Hotel’de -ki bu otel isimleri, benim bizzat kendi gözlerimle şahit olduğum mekânlardır ve öyle tahmin ediyorum ki İstanbul’un bu gözde otellerinin çok daha fazlasında, benim bilmediğim ama değil kadınlık onuru insanlık onuruna bile yakışmayacak çok daha sarsıcı iğrenç ilişkiler var- delüks odaları her daim hazır tutulan bazı medya patronlarının, etkin bazı köşe yazarlarının ve hepinizin tanıdığı bazı televizyoncuların, ekran garantisi vererek yataklarına davet ettiği sözüm ona şarkıcılar… Biraz daha fazla gündem yaratabilmek, her gece ekranlara çıkabilmek için kendini ‘manken’ olarak gören bazı ‘satılık et parçaları’ ile gecelik ilişkiler yaşayan zavallı erkek sanatçılar…
Ve tabi, ‘satılılık et parçası’ dediğim o zavallı bazı ‘mankenciklerin’ (mesleğini düzgün yapan manken arkadaşlarım alınmasın, sözüm onlara değil asla, onlar benim için müstesna, sözüm kendini satan o diğer mankenciklere) yine o bahsettiğim özel tv. kanallarının kelli felli tanınmış isimleriyle yöneticileriyle hatta habercileri ve köşe yazarlarıyla birlikte yolunu tuttukları, bildiğim ve biraz önce söylediğim o oteller… Ve de o otellerde yaşananlar… Daha da ileri gidersem, Sapanca’daki çiftlikte defalarca kez yaşanan, Turgutreis ve Girne’de sayısız kez gerçekleşen, benim de birçok kamera görüntüleriyle şahit olduğum – ki yine bu da, çok sevdiğim bir haberci arkadaşıma farklı yollardan ulaştırılmış gizli çekimlerdir ve halen kendisinde bulunmaktadır – kendilerinin adını ‘itaat toplantıları’ olarak koydukları lâkin her türlü sınırın zorlandığı ve bana göre konması gereken adın ‘çirkef hayvani çiftleşme’ olan o buluşmalar!..
Aslında yazılacak çok fazla şey var. Çünkü bu camia, asla dışarıdan göründüğü gibi değil. Bunu söylerken bir gerçeği de göz ardı etmemekte fayda var. İçinde bulunduğum dünyanın bütün bireyleri yani tüm sanatçıları, “Böylesine laçkalaşmış ve alçalmış!” demiyorum. Kesinlikle böyle bir iddiam yok. Çünkü bu camianın içinde; pırlanta gibi değerli, yaşadığı onca şeye rağmen hala insan gibi yaşayan, kendilerine uzanan kalleş elleri geri itmesini bilen çok değerli sanatçılar da var. Bazılarını tanıyorum; arkadaşımdır, kalbimde en müstesna yere sahiptirler. Ama bu camiaya adım atanların sayısı çoğaldıkça onların sayısı azalıyor! Bu da yadsınamaz bir gerçek. Nihayetinde Allah vergisi fiziği sayesinde podyumlarda boy gösterdikten sonra, sesinin de iyi olduğunu zanneden bazı zavallılar bizim dünyamızın içine zıplıyorlar. Tabii, boylarının ölçüsünü de alarak; birkaç binli albüm satışları bile onlar için hayalden öteye gidemiyor.
Sözüm sadece o ‘podyum gülleri’ ne değil. Yıllardır bu camianın içinde olanlar da adını benim koyduğum “Şöhret mi? Odama gel!” filminin zavallı oyuncuları. Zavallı oyuncuları diyorum, çünkü oynuyorlar. Hem de hepinize karşı oynuyorlar. Çoğu zaman ekran başında izleyen ya da gazete sayfalarından okuyan sizlerin duygularıyla dalga geçerek. Ardından da “Yine yutturdum!” deyip hiç utanmadan pişkin pişkin kendilerini izliyorlar. Bir gece önce ne tür çirkeflikler yaşadıklarını bir kenara atıp ertesi gün ekranlarda ya da gazetelerde birer ‘namus timsali’ olarak caka satıp demeçler veriyorlar. Böyle anlarda kendi kendime diyorum ki, “Namussuz namus, iş başında!”.
Öyle yıllar öncesine gitmeye gerek yok. Son beş yılı düşünün. Kendilerini sanatçı olarak gören kaç kişi ekranlarda salya sümük ağladı! Albümü çıkacağı ya da yeni çıktığı sıralarda kaç kişi, stüdyoda veya kameralar karşısında, önceden fırına sürülmüş aile dramları yaşadı. Kaç kişi, ayak takımı gibi alçalarak günübirlik sevgilisine verdi veriştirdi?
Olayın diğer boyutu… Kaç kişi otel lobilerinde kameralara yakalandı? Loş ışıklı restoranlarda kaç kişi için deklanşörlere basıldı? Dahası; hafta sonları gazetelerinizi elinize aldığınızda magazin eklerinde okuduğunuz adına, sözüm ona ilişki denilen ama üç günlük düzmece kurgudan öteye gitmeyen garip ve tiksindirici ilişkiler…
Hiç düşündünüz mü bunları? Ya da saydığım o ‘kaç kişinin’ gerçek sayısını bulabildiniz mi? Eminim ki hayır. Çünkü sayıları o kadar çok ki!
En ilginç olanı ise bu tür alçalmaların ve laçkalıkların nedense ya albümlerinin çıkmasına sayılı günler kala ya da gündemden biraz düşünce boy göstermesi.
Bütün bunları yıllardır görüyorum, çoğuna da bizzat şahit olarak… Ama bazen anlam veremediğim şey; sizler gibi benim de gıptayla baktığımız bazı sanatçıların ve hatta bazı kadın oyuncuların bu ‘kokuşmuşluk kervanına’ katılmaları.
Hiç tahmin edemeyeceğiniz isimlerin, zengin işadamlarıyla Zürih’de, Lonra’da, Prag’da hatta Girne’de yaşadıkları günübirlik yatak maceraları!…
Aklınıza bile gelmeyecek, beyefendi olarak gördüğünüz bazıları da evli olan isimlerin, ‘sosyetenin gülleri’ ve ‘podyumların gelincik çiçekleri’ ile hatta bizim camiamızdaki ‘mikrofonların bülbül sesleri’ ile yaşadıkları, ‘aşk kaçamağı’ gibi bir kılıf uydurularak adı konulan ucube yatak fantezileri!..
Kimin, ne yaptığı elbette ne beni ne de sizleri ilgilendirir? Fakat bunlar; sırf biraz daha şöhret, biraz daha para ve sansasyon için yapılıyor, bu ülkedeki insanların duygularıyla oynanıyor ve duygu sömürüsü yapılıyorsa işte o zaman oturup düşünmemiz gerekir. Sadece bir tek şeyi; o da, bu laçkalıklara prim verilmemesi gerektiği.
Bütün bunları uzun uzadıya anlatmamın hatta kendi günlüğümü sizlerle paylaşmamın tek bir sebebi var. Günlüğümü, tabir yerindeyse hayatımı sizlere ifşa etmemin tek sebebi, söylediğim ‘bu laçkalıklara prim vermemek’ olayıdır.
Neden?
Çünkü evlatlarımız var.
Evet; çocuklarımız, canımız kadar değerli can parçalarımız için. Ve kendi payıma da… Sanat camiasına adım attığım andan bu güne kadar geçen yaklaşık yirmi seneden sonra.. Bugün ben de bir anneyim!..
Düşünün; her akşam ekran başına geçtiğinizde kaç magazin programı, dizi ya da film izliyorsunuz? Peki ya o magazin programlarında boy gösterenler? O, bambaşka bir hayatmış gibi gösterilen yaşantılar… Sözde o renkli yaşantıların takıldıkları mekânlar… Gece kulüplerinde, plajlarda çekilen görüntüler…
Bütün bunlardan sonra, kendi evladım dâhil çocuklarımızın ruh halini düşünebiliyor musunuz? O kandırmaca hayatlara özenecekler, büyüsüne kapılacaklar, onlar gibi olmak isteyecekler hatta bu uğurda her türlü yola düşecekler: Şarkıcı, manken, oyuncu olmak için!
Peki bu kadar kolay mı? Sizlerin haberi bile yokken ajans kapılarını aşındıranlar, albüm firmalarının yollarına düşenler, yapım şirketlerine ulaşmak isteyenler ve oralarda, muhtemelen hayatları boyunca yüz karası olarak kalacak şeyler yaşayan bazı gençler… Onlar kimin evlatları?
Onlar hepimizin evlatları. İnsan gençken her şeyi göze alabiliyor, tıpkı yıllar önce benim yaptığım gibi! Onca sıkıntıya rağmen şans da benim yanımdaydı ve bu günlere geldim. Ama çoğu zaman, parıltılı hayatlara ulaşma rüyası hüsranla bitiyor. Sonrasında da çabaladıkça daha da çok batıyorlar. Yani, o parıltılı gibi görünen hayatlara ulaşmak öyle kolay değil. Uğruna çok şeyler feda ediliyor. Sonunda ise ortaya iki şey çıkıyor. Ya örselenip hatta yok olup giden hayatlar ya da görüntüde imrenilen ama maskeleri indirince insan olmaktan çıkmış olan insancıklar!..
Bunun kanıtını isteyenlere ben şunu sorarım: Uğruna türlü sıkıntılar çektikten sonra gelen para ve yakalanan şöhretle çoğu niye mutlu olamıyor? Ne yazık ki, yakından uzaktan ilgisi bile olmayan çoğu kişinin kendisini bir bireyiymiş gibi göstermeye çalıştığı sanat camiasında; neden kokain partileri düzenleniyor, neden en heybetli otellerin delüks odalarında, sır gibi saklanan Beldibi’ndeki küçük bir sarayı andıran mekanda seks partileri yapılıyor?
Çünkü onurlarından, haysiyetlerinden, insanlıklarından kaybedecek hiçbir şeyleri kalmadığı için. Ha bir eksik ha bir fazla! Ve ardından gelen bu kokuşmuşluklar, laçkalıklar…
Onun için diyorum “Gerçekler ortaya çıksın, bilinen hayatların bilinmeyen yüzleri fark edilsin.” diye.
Ailelere büyük bir görev düşüyor. Çocuklarımız yetenekliyse; sesleri, fizikleri ve oyunculuk kabiliyetleriyle ilgili bir gelecek düşünüyorlarsa onların sonuna kadar yanında olmamız, desteklememiz gerekir. Çünkü yok edilemeyen tek şey, insanoğlunun içinde taşıdığı istekleri, hayalleridir. Siz ne kadar karşı çıkarsanız çıkın, o istekler bir gün mutlaka patlayacak, isyana dönüşecektir.
En büyük yanlış; seneler önce babamın ve amcamın benim için söylediği, “Şarkıcı olup da orospu mu olacak?” gibi saçma sapan hatta çirkin düşüncelerdir.
Kendi evlatlarımıza da söyleyeceğim birkaç şey var. Şayet ekranlarda gördüğünüz o parıltılı hayatları hayal ediyorsanız lâkin yeteneğiniz yoksa asla o yola çıkmayın. Yeteneğiniz varsa da kesinlikle ailelerinizin desteğiyle yürümeye çalışın. Çünkü o dünyanın şartlarının ne kadar zor olduğunu ve insanca o dünyada yaşayabilmenin hiç de kolay olmadığını idrak etmeniz gerekir.
Bunca şeyi yazdıktan sonra söylenmesi gereken son sözler, sanırım kendimle ilgili olmalı. Günlüğümün bir kısmını, hayatımın bir parçasını, sizlerle paylaşmamın sebebinin kesinlikle sansasyon için olmadığını anlamış olmanız gerekir. Böyle bir şey mümkün olamaz, çünkü bu kitapta ve günlüğümün devamını yayınlayacak olduğum ikinci kitapta kimliğim tamamen gizli olarak kalacak. Günlüğümü okuduktan sonra, muhtemelen kim olduğumu tahmin edebileceksiniz ama kesin ‘O’ ya da ‘Şu’ diyebilir misiniz, bilmiyorum. Onun için niyetim sansasyon yaratmak değil. Şöhretime biraz daha şöhret katmaksa… O hiç değil… Para? Albümümle birlikte sahnelere ilk adım atmamdan bu yana geçen yaklaşık yirmi küsur seneden sonra, zaten haddinden fazla para kazandım. Birkaç albümüm – kaset satışlarının yoğun olduğu dönemlerde ve CD’lerin yeni yeni kıpırdanmaya başladığı o birkaç yılda – milyonlu satış rakamlarının bile üstüne çıktı. Boğaza nazır dubleks bir dairede oturup son model bir arabaya biniyorsam; garajımda iki arabam ve de çeşitli yerlerde ciddi yatırımlarım, gayrimenkullerim varsa para da bunun cevabı olamaz. Geriye bir tek şey kalıyor.
Sorumluluk…
Ben, üzerime düşen görevi yaptım ve hayatımı sizlerle paylaştım. Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını, bizim yaşadığımız hayatın acımasız olduğunu anlatmaya çalıştım. Bunu yapmaya niyetlendiğim ilk günlerde, yani günlüğümü sizlerle paylaşmayı düşündüğümde yakın çevrem ve sanat camiasındaki çok yakın birkaç sanatçı dostum benim delirmiş olduğumu düşündüler. Kendimi ateşin ortasına atıp tüm sanat hayatımı kendi elimle bitireceğimi söylediler. Hem de günlüğümde neler yazılı olduğunu bilmemelerine rağmen! Çünkü biliyorlardı ki buralara gelmek için bazı şeylerden ödün verilmesi gerekiyordu. Ve bildikleri bir şey daha vardı. Günlüğüm gün yüzüne çıktıktan sonra, ‘binlerinin’ keyfi fena halde kaçacaktı.
Benim için bunların hiçbiri önemli değil. En yakınımdaki insanlardan gelen onca uyarıya rağmen yaptım, sizlerle paylaştım. Şimdi içim rahat. İki sebepten dolayı içim rahat.
Evvela, ben üzerime düşen görevi yerine getirdim. Sonra, yaşadığım hiçbir şeyi ben kendi isteğimle yaşamadım. Onun için hiç kimse bana ‘aşağılık, kötü kadın hatta şıllık’ gözüyle bakamaz.
Bütün bunları ortaya açık seçik koyduktan sonra, bu bana üzüntü verse de son bir şeyi söylemekte kesinlikle sakınca görmüyorum: Ulaştığım nokta, ne yazık ki benden de çok şeyi alıp götürdü; kadınlık onuruma varıncaya dek!..
Son sözüm de böylelikle söylenmiş oldu ama son bir cümle hariç!
Ne yaşanırsa yaşansın; umutlar ve sevgi dolu yürekler kaybolmadığı sürece, hayat yaşamaya değer…
27 Eylül 2011
Çeşme /İZMİR
16 Nisan 19…
Sevgili, Günlük.
Senin sayfalarına bu ilk satırları, K. Deresi’nin içine gömülmüş gibi duran bu dört katlı binanın üçüncü katındaki dairemin salonunda yazıyorum. Gerçi ne bu apartman tam bir apartmana ne de bu daire tam bir daireye benziyor. Belki de otuz senelik olan bu binanın bütün duvarları çatlamış; sanki çatısında, yağmurluklarının arasında fareler cirit atıyor gibi! Bundan sonra benimle birlikte yaşayacağın bu yer; izbe görünümlü, virane sayılacak bir daire işte.
Kalemi elime aldığım şu anda dışarıdan birkaç serseri itin; çığlığa benzer, bütün mahalleyi ayağa kaldıran sesleri kulağıma çarpıyor. Senin anlayacağın, burası boktan bir mahalle, Günlük, tıpkı benim hayatım gibi!
Bütün bu laçkalığın içinde elime kalemi alıp niye yazmaya başladığımı hiç bilmiyorum. Hele ki içimi dökmek istercesine büyük bir istekle yazışımı… Bildiğim tek şey, bundan sonra sen de benimle birlikte yaşayacaksın ve sana hayat veren ben olacağım. Artık sen benim ikinci hayatımsın.
Biliyor musun, bu güne kadar hiç günlük tutmamıştım. Oysa peşinden koştuğum hayallerim, gerçekleşmesi için yıllardır uğraş verdiğim şeyler, o en büyülü görünen zirve… Bütün bunların bedeli olarak, belki de hayatımdaki en değerli varlığım olan, kaybettiğim; gururum, kadınlık onurum ve bedenim…
Bunlar aklıma geldikçe aslında bir günlüğe sığmayacak…
“Bacakaramdan Yükselen Şöhret” için bir yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) +18 Kitaplar Edebiyat Günlük
- Kitap AdıBacakaramdan Yükselen Şöhret
- Sayfa Sayısı264
- YazarGizem Ay
- ISBN9786055768614
- Boyutlar, Kapak14 x 24 cm, Karton Kapak
- YayıneviSis Yayıncılık / 2011
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Çıplak Ayaklı Kontesler ~ Sema Fener
Çıplak Ayaklı Kontesler
Sema Fener
İnsanoğlu isterse yaşamını değiştiremez mi? Bunu yapacak güç ve cesaret olsa olsa kadınlarda vardır derim ben… Bu kitapta daha iyi bir yaşama ulaşmak için...
- Allahaısmarladık – Çanakkale Savaşı’nda Bir Şehidin Günlüğü ~ İbrahim Naci
Allahaısmarladık – Çanakkale Savaşı’nda Bir Şehidin Günlüğü
İbrahim Naci
Yeni gelen emirde, beş günde Akbaş İskelesi’ne gidecek, oradan da vapur ile Anadolu’ya geçecekmişiz. …Ben siperde düşmanla karşı karşıya olmalıyım. Çünkü çarpışmak, boğuşmak istiyorum....
- Paylaşılan Sır (Bir S.E.C.R.E.T. Romanı) ~ L. Marie Adeline
Paylaşılan Sır (Bir S.E.C.R.E.T. Romanı)
L. Marie Adeline
Cassie, patronuyla yaşadığı aşktan sonra acı ve hayal kırıklıklarının etkisinden kurtulamazken, kendini yeniden S.E.C.R.E.T. ile çare ararken buluyor ve bu kez diğer kadınlara yol...
Cok iyi bi kitap herkesin okumasini isterim adam kendi yasamis ki bizede annatiyo kesinlikle oku