Babalar ve Oğullar Turgenyev’in en büyük romanı olduğu kadar, Batılılaşmanın çelişkilerini yaşayan, devrimin eşiğindeki Rusya’nın ruhunu en derinden yakalayan romanlardan da biridir. Kitap 1862’de yayımlandığında, bir anda pek çok siyasi, edebi ve felsefi tartışmanın odak noktası haline gelmişti; ama bugün hâlâ okunmasını, bu tartışmaları hem içerip hem de aşmasını sağlayan edebi derinliğine, Vladimir Nabokov’un deyişiyle, Turgenyev’in ‘boz cilasına ve özenilecek renk, ışık ve gölge anlayışına’ borçlu. Siyasi bir tartışmayı ya da felsefi bir sorunu insanileştirmenin, derin bir anlayış ve incelikli bir zanaatkârlıkla mümkün olduğunu Babalar ve Oğullar bize bir daha gösteriyor.
“Turgenyev’de her zaman bir şiirsellik vardır, ama bu şiirselliğin içinde hep gözünü bile kırpmayan bir gerçeklik bekler.”Henry James
1
1859 yılının 20 Mayıs günü, sırımda tozlu bir palto, ayağında satrançlı kumaştan bir pantolon, kırk yaşlarında bir beyefendi, şosenin üzerindeki yolcu hanının alçak eşiğine çıkarak, yanakları dolgun, çenesinde beyazımtırak tüycükler bulunan, küçük gözleri donuk donuk bakan genç uşağına döndü:
“E, Pyotr! Görünürlerde yok mu daha?” diye sordu.
Kulağındaki zebercet küpeden pomat sürülmüş, değişik değişik renkteki saçlarına, son derece saygılı davranışlarına kadar, kendisini her bakımdan kusursuz sayan yeni kuşaklan olduğu belli uşak, etrafını küçümsüyormuş gibi bir tavırla, uzayıp giden yola baktı:
“Hayır, efendim, görünürlerde yok!” dedi.
Beyefendi: “Görünürlerde yok ha?” diye bir daha sordu.
Uşak yine: “Yok, efendim!” diye karşılık verdi.
Beyefendi içini çekerek bir sıraya oturdu. O, ayaklarını altına alarak, düşünceli düşünceli etrafına bakınadursun, bu arada biz kendisini okuyucularımıza tanıtalım.
Adı Nikolay Petroviç Kirsanov’dur. Yolcu hanından on beş kilometre ötede, iki yüz kişilik güzel bir malikânesi, daha doğrusu, köylülerle hesap taştıktan sonra kendisinin dediği gibi iki bin dönümlük bir “çiftliği” vardır. Babası 1812 savaşlarına katılmış, okuması yazması pek az, kaba ama iyi yürekli, Rusya’ya bağlı bir adamdı; bütün ömrü boyunca sürünmüş durmuş, sonunda bir alaya, sonra bir tümene kumanda etmişti. Daima taşrada yaşamış, orada rütbesi sayesinde oldukça önemli bir rol oynamıştı.
Nikolay Petroviç daha sonra söz edeceğimiz kardeşi Pavel gibi, Rusya’nın güneyinde dünyaya gelmişti, on dört yaşına kadar da ucuz öğretmenlerin, laubali, aynı zamanda dalkavukluğa meraklı yaverlerle alaya, kurmaylığa mensup başka kişilerin arasında yetişmişti. Annesi Kolyazin’lerin soyundandı, kızken Agathe adını taşıyordu, general karısı olunca ise Agafokleya Kuzminişna Kirsanova olmuştu; “general hanımanne”lerden biriydi: Başına süslü başlıklar geçirir, sırtına hışır hışır ipekli elbiseler giyer, kilisede haça herkesten önce yaklaşırdı; yüksek sesle çok konuşur, sabahlan çocuklara el öptürür, geceleri onları haç çıkararak kutsardı; sözün kısası, keyfince yaşardı.
Nikolay Petroviç de general oğlu olduğu için, cesaret bakımından pek üstünlük göstermediği, hattâ “Ödlek” lâkabına lâyık görüldüğü halde, ağabeyi Pavel gibi orduya girmek zorunda kalmıştı; yalnız, tam nereye atandığı haberi geldiği gün, ayağını kırmış, iki ay yataktan kalkamamış, böylece ömrünün sonuna kadar “azıcık topal” kalmıştı.
Bunun üzerine, babası onunla uğraşmaktan vazgeçmiş, başıbozuk olarak kalmasına izin vermişti. Sonra on sekiz yaşını bitirir bitirmez onu Petersburg’a götürmüş, orada üniversiteye yerleştirmişti. Bu arada ağabeyi de subay çıkmış, muhafız alayına girmişti.
İki genç aynı evde, annelerinin amcası ve önemli bir dev leı memuru olan Uya Kolyazin’in kontrolü altında, birlikte yaşamaya başlamışlardı. Babalan tümeninin başına, karısının yanına dönmüştü. Oğullarına da nadiren yazıcı erlerin süslü kıvrım kıvrım yazılarıyla dolu, büyük, dörtköşe, kurşuni kâğıtlar gönderiyordu. Bu dörtköşe kâğıtların alt tarafında da uçları kıvrılmış harflerle “Tümgeneral Pyotr Kirsanov” imzası bulunurdu.
1835 yılında Nikolay Petroviç üniversiteden mesleğe aday olarak çıkmıştı. Yine o sene içinde General Kirsanov görevinde başarısızlık yüzünden emekliye ayrılmış, eşiyle birlikte oturmak üzere Petersburg’a gelmişti. Sonra tam Tavriçeskiy Parkı’nın yanında bir ev kiraladığı, İngiliz Kulübü’ne üye yazıldığı sırada birden kalp sektesinden ölmüştü. Agafokleya Kuzminişna da hemen arkasından gitmişti. Kadıncağız başkentin renksiz hayatına bir türlü alışamamış, emeklilerin sürdüğü sıkıcı yaşayış onu bitirmişti.
Bu arada Nikolay Petroviç, daha annesiyle babası sağken, onlara epey üzüntü veren bir şey yapmış, oturduğu evin sahibi olan memur Prepolovenskiy’in kızına âşık olmuştu; genç kız sevimli, “kültürlü” denilen kızlardandı; dergilerin “Bilim” köşesinde çıkan ciddî yazıları okurdu.
Nikolay Petroviç yas süresi biler bilmez onunla evlenmişti. Babasının tanıdıklarının yardımıyla kendisini yerleştirdiği bayındırlık bakanlığındaki görevinden ayrılmış, Maşa’cığıyla önce Orman Enstitüsü’nün yakınındaki yazlık evde, sonra şehirde, temiz bir merdiveni, soğukça bir misafir odası olan küçük, sevimli bir evde, en sonunda da artık büsbütün yerleştiği köyde tatlı günler geçirmişti. Köye yerleştikten kısa bir süre sonra da oğlu Arkadiy dünyaya gelmişti.
Eşler birbirleriyle çok iyi geçiniyor, gürültüsüz patırtısız yaşıyorlardı. Hemen hemen birbirlerinden hiç ayrılmıyorlardı: Birlikte kitap okuyor, birlikte piyano çalıyor, duettolar söylüyorlardı. Kadın çiçek yetiştiriyor, kuşlara bakıyor, Nikolay Petroviç ise arada bir ava çıkıyor, çiftlik işleriyle uğraşıyordu. Arkadiy de gürültüsüz patırtısız yetişiyor, serpilip boy atıyordu.
On yıl bir rüya gibi geçmişti. ’47 yılında Nikolay Petroviç Kirsanov’un karısı öldü. Adam bu darbeye güç bela dayanabildi. Birkaç hafta içinde saçları ağarmıştı. Biraz olsun derdini unutmak için Avrupa’ya gidecek olduysa da bu sırada 1848 yılı* gelip çattı. Bunun üzerine, istemeyerek köye döndü, uzun süren bir hareketsizlikten sonra çiftlikte değişiklik yapmakla kendini oyalamaya başladı.
Nikolay 1855 yılında oğlunu üniversiteye götürüp yerleştirmiş, Petersburg’da onunla birlikte üç kış geçirmiş, hiçbir yere çıkmadan Arkadiy’in genç arkadaşlarıyla ahbap olmaya çalışmıştı. Son kış ise yanına gidememişti. İşte, şimdi onu 1859 yılı Mayıs ayında, artık saçları büsbütün ağarmış bir durumda, biraz şişmanlamış biraz da kamburlaşmış olarak görüyoruz; Bir vakitler kendisi gibi üniversiteden diploma almış olan oğlunu bekliyor.
Uşak saygısızlık etmemek, belki de efendisinin gözü önünde kalmak islemediği için, demir kapının öbür yanına geçmiş, piposunu yakmıştı. Nikolay Petroviç başını eğdi, eşikteki eski püskü basamaklara bakmaya başladı. Alacalı tombul bir civciv iri, sarı ayaklarını vurarak, basamakların üzerinde ağır ağır dolaşıyordu; pis bir kadın nazlı nazlı parmaklığın üzerine tünemiş, ona düşmanca bakıyordu. Yakıcı bir güneş vardı: Hanın loş taşlığından sıcak çavdar ekmeğinin kokusu geliyordu.
Bizim Nikolay Petroviç hayallere dalmıştı; zihninden durmadan, hep aynı düşünce geçiyordu: “Oğlum… Arkaşa… Üniversiteden diploma almış…” Başka şeyler düşünmek için kendisini zorluyordu ama, düşünceleri yine aynı konuya gelip saplanıyordu, ölmüş karısını hatırladı. Hüzün içinde: “Bugünleri göremedi” diye fısıldadı… Tombul, mavimtırak bir güvercin yola indi, aceleyle gidip kuyunun yanındaki birikintiden su içmeye koyuldu. Nikolay Petroviç, ona bakmaya başladı. Bu sırada kulağına yaklaşan tekerleklerin sesi geldi… Uşak kapının öbür yanından başını çıkardı:
“Geliyorlar galiba!”
Nikolay Petroviç yerinden fırladı, gözlerini yolun ilerisine dikti. Posta arabasına koşulan cinsten üç at koşulmuş bir araba göründü. Arabanın içinden bir üniversiteli kasketinin siperliğiyle, sevilen bir yüz fark ediliyordu.
Nikolay Petroviç: “Arkaşa! Arkaşa!” diye bağırdı, kollarını sallaya sallaya ileriye doğru koştu.
Birkaç dakika sonra dudakları üniversiteyi bitiren gencin sakalsız, toz içinde kalmış, güneşten yanmış yanağına yapışmıştı…
2
Arkadiy babasının okşayışlarına neşeyle karşılık vererek, yol yorgunluğundan biraz uykulu, ama yine de genç bir adama özgü gür bir seste:
“İzin ver, üstümü başımı temizleyeyim, babacığım” diyordu. “Elbiseni kirleteceğim!”
Babası sevgiyle gülümseyerek: “Ziyanı yok, ziyanı yok!” dedi.
Bir iki defa oğlunun pelerininin yakasına, bir iki defa da kendi paltosuna vurdu; biraz geri çekildi.
“Şöyle göster kendini bakayım, göster!” dedi. Hemen sonra da aceleyle hana doğru yürüdü: “Şuraya, şuraya gidelim, hemen atları koşsunlar.”
Nikolay Petroviç oğlundan çok daha heyecanlı görünüyordu; kendini biraz kaybetmiş gibiydi; sanki hep bir şeyden korkuyordu. Arkadiy onu durdurdu:
“Babacığım izin ver de seni yakın arkadaşım Bazarov’la tanıştırayım. Mektuplarımda ondan sık sık söz etmişimdir. Büyük nezaket göstererek misafirimiz olmayı kabul etti.”
Nikolay Petroviç sırtında uzun, püsküllü bir palto ile arabadan çkmış olan uzun boylu adama yaklaştı, kırmızı çıplak elini kuvvetle sıktı; oysa, öbürü elini hemen uzatmamıştı.
Nikolay Petroviç: “Bütün kalbimle memnun oldum” diye söze başladı. “Bizi ziyaret etmek için gösterdiğiniz iyi niyetten ötürü teşekkür ederim… İnşallah… Adınızı, baba adınızı öğrenebilir miyim?”
Bazarov tembel ama, erkekçe bir tavırla: “Yevgeniy Vasiliyeviç”* diye karşılık vererek paltosunun yakasını açtı, Nikolay Petroviç’e bütün yüzünü gösterdi.
Uzun, zayıf, geniş alınlıydı, burnunun üst kısmı basık, ucu sivriydi. Yüzü yeşilimtırak iri gözlerle aydınlanmıştı. Kum renginde sarkık favorileri vardı. Dudaklarında sakin bir gülümseyişle bakıyordu. Yüzünden kendine güvendiği, zeki olduğu belliydi.
Nikolay Petroviç: “İnşallah bizde sıkılmazsınız, sayın Yevgeniy Vasilyiç” dedi.
Yevgeniy Vasiliyeviç Bazarov’un ince dudakları hafifçe titredi ama, bir şey söylemeden, yalnız kasketini kaldırdı. Kumrala çalan sarı uzun, gür saçları geniş kafasının iri kıvrımlarını gözden saklayamıyorlardı.
Nikolay Petroviç yine oğluna döndü:
“Ne diyorsun Arkadiy, atları koşalım mı, ha ne dersin? Yoksa dinlenmek mi istiyorsunuz?”
“Evde dinleniriz babacığım, emret atlan koşsunlar!”
Babası hemen: “Şimdi, şimdi söylerim!” dedi. “Hey! Pyotr! İşitiyor musun? Emret, oğlum, çabuk olsunlar.”
Pyotr mükemmel yetiştirilmiş bir uşaktı, gelip Küçükbey’in elini öpmedi, yalnız uzaktan eğilerek ona selâm vermekle yelindi, sonra kapının arkasında kayboldu.
Arkadiy hancı kadının getirdiği demir maşrapayla su içiyordu. Bazarov ise piposunu yakmış, atların koşumlarını çözen arabacıya yaklaşmıştı.
Bu sırada Nikolay Petroviç önemli bir işle meşgul oluyormuş gibi bir tavırla: “Ben buraya paytonla geldim ama, senin araban için üç al vardır” diyordu. “Yalnız bizim paylon iki kişiliktir, onun için, bilmiyorum arkadaşın…”
Arkadiy alçak sesle babasının sözünü kesti:
“O arabada gider!” dedi. “Çok rica ederim, onunla böyle resmi olma. O öylesine candan, öylesine sadelik seven bir insandır ki, göreceksin…”
Nikolay Petroviç’in arabacısı atları dışarı çıkarmıştı.
Bazarov arabacıya doğru döndü:
“Haydi kımılda bakalım, kabasakal!” dedi.
Orada bulunan, ellerini gocuğunun arka ceplerine sokmuş olan bir başka arabacı: “İşitiyor musun Mityuha, Beyefendi sana nasıl bir ad verdi? Gerçeklen de kabasakalsın hani!” dedi.
Mityuha yalnız kalpaklı başını salladı, ler içinde kalmış olan ortadaki atın dizginlerini çözdü.
Nikolay Petroviç: “Daha çabuk, daha çabuk, çocuklar, acele edin!” diye bağırdı. “Size birer votkalık bahşiş veririm.”
Atlar birkaç dakika içinde koşulmuştu. Baba oğul paytona yerleştiler; Pyotr arabacının yanındaki yere bindi, Bazarov ise arabaya binerek başını deri yastığa gömdü. Sonra iki araba da yola koyuldu.
3
Nikolay Petroviç, Arkadiy’in bir omzuna bir dizine dokunarak: “Eh artık sonunda üniversiteyi bitirdin! Şimdi de evimize döndün işte!” diyordu. “Çok şükür!”
Arkadiy bütün varlığını saran, içten, çocuksu bir sevince rağmen, bir an önce sözü heyecanlı konulardan günlük konulara getirmek istiyordu:
“E, amcam nasıl? İyi ya?” diye sordu.
“İyi. O da benimle birlikte seni karşılamaya gelmek istiyordu ama, sonradan nedense vazgeçti.”
Arkadiy: “Beni çok bekledin mi?” diye sordu.
“Evet, hemen hemen beş saat kadar.”
“Benim iyi yürekli babacığım!”
Arkadiy çevik bir hareketle babasına doğru dönerek onu yanağından öptü.
Nikolay Petroviç hafif hafif güldü.
“Sana öyle güzel bir at hazırladım ki!” diyordu. “Göreceksin! Odanın duvarları da kâğıtla kaplandı.”
“Bazarov’un yatacağı bir oda var mı?”
“Ona da bir oda buluruz.”
“Çok rica ederim babacığım, ona karşı iyi davran. Onun dostluğuna ne kadar önem verdiğimi anlatamam sana.”
“Onunla yeni mi tanıştınız?”
“Evet yeni tanıştık.”
“Demek bunun için geçen kış onu göremedim. Ne iş yapıyor?”
“Asıl konusu doğal bitimler… Ama, bilmediği şey yok. ileride doktorasını da yapacak.”
Nikolay Petroviç: “Ya! Demek tıp fakültesinde?” dedi. Bir an sustu. Sonra elini uzatarak: “Pyotr, bu gelenler bizim köylüler galiba, öyle değil mi?” diyerek gösterdi.
Pyotr efendisinin gösterdiği yöne baktı. Dar köy yolun…
“Babalar ve Oğullar/ Turgenyev” için 4 yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıBabalar ve Oğullar/ Turgenyev
- Sayfa Sayısı335
- Yazarİvan Sergeyeviç Turgenyev
- ISBN9789750504105
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2006
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- O Yazın Tanrısı ~ Ralf Rothmann
O Yazın Tanrısı
Ralf Rothmann
1945 kışı. On iki yaşındaki Luisa ailesiyle birlikte bir Nazi subayı olan eniştesinin çiftliğinde, görece korunmalı koşullarda sona yaklaşan savaşın bitmesini beklemekte, günlerini kitap...
- Yüzleşme ~ Juliette Fay
Yüzleşme
Juliette Fay
Dana Stellgarten’ın boşanmasının üzerinden bir yıl geçmiş ve işler gittikçe zorlaşmıştır. Yedi yaşındaki oğlu, babasının yokluğuyla öfkeli ve huysuz bir çocuğa dönüşmüştür. Kızı Morgan’ın...
- Issız Adanın Kralı ~ Michael Morpurgo
Issız Adanın Kralı
Michael Morpurgo
“Günlerin geçmesini bekleyerek hayatı harcayamazsın. Hayat, yaşamak içindir.” Savaş Atı, Tekboynuzlara İnanıyorum, Kelebek Aslanı ve Kayıp Zamanlar kitaplarından tanıdığımız dünyaca ünlü İngiliz yazar Michael Morpurgo’dan, 2000 ‘Red House Çocuk Kitapları’ ve 2001 ‘Prix Sorcières...
hiç begenmedm
çok begenmedm
çok terbiyesiz okuduguma pişman oldum
Onyargılı ciddi ciddi okudugum tek roman mukemmel otesı