Turgenyev’in başyapıtı sayılan Babalar ve Oğullar, dünya edebiyatının en önemli klasik eserlerindendir. Turgenyev, geleneksel değerlerin tümünü karşısına alana, kızgın genç adam, nihilist Bazarov karakteri ile “kuşak çatışması”nı eserin merkezine koyar. Baba ile oğlun çatışması ekseninde yeni ile eskiyi, doğan ile ölmekte olanı, muhafazakârlıkla devrimciliği karşı karşıya getirir. Gerçekçilik akımının en iyi temsilcilerinden olan Turgenyev, babanın simgelediği kır kökenli muhafazakâr devrimciler arasındaki çatışma çerçevesinde Rus toplumundaki kırılma hatlarını başarıyla resmeder.
Oğullar
Yıl 1859. Mayıs’ın yirmisi. Sırtında kirli bir palto, ayağında kumaş bir pantolon, kırk yaşlarında bir beyefendi. Şosenin üzerindeki yolcu hanının alçak eşiğine çıktı. Yanakları dolgun, çenesinde beyazımtırak tüyler bulunan, küçük gözleri donuk donuk bakan genç uşağına seslendi:
– Piyotr! Daha görünmedi mi?
Kulağındaki parlak küpeden briyantin sürülmüş farklı renkteki saçlarına, son derece özenli davranışlarına kadar, her haliyle kendini kusursuz sayan, yeni kuşaktan olduğu her halinden belli olan uşak, etrafını küçümseyen bir tavırla, uzayıp giden yola baktı:
– Hayır efendim, görebildiğim yerlerde yok, dedi.
Beyefendi:
– Görebildiğin yerlerde yok ha, diye bir daha sordu.
Uşak tekrar cevap verdi:
– Yok efendim.
Beyefendi içini çekti. Yanındaki sıraya oturdu. Ayaklarını altına aldı. O, oturmaya devam ederken biz size onu tanıtalım.
Beyefendinin adı Nikolay Petroviç Kirsanov’dur. Hanın on beş kilometre ötesinde iki yüz kişilik bir köşkü, köylüyle hesaplaştıktan sonra kendisine kalan iki bin dönümlük bir çiftliği var. Babası 1812 savaşlarına katılmış, okuma-yazması yetersiz, kaba görünümlü ama iyi yürekli, devlete bağlı bir adamdı. Bütün ömrünce sürünmüş, sonunda bir alaya, bir tümene komutan olmuştu. Hep taşrada yaşamıştı. Rütbesi sayesinde mühim bir adam gibi yaşamıştı.
Petroviç, daha sonra anlatacağımız kardeşi Pavel gibi, Rusya’nın güney illerinden birinde doğmuştu. On dört yaşına kadar yetersiz öğretmenlerin, laubali kişilerin arasında yetişmişti. Annesi, Kolyazin soyundandı. Kız iken Agetha adını taşıyordu. General karısı olunca ise Agafokleya Kuzminişna Kirsanova adını almıştı. General hanımannelerden biri olmuştu. Başına süslü başlıklar geçirir, sırtına ipekli elbiseler giyerdi. Kilisede haçı herkesten önce o öperdi. Yüksek sesle konuşurdu. Çenesi düşük biriydi. Sabahları çocuklara el öptürür, geceleri onlara haç çıkararak kutsardı. Yani keyfine göre yaşardı.
Nikolay Petroviç, general oğlu olduğu halde pek cesaretli değildi. Hatta o kadar korkaktı ki, ödlek lakabını bile almıştı. Fakat, ağabeyi Pavel gibi orduya girmek zorunda kalmıştı. Atandığı yerin belli olduğu gün ayağını kırmış, iki ay yatmak zorunda kalmış, böylece ölünceye kadar hafif topal kalmıştı.
Nikolay’ın bu davranışından sonra babası, onunla uğraşmaktan vazgeçmiş, kendi başına kalmasına izin vermişti. On sekiz yaşını bitirdiği gün Petersburg’a götürmüş, bir üniversiteye yerleştirmişti. Ağabeyi de okuldan subay çıkmıştı. Muhafız alayında göreve başlamıştı. İki kardeş aynı evde kalmaya başlamışlardı. Annelerinin amcası ve bir devlet memuru olan İlya Kolyazin’in kontrolü altında yaşıyorlardı. Babaları tümenin başına, karısının yanına dönmüştü. Oğullarına bazen süslü yazılarla dolu, dört köşe kurşuni kâğıtlar gönderiyordu. Bu köşeli kâğıtların altına özene bezene kıvrımlı harflerle Tümgeneral Piyotr Kirsanov yazıyordu.
1835 yılında Nikaloy Petroviç, üniversiteden bir meslek sahibi olarak mezun olmuştu. O yıl General Kirsanov görevinde başarı sızlık yüzünden emekliye ayrılmıştı. Eşiyle birlikte oturmak üzere Petersburg’a gelmişti. Daha sonra Tavriçeskiy Parkı yanında bir ev kiralamıştı. İngiliz Kulübü’ne üye yazıldığı sırada birden kalp sektesinden ölmüştü. Agafokleya Kuzminişna da kocasının arkasından ölmüştü. Kadıncağız, şehir hayatına bir türlü alışamamış, sıkıcı hayat şartları onu bitirmişti.
Bu arada Nikolay Petroviç, daha annesiyle babası sağken, onlara epey üzüntü veren bir şey yapmış, oturduğu evin sahibi memur Prepolovenskiy’in kızına âşık olmuştu. Genç kız sevimli, kültürlü denilen kızlardandı. Dergilerin bilim köşelerinde çıkan ciddi yazıları okumaktan hoşlanırdı.
Nikolay Petroviç, yas süresi bitince onunla evlenmişti. Babasının yardımıyla girdiği Bayındırlık Bakanlığı’ndaki görevinden ayrılmıştı. Önce Orman Enstitüsü’nün yakınındaki yazlık evde, sonra şehirde temiz bir evde, sonunda da artık tamamen yerleştiği köyde güzel günler geçirmişti. Köye yerleştikten bir süre sonra oğlu Arkadiy doğmuştu.
Birbirleriyle iyi geçiniyorlar, gürültüsüz patırtısız yaşıyorlardı. Birbirlerinden nerdeyse hiç ayrılmıyorlardı. Birlikte kitap okuyorlar, birlikte piyano çalıyorlar, birlikte şarkı söylüyorlardı. Karısı çiçek yetiştiriyor, kuşlara bakıyordu. Petroviç ise ava çıkıyor ve çiftlik işleriyle uğraşıyordu. Küçük Arkadiy ise o güzel ortamda yetişiyor, serpilip boy atıyordu.
Bir rüya gibi geçti on yıl. 1847 yılında Nikolay Petroviç’in karısı öldü. Bu sıkıntıya zor da olsa dayanan Nikolay’ın birkaç hafta içinde saçları ağarmıştı. Derdini biraz da olsa unutmak için Avrupa’ya gidecek olduysa da 1848 yılı geldi çattı. Bunun üzerine istemeyerek köye döndü. Uzun bir süre dinlendikten sonra çiftlikte değişiklik yaparak kendini oyalamaya başladı.
1855 yılında Nikolay, oğlunu üniversiteye yerleştirmiş, Petersburg’da oğluyla üç kış geçirmiş, hiçbir yere gitmeden Arkadiy’in genç arkadaşlarıyla dost olmaya çalışmıştı. Son kış ise oğlunun yanına
gidememişti. Şimdi onu 1859 yılının Mayıs ayında, saçları ağarmış, biraz şişmanlamış, biraz kamburlaşmış bir şekilde görüyoruz. Kendisi gibi üniversiteden diploma almış oğlunu bekliyor.
Saygısızlık etmek istemeyen uşak, demir kapının önüne geçerek piposunu yakmıştı. Nikolay başını eğdi. Eski püskü basamaklara bakmaya başladı. Tombul, alaca bir civciv, sarı ayaklarını vurarak basamaklar üzerinde dolaşıyordu. Pis bir kadın parmaklığın üzerine yaslanmış, düşmanca bakıyordu. Kavurucu bir güneş vardı. Hanın yarı karanlık taşlığından çavdar ekmeği kokusu geliyordu.
Nikolay, hayallere dalmıştı. Zihninden hep aynı düşünce geçiyordu: “Oğlum! Arkadiy! Üniversiteden diploma almış!” Başka şeyler düşünmek için kendini zorluyordu ama, düşünceleri hep aynı yere saplanıyordu. Ölen karısını hatırladı. Üzüntüyle: “Bugünleri göremedi!” diye fısıldadı. Mavimtırak, tombul bir güvercin yola indi. Aceleyle gitti, kuyunun yanındaki birikintiden su içmeye başladı. Nikolay, ona bakmaya başladı. Bu arada, kulağına tekerlek sesleri geldi. Uşak kapının öbür yanından başını çıkardı:
– Galiba geliyorlar!
Nikolay Petroviç yerinden fırladı. Gözlerini yola dikti. Posta arabasına koşulmuş üç at gördü. Arabanın içinde bir üniversiteli, kasketinin siperliği ile bir yüz fark etti.
Nikolay Petroviç:
– Arkadiy! Arkadiy, diye bağırdı. Kollarını sallaya sallaya ileriye atıldı.
Birkaç dakika sonra Nikolay Petroviç, oğlunun tozlanmış, kirlenmiş, sakalsız yüzünü öpmeye başlamıştı.
Baba Oğul Buluşması
Arkadiy, babasının okşayışlarına neşeyle karşılık veriyordu. Biraz yorgun, biraz uykulu, yine de genç bir adama yakışır şekilde gür bir sesle:
– Müsaade et de üstümü başımı temizleyeyim, sevgili babacığım, diyordu. Elbiseni kirleteceğim.
Babası gülerek cevap verdi:
– Zararı yok, zararı yok!
Bir iki defa oğlunun paltosunun yakasına, bir iki defa da kendi paltosuna vurdu. Biraz geri çekildi:
– Kendini şöyle bir göster, kendini, dedi. Sonra da acele acele hana doğru yürüdü.
– Şuraya gidelim de atları koşsunlar.
Nikolay Petroviç oğlundan daha heyecanlı görünüyordu. Kendinden geçmiş gibiydi. Sanki bir şeyden korkuyordu. Arkadiy babasını durdurdu:
– İzin verirsen babacığım, seni arkadaşım Bazarov’la tanıştırayım. Mektuplarımda sık sık sözünü ettiğim arkadaşım. Nezaket gösterdi, misafirimiz olmayı kabul etti.
Nikolay Petroviç, sırtında uzun, püsküllü bir palto ile arabadan inen uzun boylu adama yaklaştı. Elini uzattı. Bazarov ise elini hemen uzatmamıştı. Nikolay Petroviç yine de onun kırmızı elini kuvvetlice sıktı.
Nikolay Petroviç:
– Bütün kalbimle memnun oldum, diye söze başladı. Bizi ziyaret etmek için gösterdiğiniz iyi niyetten ötürü teşekkür ederim. Adınızı, baba adınızı öğrenebilir miyim?
Bazarov, tembel ama erkekçe bir tavırla:
– Yevgeniy Vasiliyeviç, diye karşılık verdi. Paltosunun yakasını açtı. Nikolay Petroviç’e bütün yüzünü gösterdi.
Uzun boylu, zayıf yapılı, geniş alınlıydı. Burnunun üstü basık, ucu ise sivriydi. Yeşil gözleri sanki yüzünü aydınlatıyordu. Favorileri ise sarkıktı. Dudaklarında sakin bir gülümseyiş vardı. Kendine güvendiği, zeki olduğu bakışlarından belliydi.
Nikolay Petroviç:
– İnşaallah bizden sıkılmazsın, sayın Yevgeniy Vasiliyeviç, dedi.
Yevgeniy Vasiliyeviç Bazarov’un ince dudakları hafifçe titredi. Bir şey söylemeden kasketini kaldırdı. Kumrala çalan gür saçları gözünün önüne düşüyordu. Nikolay Petroviç yine oğluna döndü:
– Ne diyorsun Arkadiy atları koşalım mı, ha ne diyorsun? Yoksa dinlenmek mi istiyorsunuz?
– Evde dinleniriz. Söyle, atları koşsunlar.
Babası:
– Hemen şimdi, şimdi söylerim, dedi. Hey! Piyotr! İşitiyor musun? Çabuk olsunlar.
Piyotr, iyi yetiştirilmiş bir uşaktı. Küçük beyin elini öpmedi, yalnızca uzaktan eğilerek selamladı. Sonra da kapının arkasında kayboldu.
Arkadiy, hancı kadının maşrapayla getirdiği suyu içiyordu. Bazarov ise, piposunu yakmış, atların koşumlarını çözen arabacıya yaklaşmıştı.
Nikolay Petroviç ise mühim bir işle uğraşıyormuş gibi bir tavırla:
– Ben buraya faytonla geldim. Senin araban için üç at var. Yalnız, bizim fayton iki kişiliktir. Onun için arkadaşın…
Arabacı atları dışarı çıkarmıştı. Bazarov arabacıya doğru döndü:
– Haydi, hareket et bakalım kabasakal, dedi.
Orada bulunan, ellerini gocuğunun arka cebine sokmuş bir arabacı:
– İşitiyor musun Mityuha, beyefendi sana nasıl bir ad verdi? Gerçekten de kabasakalsın hani, dedi.
Mityuha yalnız kalpaklı başını salladı. Ter içinde kalan ortadaki atın dizginini çözdü.
Nikolay Petroviç:
– Daha çabuk, daha çabuk çocuklar, acele olun, diye bağırdı. Size bahşişler vereceğim.
Atlar birkaç dakika içinde hazırlanmıştı. Baba oğul faytona yerleştiler. Piyotr, arabacının yanına bindi. Bazarov ise arabaya binerek kafasını deri yastığa gömdü. İki araba da yola çıktı.
Yol Boyu Hasret Giderdiler
Nikolay Petroviç, oğlunun bir omzuna, bir dizine vurararak:
– Eh, artık üniversiteyi bitirdin. Şimdi de evimize döndün işte, diyordu. Kendi kendine “Şükürler olsun! Şükürler olsun!” diye söyleniyordu.
Bütün varlığını heyecan saran Arkadiy, içindeki çocuksu sevince rağmen konuşmayı günlük konulara getirmek istiyordu:
– Amcam nasıl? İyi mi, diye sordu.
– Amcan çok iyi. Benimle beraber seni karşılamaya gelmek istiyordu fakat, sanırım bir manisi çıktı.
Arkadiy babasına:
– Beni çok bekledin mi, diye sordu.
– Tabii. Aşağı yukarı beş saat.
– Benim temiz yürekli babacığım!
Arkadiy, çevik bir hareketle babasına dönerek onu yanağından öptü. Babası ise hafif hafif güldü.
– Sana öyle güzel bir at hazırladım ki, dedi. Göreceksin! Odanı da duvar kâğıtlarıyla kapladım.
– Bazarov’un yatacağı bir oda var mı?
– Ona da bir oda buluruz.
– Çok rica ederim babacığım, ona karşı iyi davran. Onun arkadaşlığına çok önem veriyorum.
– Onunla yeni mi tanıştın oğlum?
– Evet, yeni tanıştım.
– Demek bunun için geçen kış geldiğimde onu göremedim. Ne iş yapıyor?
– Asıl ilgi alanı doğal bilimler. Ama bilmediği şey yok. Doktora yapmayı düşünüyor.
Nikolay Petroviç:
– Tıp mezunu demek, dedi. Bir an sustu. Sonra elini karşı tarafa uzatarak:
– Piyotr, bu gelenler bizim köylüler mi, diye sordu.
Piyotr, beyefendinin gösterdiği tarafa baktı. Köyün dar yolundan atlı arabalar hızla geliyordu. Her arabada elbiselerinin önü açık iki adam oturuyordu.
Piyotr, efendisine cevap verdi:
– Evet efendim. Doğru söylüyorsunuz.
– Nereye gidiyorlar Piyotr. Şehre mi acaba?
Piyotr, adamları küçümseyen bir tavırla:
– Şehre gidiyorlar belli ki. Meyhaneye, diyerek yanındaki arabacının da tasdik etmesini bekliyormuş gibi hafifçe ona doğru eğildi. Fakat adam kımıldamadı bile. Ne de olsa arabacı eski kafalı bir adamdı.
Nikolay Petroviç oğluna dönerek anlatmaya başladı:
– Bu yıl köylülerle başım dertte. Paylarına düşeni ödemiyorlar. Ne yaparsın?
– Gündelikle çalıştırdıklarından memnun musun bari?
Petroviç dişlerini sıkarak şöyle dedi:
– Evet, fakat onları da kışkırtıyorlar. Felaket burada! Gerçek bir çaba da göstermiyorlar. Aletleri bozuyorlar. Yine de toprağı iyi sürüyorlar. Hele bir buğdayı öğütelim, o zaman unumuz da olacak. İşe bak, sen çiftlik işleriyle mi ilgileniyorsun?
Arkadiy son soruya cevap vermeden:
– İşin kötü yanı şu ki, bizim buralarda hiç gölge yok, dedi. Babası
ise:
– Evin kuzey tarafındaki balkona büyük bir güneşlik gerdirdim. Artık yemekleri açık havada yiyebiliriz, diye gölgeliği anlattı.
– Yazlığa çıkmış gibi olacağız demek! Neyse, bunlar boş şeyler. Ama burada ne güzel hava var! Her bir taraf ne tatlı kokuyor! Bana öyle geliyor ki, dünyanın hiçbir yerinde buralardaki güzel kokular yoktur! Bir de buralardan gökyüzü de…
Arkadiy birden durdu. Yan yan arkaya baktı ve sustu. Nikolay Petroviç:
– Sana burada her şey bambaşka görünecek elbette. Çünkü sen burada doğdun, dedi.
– Hayır babacığım, şurada burada doğmanın önemi yok.
– Fakat…
– Evet, bir önemi yok.
Nikolay Petroviç oğluna yan yan baktı. Araba beş yüz metre daha yol aldı. Ondan sonra konuşmaya yeniden başladılar. Nikolay Petroviç:
– Sana yazdığımı hatırlamıyorum, ama senin yaşlı dadın, Yego-rovna öldü.
– Ciddi mi söylüyorsun? Zavallı dadıcığım! Ya Prokofyiç’e ne oldu?
– O henüz sağ. Daha hiç değişmedi. Hâlâ geveze. Maryino’da da öyle pek bir değişiklik bulamayacaksın.
– Aynı kâhya mı duruyor?
– Kâhyayı değiştirdim. Kölelikten kurtulanları evde tutmamaya, onları sorumluluk isteyen işlerde kullanmamaya karar verdim.
Arkadiy, gözleriyle Piyotr’u işaret etti. Babası ise alçak sesle onu anlatmaya başladı:
– Evet, artık o da serbest. Ama o uşaktı. Şimdiki kâhyam şehirden geldi. İşten iyi anlayan bir delikanlı. Ona yılda iki yüz elli ruble ücret veriyorum.
Babası bunu söyledikten sonra, eliyle alnını, kaşlarını ovdu. Bu onun için utangaçlık işaretiydi.
– Biraz önce Meryino’da pek bir değişiklik bulamayacağını söylemiştim ama bu doğru değil. Sana söylemek zorunda olduğum bir şey var. Her ne kadar da…
Bir an durdu. Sonra sözlerine Fransızca devam etti:
– Aşırı derecede kurallara bağlı bir ahlakçı benim bu samimiliğimi yersiz bulabilir fakat, bu işi gizlemeye imkan yok. Sen de bilirsin ki, benim baba-oğul ilişkileri konusunda birtakım kendime özgü düşüncelerim var. Şunu da hemen söyleyeyim ki, beni suçlarsan sana hak veririm. Çünkü, benim yaşımda bir adam… Yani ki… O kız… Onun hakkında bir şeyler duymuşsundur.
Arkadiy ilgisiz bir şekilde:
– Feniçka mı, diye sordu. Babasının yüzü kızardı:
– Lütfen, adını bu kadar yüksek sesle söyleme! Şey, evet. O artık benimle kalıyor. Yanıma aldım onu. Neyse, bütün bunları değiştirmek elimizde.
– Baba lütfen! Neden değiştirecekmişiz?
– Oğlum! Arkadaşın bizde misafir kalacak. Ayıp olur.
– Bazarov için bunları düşünme. O böyle şeylerle uğraşmaz.
Nikolay Petroviç kendi kendine söylendi:
– Sonra sen de varsın. İşin kötüsü o daire pek de iyi değil.
– Baba, rica ederim böyle konuşma. Özür diliyor gibisin. Utanıyor musun yoksa?
Nikolay Petroviç, daha da kızararak cevap verdi:
– Elbette utanmalıyım.
Oğlu şefkatli bir bakışla gülümsedi:
– Babacığım, yeter. Çok rica ederim yeter!
Kendi kendine konuşarak:
– Ne diye özür diliyor sanki, diyordu.
O temiz yürekli, yumuşak huylu babasına karşı, içinde sebebini bilemediği bir üstünlük duygusuyla karışık bir anlayış ve şefkat duydu. Kendisinin okuduğunu, bu gibi duygulardan kurtulduğunu düşününce elinde olmadan sevindi.
– Rica ederim baba, devam etme.
Nikolay Petroviç, hâlâ alnını ovuyordu. Parmaklarının altından Arkadiy’e baktı. Yüreğine bir iğne saplanır gibi oldu. Bu sefer kendini suçladı. Kısa bir süre sustuktan sonra konuşmaya devam etti:
– İşte bizim tarlalar! Buradan itibaren bizim!
Arkadiy de:
– Şu ilerdeki de bizim koru galiba. Öyle değil mi, diye sordu.
– Bizim koru evet. Fakat, ben orayı sattım. Bu yıl kesecekler.
– Niçin sattın orayı baba?
– Paraya ihtiyacım vardı. Bu topraklar zaten köylülere verilecekti.
– Sana paylarını ödemeyen köylülere mi?
– Orasını kendileri bilir. Günün birinde elbette öderler.
Arkadiy:
– Ormana yazık, dedi. Etrafına bakınmaya başladı.
Geçtikleri yerlerin tabii güzelliği pek yoktu. Ufuklara kadar uzanan, bazen tekrar alçalan tarlalar uzanıp gidiyordu. Bazı yerlerde pek büyük olmayan ormanlar, Katerina zamanında yapılmış resimlerde olduğu gibi kıvrıla kıvrıla giden seyrek, bodur fundalarla örtülü dere yatakları… Kıyıları oyulmuş dereler… Sığ yataklı küçücük çaylar… Çoğu yarıya kadar kaplanmış, kara damların altında küçücük izbeleriyle minik köyler… Buğday öğütülen ambarcıklar… Tuğladan yapılmış, kiminin sıvası dökülmüş, kiminin haçları bir tarafa eğilmiş, yıkık mezarlıkları bulunan ahşap kiliseler görünüyordu.
Arkadiy gittikçe sıkılmaya başlamıştı. Rastladıkları köylülerin üstleri başları sanki mahsusmuş gibi yırtık pırtıktı. Zayıf zayıf atlara binmişlerdi. Yolun iki tarafında kabukları sıyrılmış, dalları kırılmış ağaçlar da kötü elbiseli dilenciler gibi duruyordu. Korkunç bir varlığın yırtıcı pençesinden kurtulmuş gibiydiler. O zayıf atların hali fırtınalı kış günlerinin ayazını hatırlatıyordu.
– Hayır, bu ülke hiç de zengin değil. Ne işlenmişliği, ne de bolluğu var. Bu böyle kalamaz! Kalamaz! Kesinlikle değişmeli. Fakat bunları nasıl yapmalı? İşe nereden başlamalı?
Arkadiy böyle düşünüyordu. O öyle düşünürken mevsim bildiğini okuyordu. Etrafta her şey altın rengiyle karışık bir yeşile bürünüyor, ağaçlar, fundalar, otlar… yumuşak yumuşak dalgalanıyor, ılık rüzgârın hafif nefesi altında titriyordu. Her yerde bitip tükenmez şırıltılar halinde ırmakların kusursuz sesleri duyuluyor… Tarla kuşları tarlaların üzerinde dönüp duruyor… Seke seke dolaşıyorlar… Küme halinde uçuşuyorlar… Yeni boy atan buğdayların tatlı yeşilliği içinde, göze güzel görünen karaltılar halinde geziniyor, hafifçe beyazlaşan başakların içinde kayboluyorlar… Arada bir dalga dalga hafif sisli tarlaların içinde kafaları görünüyordu.
Arkadiy bakıyor, bakıyor… Düşünceleri yavaş yavaş kuvvetini kaybediyor, sonra da tamamen dağılıyordu. Üzerindeki paltosunu atarak babasına neşeli neşeli baktı. O kadar çocuksu görünmüştü ki, babası oğlunu yeniden kucakladı:
– Artık pek uzak değil. Hele şu tepeye çıkalım, evimizi görürüz. Güzel günlerimiz geçecek seninle. Arkaşa! Bana çiftlik işlerinde de yardım edersin, sıkılmazsan tabii. Şimdi birbirimizi iyice tanımalıyız. Öyle değil mi Arkaşa?
Arkadiy:
– Elbette, dedi. Bugün hava ne kadar da güzel!
– Senin gelişinin şerefine yavrucuğum. Evet, bugün en parlak gün. Sırası gelmişken söyleyeyim: Ben Puşkin’le aynı doğrultuda düşünüyorum. Hatırlıyor musun Yevgeniy Onyegin’in dediğini:
“Gelişin ne hazindir bana Ey sevgi çağı, ey bahar Ne kadar…”
Arabadan Bazarov’un sesi duyuldu:
– Akadiy! Bana kibrit gönderir misin? Pipomu yakacak bir şey bulamadım.
Nikolay Petroviç sustu. Babasını şaşkın şaşkın dinlemeye başlayan Arkadiy cebinden aceleyle bir kibrit çıkarıp gönderdi.
Bazarov tekrar:
– Bir sigara ister misin, diye sordu.
Arkadiy:
– Gönder, diye karşılık verdi.
Piyotr faytona döndü. Arkadiy’e kibrit kutusu ile kalın bir sigara uzattı.
Hemen yaktı sigarayı Arkadiy. Etrafı sert, keskin, küflü bir tütün kokusu kapladı. Ömründe hiç tütün içmemiş olan Nikolay Petroviç, kokuyu duymamak için burnunu öbür tarafa çeviriyordu, ama oğlunu gücendirmemek için bunu belli etmemeye çalışıyordu. Yarım saat sonra iki araba, kırmızı saçla kaplı, yeni ahşaptan yapılmış bir evin önünde durdu. Yeni köy idi burası. Köylüler ise buraya “yoksul çiftlik” adını vermişlerdi.
Oğul, Babanın Evinde
Uşaklar, beyleri karşılamak için kalabalık halde dışarı çıkmadılar. Sadece on iki yaşlarında bir kız çocuğu göründü, arkasından da Piyotr’a çok benzeyen bir delikanlı, Pavel Petroviç Kirsanov’un özel uşağı çıktı.
Uşak konuşmadan faytonun kapısını açtı. Kapalı arabanın da düğmelerini çözdü.
Petroviç, oğlu ve Bazarov karanlık salondan geçtiler. Salon aralığından genç bir kadının yüzü görünüp kayboldu. Yeni tarzda döşenmiş bir misafir odasına girdiler.
Nikolay Petroviç kasketini çıkarıp saçlarını silkeledi:
– İşte evimize geldik, dedi. Artık yemek yiyip dinlenmeliyiz.
Bazarov gerindi:
– Yemek yesek hakikaten iyi olur, diyerek kendini divanın üzerine bıraktı.
Nikolay Petroviç, hiçbir gereği yokken ayağını yere vurdu.
– Hemen yemek yiyelim. Hemen sofraya oturalım. İşte Prokofyiç de geldi.
Odaya altmış yaşlarında ak saçlı, zayıf, esmer bir adam girdi. Sırtında madeni düğmeli, kahverengi bir elbise, boynunda da pembe bir mendil vardı. Gülümseyerek Arkadiy’e yaklaştı. Elini öptü. Misafire ise eğilerek selam verdi. Sonra geri geri kapıya yaklaştı. Ellerini arkadan bağlayıp orada durdu.
Nikolay Petroviç:
– İşte oğlumuz geldi Prokofyiç, diye söze başladı. Dönüp dolaşıp bize geldi işte. Söyle bakalım oğlumuzu nasıl buldun?
Yaşlı adam:
– İyi gördüm efendim. Çok iyi, diyerek gülümsedi. Hemen sonra gür kaşlarını çatarak:
– Sofrayı kuralım mı, diye sordu.
– Tabii. Hemen lütfen. Ama daha önce odanıza gitmek ister misiniz Yevgeniy Vasilyiç Bazarov?
Yevgeniy Vasilyiç Bazarov:
– Teşekkür ederim. Sağ olun, dedi. Odada bir işim yok. Yalnız şu eşyalarımı oraya taşımalarını emrederseniz…
Bazarov üzerinden paltosunu çıkardı.
– Prokofyiç, bayın paltosunu alsana!
Prokofyiç, şaşırmış gibi, Bazarov’un “Benim partallarım!” dediği paltosunu aldı. Paltonun yakasından tutup, ayaklarının ucuna basarak uzaklaştı.
– Arkadiy, sen odana gitmek ister misin?
Arkadiy:
– Tabii. Üstümü başımı temizleyeyim, diyerek kapıya doğru yürüdü.
Bu arada içeriye orta boylu, sırtında koyu renkli İngiliz takım elbisesi, boynunda modaya uygun kısa bir boyunbağı, ayağında rugan yarım çizmelerle biri girdi. Bu Arkadiy’in amcası Pavel Petroviç’di. Görünüşe bakılırsa kırk beş yaşlarında vardı. Kısa kestirilmiş, ağarmış saçlarının gümüş gibi donuk bir parıltısı vardı. Yüzü kuruydu fakat
buruşuk değildi. Yüz çizgileri şaşılacak kadar düzgündü. İnce bir kalemle çizilmiş gibi tertemizdi. Gençliğinde çok yakışıklı olduğu belliydi. Yüzünde hâlâ o eski güzelliğinin izleri vardı. Badem biçimli, ışıklı gözleri çok güzeldi. Bu zarif adam delikanlılığındaki gibi dimdik duruyordu. Hâlâ büyümek istiyormuş gibi bir hâli vardı. İnsan bu eğilimini yirmi yaşlarında yitirir, fakat bu adam böyle değildi.
Pavel Petroviç pantolonunun cebinden uzun pembe tırnaklı güzel elini çıkardı. Kol kapağının beyazı, elini daha da güzel gösteriyordu. Elini yeğenine uzattı. Önce yeğeniyle Avrupalılar gibi tokalaştı, sonra Rus usûlü ile güzel kokulu bıyıklarını yanaklarına değdirerek öpüştü.
– Hoş geldin yeğenim, dedi.
Nikolay Petroviç, onu oğlunun arkadaşı Bazarov’la tanıştırdı. Pavel Petroviç, o çevik vücudunu hafifçe eğdi. Dudaklarında hafif bir gülümseyiş belirdi. Fakat ona elini uzatmadı. Elini tekrar cebine soktu. Sonra nazik bir tavırla, kulağa hoş gelen bir ses tonuyla konuşmaya başladı:
– Artık bugün gelmezsiniz sanıyordum. Yolda bir şey mi oldu yoksa?
Arkadiy:
– Hiçbir şey olmadı. Laf olsun diye oyalandık. Bu yüzden de kurtlar gibi acıktık. Prokofyiç’e söyle de çabuk olsun. Ben şimdi geliyorum.
Bazarov oturduğu yerden birden fırlayarak:
– Ben de geliyorum, dedi.
İki genç odadan çıktılar. Pavel Petroviç:
– Bu kim, diye sordu.
– Arkaşa’nın bir arkadaşıymış. Söylediğine göre çok zeki biriymiş.
– Bizde mi kalacak?
– Tabii.
– O uzun saçlıyı burada misafir edeceksin demek?
– Tabii, dedim ya.
Pavel Petroviç tırnaklarını masanın üzerine vurarak:
– Bana öyle geliyor ki, Arkadiy kendine gelmiş. Eve dönmesine sevindim.
Yemekte çok konuşmadılar. Bazarov neredeyse hiç konuşmadı. Çok yemek yedi. Nikolay Petroviç, çiftlik hayatından çeşitli hadiseler anlattı. Hükümetin yakında alacağı tedbirlerden, komitelerden, milletvekillerinden, makine satın alma zorunluluğu gibi konulardan bahsetti.
Pavel Petroviç, yemek odasında bir aşağı bir yukarı dolaşıyordu. O hiçbir zaman akşam yemeği yemezdi. Arada bir kadehten bir yudum alıyor, bazen bir şeyler söylüyor, “ya, daha, maşaallah, hınğ” gibi garip sesler çıkarıyordu.
Arkadiy, Petersburg’da olup bitenlerle ilgili birkaç haber verdi. İçinde biraz çekingenlik vardı. Çocukluk çağından yeni çıkıp da kendini daima bir çocuk olarak gören insanların arasına düşmüş her genç böyle bir çekingenlik duyar. Arkadiy “beybaba” kelimesini kullanmamaya çalışıyordu. Hatta bir keresinde onun yerine “peder bey” kelimesini kullandı. Bu sözü bile zor söylemişti. Bu arada, kadehini iyice doldurdu. Sonra son damlasına kadar içti. Prokofyiç ise gözlerini ondan ayırmıyor, sadece bir şeyler mırıldanıp duruyordu.
Akşam yemeğinden sonra dağıldılar.
* * *
Bazarov, sırtına sabahlığı giyinmiş, Arkadiy’in yatağının baş ucuna oturmuş, sigarasını içiyordu:
– Amcan kafadan azıcık sakat, dedi. O ne şıklık! Allah Allah! Hele tırnakları! Ne tırnak öyle! O tırnaklar sergiye bile çıkar!
Arkadiy:
– Ne yaparsın! Biliyor musun, o gençliğinde ne kurttu? Sana bir gün onun hikâyesini anlatırım. O kadar yakışıklıydı ki!
– Bak hele! Demek eski hatıraları yaşatmak istiyor? Ne yazık ki, burada baştan çıkaracağı kimse yok. Hep ona baktım: O ne garip yakalıklar… Taş gibi. Çenesini bile ne kadar itinayla tıraş etmiş. Bunlar gülünç şeyler değil mi Arkadiy Nikolaviç?
– Öyledir belki. Amcam, doğrusunu söylemek gerekirse iyi adamdır.
– Tarih öncesinden kalmış bir varlık! Baban ise gerçekten sevimli biri. Şiir okumakla vaktini boşa harcıyor. Çiftçilikten pek anlamıyor-dur ama iyi kalpli bir adamdır.
– Babam, altın değerinde bir adama benziyor.
– Çekingen bir tavır takındığını fark ettin mi?
Arkadiy, sanki kendisi hiç çekingenlik duymamış gibi başını salladı. Bazarov:
– Bu yaşlı romantik insanlar ne tuhaf, dedi. Sinirlerini bozacak kadar gererler. E… Sonra da denge bozulur elbette. Her neyse, iyi geceler. Benim odada yüz yıkamak için İngiliz usûlü bir lavabo var, fakat odanın kapısı kapanmıyor. Ne yaparsın! İngiliz usûlü lavabo yapımını teşvik etmeli. Bu da kalkınma, değil mi?
Bazarov odasına gitti.
Arkadiy bütün varlığını saran bir sevinç içindeydi. İnsanın doğup büyüdüğü evde, çok iyi bildiği bir yatağın üzerinde, sevilen ellerin hazırladığı yorganın altında uykuya dalması ne güzel şeydi! O yorganı yapan eller belki de dadının o şefkatli, acımasını bilen, o yorulmaz elleriydi.
Arkadiy, Yegorovna’yı andı. İçini çekti. Ruhunun, öbür dünyada, huzur içinde olmasını diledi.
Arkadiy de Bazarov da çabucak uykunun şefkatli kollarına bırakmışlardı kendilerini. Evin içindeki öbür insanlar uzun bir süre uyuyamadılar.
Oğlunun dönüşü Nikolay Petroviç’i heyecanlandırmıştı. Yatağa uzanmıştı, ama mumu söndürmemiş, dirseğini yastığa koyarak başını eline dayamış, derin derin düşünmeye başlamıştı.
Ağabeyi Pavel Petroviç ise, kendi çalışma odasında geniş bir koltuğa kurularak gece yarısından çok sonraya kadar taşkömürünün hafif hafif yandığı ocağın karşısında oturmuştu.
Pavel Petroviç ise soyunmamıştı. Ayağına çizme yerine Çinlilerin giydiği şıpıdık terlikler giymişti. Elinde Galignani’nin son sayısı vardı ama okumuyordu. Maviye çalan ocağın alevine bakıp bakıp dalıyordu.
Zihninden ne düşünceler geçiyordu kim bilir! Hep geçmişi düşünüyordu. Yüzünde dikkatinin bir konuya toplandığını belli eden gergin, üzgün bir ifade vardı. İnsanın zihni yalnız anılarla uğraştığı zaman yüzünde bu ifade olurdu.
Aradaki küçük odada ise, büyük sandığın üzerinde, sırtında mavi bir hırka, beyaz bir mendille koyu saçları bağlanmış genç bir bayan oturuyordu. Zaman zaman etrafına kulak kabartıyor, zaman zaman uyukluyor, arada bir de öbür yanından bir çocuk karyolasının göründüğü, uyuyan bir çocuğun tek düze soluyuşunun duyulduğu açık kapıyı görüyordu. Bu kadın Feniçka’ydı.
Çılgın Bir Adam
Ertesi sabah, Bazarov, herkesten erken uyanıp evden çıktı. Etrafına şöyle bir bakınıp:
– Burası da öyle güzel bir yer değilmiş, diye düşündü.
Nikolay Petroviç, köylülerle hesaplaşırken, yeni çiftliğine ancak
bir dönüm arazi ayırabilmişti. Buraya bir ev, çalıştırdığı adamlara barınacak bir yer, bir çiftlik binası yapmış, bahçesini düzenlemiş, bir göl yaptırmış, iki de kuyu kazdırmıştı. Fakat, bahçedeki fidanlar iyi tutmamıştı. Gölde ise çok az su toplanmıştı. Kuyulardaki su da acıydı. Kameriyedeki akasyalarla leylaklar etrafa dal budak salmıştı. Burada bazen yemek yiyip, çay içiyorlardı.
Bazarov, birkaç dakika içinde bahçenin her tarafını dolaştı. İki çocukla da hemen ahbap olmuştu. Hatta çocuklarla, çiftlikten bir kilometre uzakta bulunan bir bataklığa, kurbağa toplamaya gitmişti.
Çocuklardan biri:
– Bey, kurbağaları ne yapacaksın, diye sordu.
Bazarov, kendinden aşağı düzeyde olan insanlara pek yüz vermediği halde onlarda bir güven hissi uyandırırdı.
– Ne yapacağımı sana söyleyeyim. Kurbağayı alıp ortasından yararım. Sonra içindekilere bakarım. Aslında sen de ben de birer kurbağa…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Dünya Klasikleri Roman (Yabancı)
- Kitap AdıBabalar ve Oğullar
- Sayfa Sayısı288
- YazarIvan Sergeyeviç Turgenyev
- ÇevirmenRecep Şükrü Güngör
- ISBN9799756870562
- Boyutlar, Kapak13,5 X 19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviAntik Yayınları / 2008
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Berta Isla ~ Javier Marías
Berta Isla
Javier Marías
Berta Isla ile Tomás Nevinson çok genç yaşta tanışır Madrid’de, kısa süre sonra da hayatlarını birlikte geçirmeye karar verirler, ne ki ilişkilerinin önce kesintili...
- Yardımcı ~ Robert Walser
Yardımcı
Robert Walser
Tek bir söz bile, zihnimi şiddetli ve gaddar bir karmaşa içine sürükleyebiliyor ve bu sözümona minicik ve önemsiz şeyin düşüncesi giderek tüm benliğimi tepeden...
- Savaş ve Savaş ~ Laszlo Krasznahorkai
Savaş ve Savaş
Laszlo Krasznahorkai
Macaristan’daki bir kasabada arşivcilik yapan Korin, sıradan belgelerin içinde eski bir elyazması keşfeder. Savaştan kaçmak isterken bir başka savaşa yakalanan dört arkadaşın efsanevi hikâyesini...