Yaşamla ölüm arasında gidip gelen bir kadın…
İşini kaybetmiş, yeni doğan oğluna bakmaya çalışan bir adam…
Bir hayat kurmak uzun zaman alabilir, ancak bunu mahvetmek yalnızca birkaç dakikanın işidir. Gary ile Molly, her çift gibi karşılaşırlar ve kısa sürede ruh eşi olduklarını anlayıp coşkuyla birbirlerine sarılırlar. Güzel Molly, Gary’nin içinde bir ateş yakmıştır ve Gary, onun geçmişi nedeniyle çektiği acıları yatıştırmaktadır. Bir aile kurmak ikisinin de en çok istedikleri şeydir ve Molly, büyük bir sevinçle hamile olduğunu öğrenir.
Doğum yapmak üzere hastaneye gittiğinde, işler ciddi anlamda kötüye gitmeye başlar. Gary, sadece birkaç hafta içinde, yeni doğmuş bir bebek ve ödemenin mümkün olmadığı bir yığın tedavi masrafıyla baş başa kalır. Yardıma muhtaç ve çaresiz bir halde Molly’nin uzun zamandır konuşmadığı kız kardeşi Suzanne’ı arar.
Oğluna olan sevgisi, zorluklara tek başına göğüs germesi için yeterli olacak mıdır?
Buhrandaki genç bir ailenin sürükleyici öyküsü.”
-The Boston Globe-
“Sabırsızlıkla Jane Hamilton ya da Sue Miller kitaplarını bekleyen okuyucular Caroline Leavitt’ten de aynı tadı alacaklardır.”
-Katherine Weber-, The Music Lesson kitabının yazarı.
“Dokunaklı… Leavitt, incelikli bir karakter dağılımı hayal ediyor.”
-The Washington Post-
“Okuyucuları son sayfaya kadar kendine bağlayan, aile sevgisi ve hayatlarımıza yavaşça saldıran trajediler hakkında yürek burkan bir eser.”
-Philadelphia Inquirer-
“Leavitt’in başkarakterlerine olan bağlılığı… Hikâyeye mutlak bir çekim gücü kazandırıyor.”
-The New Yorker-
“İnsan doğası, Caroline Leavitt’in gözünden kaçmaz. İnsanları, onların korkularını, yanılgılarını ve hayatlarına getirdikleri yenilikleri iyi tanıyor ve bunları bizlere basitçe aktarıyor.”
-Jacquelyn Mitchard-
GİRİŞ
Gary ve bebek, Tastee Diner’da oturuyorlardı. Otis yalnızca üç haftalıktı ve yumuşak, mavi şeritli bir örtüye sarılı halde Gary’nin kucağında yatıyordu. Otis’in tüm bildikleri; kırmızı suni deri kaplı koltuklar, genellikle Patsy Cline ve Dolly Parton gibi country bir şeyler çalan arkadaki müzik kutusundan gelen yumuşak, bulanık sesler, Gary ve tam üç gündür Molly’di. Gary kendine, şimdiye kadar sadece üç gün,diye hatırlattı. Şimdiye kadar.Gary her gece aynı şeyleri sipariş ediyordu; sade kahve ve Otis’in biberonunu ısıtmak için bir fincan sıcak su. Otis her gece yeni bir giysi içindeydi. Bugün üzerinde mavi ve gri fitiller ve ona denk şapka ve pandufları vardı. Günde dört kez üzeri değiştiriliyordu çünkü her şeyini tükürük, mama ve salya ile baştan aşağı ıslatıyordu. Giysi tedariki sonsuz olduğundan bunun pek de bir önemi yoktu. Her gün postayla, gümüş rengi kâğıtlarla paketlenmiş, kurdelelerle bağlanmış, onlara şans dileyen; adlarına dua eden kartlarla düğümlenmiş hediyeler geliyordu. Otis, Gary üzerine her ne giydirirse giydirsin fevkalade görünüyordu. Şeritler, puantiyeler ve Gary’nin favorisi olan minik, kırmızı, üzerinde şarkı söyleyen siyah Elvis Presley figürleri olan süveter. Küçük bir inci kadar pürüzsüzdü ve şimdiden Gary’ninkiler gibi siyah bir saç tutamı, Molly’ninkiler gibi kocaman barut rengi gözleri vardı. Kirpikleri o kadar uzundu ki yanaklarında solgun gölgeler bırakıyordu.Otis bu dünyada yeniydi, yine de Gary’nin bilgece baktığını düşündüğü gözleri, ona bebekle sanki eşitlermiş gibi konuşmasının tamamen yerinde olduğunu hissettiriyordu.
Yüzünü aşağıya eğip temiz, pudralı kokuyu soluyarak, “Eh, benim yerimde olsaydın sen ne yapardın?” diye sordu. Otis, ona ciddiyetle şöyle bir baktıktan sonra, derin derin esnedi. Gary’nin komşusu, haftada üç kez kiliseye giden son derece dindar bir kadın olan Emma Thorton, ona tam bir bilirkişi edasıyla bebeklerin bu dünyaya her şeyi bilerek geldiklerini söylemişti. “Fakat dünya gitgide onlara bu bilgiyi unutturur,” diye ısrar etmişti. “Gizemli, üzücü bir şeydir bu.”Gary bunun üzerine gülmüştü. “Belki de dünya bunu unutturmalı, yoksa çıldırırlar.” demiş ve sonrasında Emma yüzünü nahoş bir şekilde buruşturduğunda muğlak bir utanç duymuştu.“Bu bir şaka değil,” demişti Emma. “Bu gerçek. Çocukların dilini konuşabilseydik neler öğrenirdik, kim bilir? ‘Ve onları küçük bir çocuk güdecek.’ Ne de olsa İsa böyle buyurmuş. İncil’de böyle yazılı. Bu bir gerçek.” Gary kafasını salladı, ama bunun doğru olup olmadığını artık bilmek istemiyordu. Tanrı. Evren. Bir düzen arıyor ama bulamıyordu. Daha kendi hayatı bir çerçeveye sahip değilken, hiçbir şey ona anlamlı gelmezken bunu nasıl yapabilirdi?Gary bir zamanlar evli bir çiftle arkadaşlık etmişti, kızları Stella’yı kendinden daha radikal olan hiçbir şeye inanmamak üzere eğitmiş iki ateist. Noel Baba yoktu. Paskalya Tavşanı yoktu. Ve kesinlikle, sırf bir şeylere anlam verilebilsin diye var denilen bir tanrı da yoktu. Stella beş yaşında, hardal rengi gür bukleleriyle zeki, sevimli bir kızken Gary ona, “Pekâlâ, artık büyük bir kız olduğuna göre, bebek olmakla ilgili en çok özlediğin şey nedir, söyle bakalım?” diye sormuştu. Bütün yetişkinler, Stella parıldayan düşünceli gözlerle Gary’ye dikkatle bakarken bekleşiyorlardı.“Tanrı’yla konuşmayı özlüyorum.” demişti sonunda Stella, sözlerine vurgu yapmak için kafasını sallayarak.“Affedersin?” demişti Stella’nın annesi şaşkınlık içinde, ama Stella elbisesinin kenarını yolmak ve buklelerini nemli parmağıyla bükmekle meşguldü. “Kiminle konuşuyorsun?” diye bir kez daha sormuştu annesi, ama Stella ağzının olduğu tarafa doğru parmağını şaklatmış ve “Gıt-gıt-gıdak yumurtam sıcak!” diye şakımıştı. O zamanlar Gary, Stella’nın ve annesinin cevabının gülünç olduğunu düşünmüştü. Oysa şimdi birazcık farklı düşünüyordu. Eğer Stella’nın ebeveynlerinden biri olsaydı, onun bu cevabının kendi hayatını bir anlığına durduracağını düşünüyordu. Çark etmiş olurdu. Bir şekilde değişmiş olurdu.Gary asimile olmuş bir Yahudi’ydi, ama sadece neler olabileceğini görmek için bile dindarlığı denemeye gönüllü olurdu. Neler olacağını asla bilemezsin, diye içinden geçirdi ve bu, hayatın neresinde olduğuna bağlı olarak seni rahatlatabileceği gibi, işkence de çektirebilecek bir deyimdi.
Gary neye inandığını bilmiyordu, ancak şu sıralar herhangi bir şeyi denemeye hazırdı. Onu neyin etkisi altına aldığını da bilmiyordu, fakat dün, mavi kottan yapılmış kangurusu içindeki Otis ile; tam kalbine yaslanmış o yumuşacık, sağlam kütle ile beraber biraz daha mama almak için bakkala giderken bir kiliseye girmişti. Kilisenin içi derin, koyu renkli tahtadan yapılmış banklar, göz kamaştırıcı vitraylar ve yontulmuş İsa, Meryem ve çıkaramadığı birkaç aziz heykeli ile doluydu. Hiç kimse yoktu. İçeri girer girmez, adımları cilalı döşemede yankılanırken, aklına adeta bir feryat gibi anidenMolly gelivermişti. Tavandaki resimlere, altın ve beyaz renkli pamuksu bulutlarla kaplanmış meleklere bakarak en arka sıraya oturmuş ve oturduğu anda, hiçbir duayı bilmediğini fark etmişti. Lütfen, söylemeyi akıl edebildiği tek şey buydu. Ve bunun yeterli olup olmadığını, herhangi bir gücü ya da ağırlığı olup olmadığını bilmiyordu. Otis yavaş yavaş kıpırdanmaya başlıyor, yuvarlak, nemli ağzı hareket ediyordu; elleri kendilerinden dilek dilenen minik yıldızlar kadar mükemmeldi. Gary, “Hey,” dedikten sonra eğilerek oğlunu öptü. Onu ne kadar öperse öpsün, yine de yeterli olmadığını hissediyordu. Onun dokunuşuyla sarhoş oluyordu adeta. Bebeğin temiz kokusunu seviyor ve kendini Otis’in boynunu, yuvarlak göbeğini, kafasını, ellerini koklamaktan alamıyordu. Gary, Otis’i bir kez daha öptü ve saatine baktı. Tam üç gün boyunca Molly’nin kalbinin üzerinde yatırılmış, tam üç gün boyunca emzirilmiş olan oğlunu, besleme vaktiydi. Etrafına bakınarak Otis’in biberonunu ısıtmak için bir fincan sıcak su daha isteyebileceği bir garson aradı.Garsonları artık tanıyordu. Üzerinde yazan isimlerin gerçek değil de, o yere bir bütünlük ve daha enerjik bir hava vermesi için her birine sonradan verilen isimler olduğundan şüphelendiği saat şeklindeki isim rozetlerine bakması gerekmiyordu. Doreena. Darla. Donna. Ve en sevdiği isim, en sevdiği garson, yeni biri; Patsylu. Patsylu uzun ve inceydi; yeşil gölgeli gözleri, siyah, kadife bir lastikle arkadan toplanmış yapay sarı saçları ve Otis’e karşı zayıf bir noktası olan bir kadındı. Bebeği, “Ah, seni gidi üzümlü kek!” diye seviyordu.
Yanlarından kayıp geçerken her seferinde Otis’in saçlarını geriye doğru okşuyordu ve Gary ellerini yıkadıklarından emin olmadan hiç kimsenin yeni doğmuş bir bebeğe dokunmasına izin verilmemesi gerektiğini bildiği halde ona ve oğluna bu kadar nazik davranmış birini eleştirmeye yüreği yoktu. Patsylu siparişleri daha onun söylemesine fırsat vermeden yeniliyordu. Her zaman gülümsüyor ve asla, tek bir soru bile sormuyordu. Nerelisin? Buralarda tanıdığın var mı? Niçin buraya geldin? Ne istiyorsun? Her şeyi, diye düşündü Gary. Sahip olduklarımı, yani her şeyi.Patsylu bu gece, elinde yumurtalarla çıkageldi. “Bunları kendim yaptım,” derken sesi alçak, yumuşak ve ahenkli birmüzik gibi hoştu. “Ocağı bile temizledim, yani üzerlerinde bir damla bile domuz yağı yok.” Gary ona gülümsedi ve yüzünün makyajını temizleyip, saçlarını doğal rengine döndürdüğü takdirde sevimli bir kadın olabileceğini düşündü. Hayatı o kadar arapsaçına dönmüştü ki, işleri basite almak şu sıralar yegâne hayat görüşüydü. Patsylu, koluna hafifçe vurarak emredercesine, “Yiyorsun,” dedi. “Bunları yiyorsun ve günün geri kalanında protein için endişe etmen gerekmiyor.” Neşeli, parlak kırmızı, kenarında çiçekli desenler olan tabağı masaya koydu. Yumurtalar sarı, kalın parçalar oluşturacak şekilde, tam da Gary’nin sevdiği gibi, fazla pişirilmişti. Gary, kalın öğütülmüş karabiberle beneklenmiş ve maydanozlarla dallanmış yumurtaların en azından birazını yemek için elinden geleni yapacak; geri kalanını tabağın kenarlarına iterek –ilkokulda öğrendiği bir hileydi iyi iş çıkarmış gibi gösterecekti. Biberonu Patsylu’ya vererek, yatıştırmak için bir eliyle Otis’i pışpışlamaya başladı. Oğlunun sabit nabzını ve hâlâ akıp gitmekte olan geç saati hissediyordu. İşe aldığı yatılı bebek bakıcısı Gerta’nın eve gittiğinde ona nasıl çıkışacağını tahmin edebiliyordu: “Yeni doğmuş bir bebeği gece dışarı çıkaramazsın, senin derdin ne?”Patsylu, içinde Otis’in biberonu olan bir fincan sıcak suyla geri döndü. Kafasını tabağa doğru sallayarak, “Bundan daha fazlasını yemelisin. Beslenme konusunu iyice düşünmen gerekiyor, siz artık bir ailesiniz,” dedi ve fincanı masaya koyup diğer bir masaya yöneldi.
Bir aile. Tanrım. Bir yetim olarak, aile hakkında kendisinin tek başına olduğu dışında hiçbir şey bilmiyordu. Kendi ebeveynleri hakkında tek bildiği şey, onu büyüten Pearl teyzesinin anlattığı hikâyelerdi. Pearl, öğretmen emeklisi kocasının sosyal sigortası ve aylığı ile geçinen dosdoğru, sert bir kadındı ve Gary’nin onu sevdiği kadar severdi Gary’yi. Ona, “Emeklilik yıllarımı seninle paylaşıyorum,” demişti. “Bir arada yaşayan yaşlı bir kadın ve küçük bir çocuktan daha iyi ne olabilir?” Pearl’ün yalancı elmastan bir tokayla tutturduğu kar beyazı saçları vardı. Okyanus renklerinde, saten gibi pürüzsüz ve parlak kıyafetler giyerdi ve Gary’nin ne isterse onu giymesine izin verirdi. Kendisi gidip artık gözlerine girdiğini söyleyene kadar Gary’nin saçlarını kesmezdi. Gary’yi severdi. Birlikte oyun ve filmlere giderlerdi; Gary’ye kekler ve kurabiyeler yapardı ve geceleri ona hikâyeler anlatırdı, bazıları ebeveynleri hakkında olan hikâyeler. “Seninkiler oldukça hırçın insanlardı,” demişti. “Kalplerinde birbirlerinden ve senden başkasına yer yoktu.”Gary’de onların fotoğrafları vardı, annesinin yüzü solgun olmasına rağmen aydınlık bir hali vardı, şeker sarısı saçları bir çiçekle tutturulmuştu ya da omuzlarından aşağıya kayıyordu. Bir fotoğrafta, Gary’nin en sevdiğinde, annesi bir elini güneşe siper etmek için havaya kaldırmıştı, ama ona sanki kendisine sesleniyormuş gibi geliyordu. Sanki onu, buraya gel, buraya gel, buraya bana doğru gel, diye çağırıyormuş gibiydi. Babası kaygan, koyu renkli saçları ve dişlek gülüşü ile ince ve uzun bir adamdı. Her zaman takım elbiseler, kravatlar ve şık bir açıyla yerleştirilmiş fötr şapkalar giyerdi. Ayakkabıları parlaktı ve parmakları, onları sanki bir müziğe ritim tutarak şaklatıyormuş gibi gözüküyordu. Pearl, Gary’ye ailesinin onu her yere götürdüğünü söylemişti; restoranlar, filmler ve süpermarketlere, hatta basketbol oyunları, rulet masaları ve gecesahilde yapılan yürüyüşlere bile. “Altın gibi değerliydin,” demişti Pearl. “Bir kutu patlamış mısır kadar da portatif.” Onu, öldükleri gün de yanlarına almışlardı.Mutfak alışverişi yapmışlar, kahverengi yiyecek paketleri taşıyorlardı, belki akşam yemeği için özel bir şeyler, belki de çikolatalı kek, istiridye ya da yarı kaliteli bir şişe şarap gibi romantik bir şeylerdi. Gary’yi mavi bebek arabasında taşıyorlardı ve yağmur yağmaya başlamıştı. Hava birden şimşeklerle aydınlanmıştı, gök gürlüyordu. Ebeveynleri bebek arabası ve yiyeceklerle boğuşuyorlardı. Kahverengi torbalar yırtılıyor ve yiyecekler ıslak zemine dökülüyordu. Bebek arabası ve Gary’yi apartmanlarının önündeki dik merdivenden yukarı çıkarmaya çalışıyorlardı ki en sonunda, kendilerini toparlayabilmek için onu arabanın içinden almaya karar vermiş olmalıydılar. Arabaları, krem rengiyle süslenmiş turkuaz bir Plymouth, evin önüne park edilmişti ve Gary’yi ön koltukların üzerine yatırıp kapıyı kapatarak yağmurdan saklamışlardı. Yalnızca bir anlığına. Yalnızca onu korumak için. Ve sonra altındaki yiyecekleri almak ve arabayı katlamak için ikisi birden ellerini bebek arabasına atmışlardı, yanlış olan tek şey, parlak metalden yapılmış saplara tam da yıldırımla aynı anda dokunmuş olmalarıydı. “Garip kaza,” demişti Pearl, Gary olanları hayal etmeye çalışırken onu kollarında sallayıp saçlarını okşayarak. Hayatın kıvılcımı ile ateşi. Görkemli, ani cızırtısı. Gary’yi düşünmüşler miydi; dönüp birbirlerine mi bakmışlardı, yoksa bütün olan bitenin süratli şokundan başka hiçbir şey düşünmemişler miydi? Hemencecik ölmüşlerdi, ama Gary arabaya çarpan yağmurun sesi ile sakinleşip, orada iki saat kadar uyuklamıştı. Annesi ile babasını ve sonunda kusursuzca uyumakta olan Gary’yi bulmak, kırmızı lastik botları ve ördek resimli şemsiyesi olmadan evine koşarken oradan geçen bir komşu çocuğuna düşmüştü.Gary’nin fotoğrafları vardı fakat anılardan yoksundu. Pearl dört yıl önce ölmüştü, şimdi ise Molly ve Otis sahip olduğu bütün aileydi. Sahip olduğu, diye mırıldandı. Şimdiki zaman. Sahip. Kendini hışırdayan yapraklar gibi hissediyordu. “Bütün bunların üzerine biraz dondurmaya ne dersin?” dedi Patsylu. “Şeftalimiz var, bir haziran günü kadar taze.” Gary, “Ah, birazı için neler vermezdim,” demeye yeltendi ama sonra vazgeçti. Bu kadar basit bir sözcük öbeğini söyleyememişti. Bu, ona kendini sanki hayatından bir katman çekilip alınmış gibi hissettirmişti. Her daim korku içindeydi. Ve sürekli, şimdi ne olacak? diye düşünüp duruyordu.
Ama sorun şu ki, Molly’nin nesi olduğunu hiç kimse bilmiyordu. Otis’i normal doğum ile dünyaya getirmek üzere hastaneye yatmıştı ve üç hafta içinde beş operasyona, daha sonra da iki kez ölüm tehlikesine rağmen bugün hâlâ kimse neler olduğunu bilmiyordu. Onu anestezi ile uyutuyorlardı, bu nedenle ona ne olduğunu hissedemiyordu. Bazen Molly’yi görmeye gittiğinde onun, Gary’yi değil günlerce, aylarca gibi gelen bir süredir, gerçekte her daim orada olsa bile, görmediği çin onu terk ettiğini ya da öldüğünü hayal edip etmediğini merak ediyordu. “Hayatım,” diye sesleniyordu. Molly’nin gözleri hafifçe titreşip yeniden kapanıyor; onu görmüyor, duymuyordu. Sanki aralarında onları ayıran bir duvar var gibiydi, bir bulabilse çıplak elleriyle yıkacağı bir duvar.“Sonrası için biraz kek paketleyeceğim,” dedi Patsylu aniden. “Böylece daha sonra tatlı bir şeyler yiyebilirsin.”
Gary Patsylu’ya her zamanki gibi fazladan bahşişle ödeme yaparak Otis’i kollarına sardı. “Güle güle, tatlım,” dedi Patsylu. Bir an için Gary, kızın bunu kendisine mi yoksa bebeğe mi söylediğini anlayamamıştı. Otis’e dikkat ederek ön kapıyı açtı ve mevsim normallerine uymayan, ısıran soğuğa adım attı.
BÖLÜM 1 ∑
Gary Breyer ilk kez, Molly’ye Tastee Diner’da âşık olmuştu. O kadar kolay âşık olan bir adam değildi fakat her zaman öyle olduğunu umardı. İnsanlar ona oldum olası zeki ve komik biri olduğunu söylerlerdi ve kendisinin pek de iyi görünümlü olduğunu düşünmese de kendisini son derece şaşırtan bir şekilde kadınlar, onu yakışıklı bulurdu. Onun gür kirpiklerine, ceketinin yakalarından içeri süzülen dalgalı, karmakarışık siyah saçlarına dokunurlardı. Oduncu gömlekler, paçavra tişörtler, solmuş kot pantolonlar ve konçlu spor ayakkabılardan oluşan baştan savma giyim tarzını çekici ve çocuksu bulurlardı.Hemen hemen her zaman bir sevgilisi olmuştu: birlikte çalıştığı fotoğrafçılar, bir konserde tanıştığı bir viyolonselist, antibiyotik reçetesini temin eden bir eczacı ve hatta her gece ellerine, pamuklu beyaz eldivenlerini giymeden önce soğuk bir krem tabakası süren bir el modeli. Bazen kadınlar ona âşık olurdu, bazen kendisi de onlara karşılık verirdi fakat sonunda hiçbiri uzun süremeden ilişkileri yavaşça sonlanırdı ve neden böyle olduğunu bir türlü anlayamamıştı. Kız arkadaşları ona fazla gergin ve hararetli olduğunu, bazen de yeteri kadar gergin ve hararetli olmadığını söylerlerdi. “Birbirimize uygun değiliz, hepsi bu,” demişti son kız arkadaşı Emily, onu terk edip Utah’ta kayak malzemesi satan, birbirlerine son derece uygun olduklarına kanaat getirdiği eski erkek arkadaşına dönmeden iki gün önce. Bazen de kendisi bir ilişkiyi bitiren taraf olurdu. Bir keresinde bir hemşireye olan aşkı tamamen bitmişti çünkü kız, hisleri hakkında konuşmaktan nefret ediyordu. Bir kitap editörünün iki haftalık bir iş gezisinden dönüşünde ise birdenbire onu özlemediğini fark etmiş ve onunla görüşmeyi kesmişti. Gary, sanki aşk bir şekilde asla ona uğramayan bir mevsimmiş gibi müthiş bir hüzün ve dur durak bilmeyen bir özlem duymaya başlamıştı. Kendini meşgul etmeye çalışırdı. Brooklyn’deki Treasures Press’te kitap kapakları tasarlamak gibi çok sevdiği bir işi vardı ve uzun süre boyunca ya da geceleri geç saatlere kadar çalışmayı dert etmezdi. Kitabevlerinden ve sinema salonlarından çıkmazdı ve ona şükran günleri, Noeller ya da yılbaşlarında evlerini açan bir arkadaş çevresi vardı. Fakat kendisi ve çevresindekilerin yirmili yaşları otuzlarına göz kırpmaya başlayıp biraz daha yaşlandıklarında, arkadaşları yavaş yavaş evlenip çocuk sahibi olmaya başlamışlardı. Her birinin düğünleri için smokinler kiralamış, şereflerine kadeh kaldırırken akıcı ve eğlenceli konuşmalar yapmış ve nedimelerle cesurca flört etmiş, hatta zaman içinde vaftizlere, doğum günlerine, küçük, yağcı ufaklıkların onu Gary Amca diye çağırdıkları kutlamalara katılmaya başlamıştı. Amca. Aile.
Evet, öyleydi, ancak yine de öyle değildi. Arkadaşları ondan ve Chelsea dolaylarından uzaklara, hatta bazen tamamen New York dışına taşınmaya başladıklarında onlarla gittikçe daha az görüşmeye başlamış, sonrasında ise arkadaşlarının konuşmaları Gary’nin çıkaramadığı insan ve yer isimleri ile baharatlanmış ve bazen çocukları onun kim olduğunu bile hatırlayamaz olmuşlardı. Kendini arkadaşlarının hayatlarını kıskanmaktan alıkoyamıyordu. Gary, evli dostu Bob’ın Massachusetts’teki mutfağında kerpiç tuğladan yapılmış fayanslara dayanarak Bob ve karısı Rayanna’nın yemek yaptıkları sırada birbirlerine kaşıklarla sataşırken, her kaşık darbesinin son derece mahrem bir eyleme dönüşmesini izlemiş ve kendini bir röntgenci gibi hissetmişti. Ithaca’da, daha önce birlikte çalışıp arkadaş olduğu reklam yazarı Allan ve kız arkadaşı Peggy ile sinemaya gitmiş, fakat kendi elleri ceplerinin derinliklerinde, yalnız başına yürürken onlarınkiler bir arada durmuştu. Arkadaşları, bazen nasıl da sessizleştiğini görüp onu hayatlarına dahil etmeye çalışmışlar, ona hoşlanacağını düşündükleri kadınların numaralarını vermişler, havada romantizm yaratmaya çalışmışlardı. “Belki de çok şey istiyorsun,” diye fikrini beyan etmişti Allan en nihayetinde. “Belki biraz daha gerçekçi olmalısın. Mucizeler ummaktan vazgeç.”Gary kendini yorgun hissetmeye, kendine huzur ve yalnızlığın o kadar da kötü şeyler olmadığını, bir insanın yalnızca kendisi eşliğinde de mutlu olabileceğini söylemeye başlamıştı. Arabasını değişik yerlere sürerek keşfe çıkmaya ve akşam yemeklerini tesadüfen rastladığı ufak, siyah ve metalik renklerin hâkim olduğu Tastee adlı balık istifi bir New Jersey lokantasında yemeye başlamıştı. Tastee, krom masaları ve yumuşak, suni deriden kabinleri olan bir yerdi. İçeride karşı duvarın çeyreğini işgal eden, döner bir neon saat vardı. İçerisi oldukça kalabalıktı ve beyaz önlükleri belleri etrafına bağlanmış ve isim rozetleri göğüslerine iğnelenmiş halde ortalıkta koşuşturan dört bayan garson vardı. Orta yaşlarda, göğsündeki rozette Donna yazan sarışın bir garson kafasını arkaya doğru sallayarak, “Bugün baharatlı patates kızartması çok iyi,” diye ısrar etti. “Pekâlâ. Ah, ve bir de kahve,” dedi Gary. Glen Campbell müzik kutusundan, ilçe bünyesinde çalışan bir demiryolu işçisi olmanın zorlukları hakkında bir şeyler mırıldanıyordu. Bu, Gary’nin sevdiğini itiraf etmekten utandığı bayağı şarkılardan biriydi. Gary geriye dönerek bir kabine oturdu ve etrafı süzmeye başladı. Salonda birçok aile vardı; çocuklarının yüzlerini peçeteyle temizlemeye çalışırken daha da kirleten anneler, arkalarına yaslanmış, ciddi bir şekilde, gözlerini deviren ya da boş boş uzayın derinliklerine dalmış ergen kızlarıyla konuşan takım elbiseli babalar. Ayrıca birkaç tane çift, yaşı geçkin kadınlardan oluşan birkaç grup ve orada, arkalarda yalnız başına çorbasını içen, Gary’nin o ana kadar gördüğü en güzel kadın.Ateşli düğümlerden oluşan saçları sırtından sarmallar halinde dökülüyordu. Burnunun üzerinde adeta bir takımyıldızı oluşturan nokta nokta çilleri, küçük uçlu çenesi ve barut kadar aydınlık ve gri gözleri vardı. Beyaz gömleği ona bir beden büyük gibi görünüyordu, altındaki beyaz kazağın dirsek kısmında bir sökük ve sol ayağındaki konçlu spor ayakkabının ucunda mavi bir boya lekesi vardı. Masanın üzerine kıvrılmıştı. Bir eli çenesini kavramış, diğeri büyük bir açlıkla okuduğu kitabın üzerindeydi. Çorbasını, gözünü sayfadan bir an olsun ayırmadan, kaşığını yavaşça ağzına doğru götürerek körlemesine içiyordu. Gary, onun okumayı seviyor olmasından, okurken evde yalnız başınaymış gibi görünmesinden hoşlanmıştı. Onun, sanki yanında bir erkek ya da bir başka kız olmayışı bir eksiklikmiş gibi davranmayıp, kendi başına iyiden iyiye eğleniyor olmasından da hoşlanmıştı. Onu, kendisi için bir fırsat olup olmadığını görmek için bekleyerek, bir an için seyre daldı. Fakat kadın yukarı bakmadı ve kızartmaları masasına ulaşınca dikkatini onlara yöneltti. Kendine, kadının evli olabileceğini hatırlattı. Parmağında bir yüzük görememişti fakat bu hiçbir şey ifade etmezdi. Şu sıralar âşık olabilirdi ya da bir sonraki uçakla Fransa’ya uçuyor olabilirdi. Biberle ve sarımsakla tatlandırılmış kızartmadan yedi, iştah kabartıcıydı ve bir anda kurt gibi acıkmıştı. Çatalına birkaç kızartma daha sapladı. Hemen yanında, birbirinin aynı mavi balıkçı kazakları ve kot pantolonlarıyla iki ergen ayağa kalktı ve eski bir Bruce Springsteen parçasına eşlik ederek yavaşça dans etmeye başladı. Kollarını birbirlerinin boynuna dolayarak, dar geçidi işgal etmişlerdi. Garsonlardan biri inişli çıkışlı bir çan sesi çıkararak gülüyordu. “Buradan geçmek zorundayım, çocuklar,” diyerek yanlarından dolaşıp onları birbirlerine daha da yaklaştırdı. Gary çocukların salınmalarını, bütün o hararet, enerji ve körpe sevgiyi, bütün o umudu ve gayeyi izledi ve sonra, kendine engel olamayarak kızıl saçlı kadına bir bakış daha fırlattı. Kadın, okurken yarı gülümser halde bir sayfa çevirdi; o kadar derin düşüncelere dalmıştı ki, gömleğinin kolunun çorba kâsesine daldığını ve dirseğinde titrek, sulu bir yıldız şekli bıraktığını fark etmemişti. Gary kendi kendine sırıttı. Onu bir saniye daha izleme isteğine karşı koyamadı ve ansızın kendisi için de bir kitap, belki bir eskiz bloknotu diledi. Bir dahaki sefere, dedi kendi kendine.Bir kızartma daha kaptı. Bu kadında ne olduğunu anlayamamıştı, neden ona her baktığında, onun her hareketiyle havada bir değişim, bir elektrik hissettiğini bilmiyordu. Bu çok gülünçtü. Onun kim olduğunu, ne iş yaptığını, zeki, eğlenceli ya da birazcık olsun ilgi çekici olup olmadığını, kısaca hakkındaki hiçbir şeyi bilmiyordu. Huysuz ya da psikozlu biri olabilirdi. Bir düz cam tabakası kadar basit de olabilirdi. Ne okuduğunu göremiyor olsa da, onu bu kadar kendine bağlayıp ona olan ilgisini fark etmemesini sağlayan kitabın bir klasik ya da yeni çıkmış fakat iyi bir şeyler, hiç değilse ünlü birinin hayat hikâyesi veya dehşetli bir True Crime* romanından başka herhangi bir şey olmasını umar gibiydi. * True Crime, kurgusal olmayan, aksine; genellikle politik suikastlar, herkesçe bilinen fakat çözüme ulaşamamış cinayetler ve ünlü kişilerin ölümleri gibi gerçek olayların detay ve örgülerini inceleyen edebi tür. (Çev.)…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı) Tüm Kitaplar
- Kitap AdıBaba
- Sayfa Sayısı396
- YazarCaroline Leavitt
- ISBN9786055358075
- Boyutlar, Kapak14x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviEphesus / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Deniz Katedrali ~ Ildefonso Falcones
Deniz Katedrali
Ildefonso Falcones
14. yüzyıl İspanyasında feodal beyinden kaçan bir serf. Kıtlık, veba ve yasak bir aşk… Şehrin büyük bir özveriyle inşaatında çalıştığı Deniz Katedrali’nin gölgesinde, özgürlüğünü...
- Sondan Başlıyoruz ~ Chris Whitaker
Sondan Başlıyoruz
Chris Whitaker
Yılın En İyi Cinayet Romanı GUARDIAN • WATERSTONES • MIRROR • EXPRESS Kaliforniya’da okyanus manzarasına bakan yamaçlarda, sakin bir kasaba. Duchess Day Radley, tutunamamış...
- Yedi Gece ~ Anna Campbell
Yedi Gece
Anna Campbell
Yedi gün, yedi gece. Tutku uğruna nelerden vazgeçebilirsiniz? Sidonie Forsyhte’ın, kumarbaz kız kardeşinin hayatını kurtarabilmesi için yapabileceği tek bir şey vardı: Craven Kalesi’nin duvarlarının...