Kızıl Serap’ın devamı olarak kurgulanan Ayten’de, bu defa anne Ayten ile kızı Ayten’in İstanbul’dan Paris’e uzanan hayatları konu edilir. Cumhuriyet’in ilanıyla hız kazanan modern hayata uyum sağlayan anne, kızını kendi ayakları üzerinde duracak donanımda ve özgür bir birey olarak yetiştirir. Babasız büyüyen genç kız, çeşitli sporlarla ve sanatsal faaliyetlerle ilgilenen, girdiği her ortamda ilgi gören fakat annesinin tecrübeleri dolayısıyla duygusal ilişkilere mesafeli duran eğitimli bir bireydir. Ancak Ayten’in Orhan Bey’le tanışması ve sonrasında meydana gelen olaylar, anne kızı sonu sürprizlere varan kaderlerine götürecektir.
Burhan Cahit Morkaya, romanda yarattığı eğitimli, sportif, kendine yeten, özgüvenli ve cinsiyet ayrımcılığına meydan okuyan güçlü kadın imajıyla birkaç kuşak Aytenlerin isim babası olmuştur. Ayten, Kızıl Serap’ın devamı olmasına rağmen ondan bağımsız olarak da okunabilir.
Birinci Bölüm Kalamış Koyu, 192*1 yazı … Gün karardı. Deniz duruldu. Kızgın güneş altında akşama kadar yaprakları ısınıp kıvrılan ağaçlardan baygın bir koku yayıldı. Ablam, bahçeyi altüst eden kızları çağırmak istedi. “Bırak eğlensinler abla,” dedim, “koşup eğlenmek onların hakkı. Ayten ile Yıldız yarın okullarına dönecekler. Sevgi yalnız olunca bahçeye bile inmiyor.” Onlar, ortadaki meydanda voleybol oynuyorlar. Yanımızdaki köşkün bizimkiler yaşında üç kızı var ki hepsi bir araya gelince uçan kuş ellerinden kurtulmuyor. On yedi on sekiz yaşlarında birbirinden afacan altı kız, şiddetli bir kasım fırtınasından daha tehlikelidir. Üç aylık tatilde koca bahçede dalı kırılmamış ağaç, saksısı devrilmemiş çiçek bırakmadılar. Hele zavallı erik ağaçları, tırtıllardan evvel onların hücumuna uğradı. Geçen gün eve taze balık getiren ihtiyar kayıkçı bile onlardan bahsederken, “Bu yaz Kalamış Koyu’na balık gelmez oldu Hanımefendi,” diyordu.
“Sizin küçük hanımlar akşam sabah denizi öyle tarıyorlar ki!..” Onların sabah akşam deniz banyoları da bir âlemdi. Turuncu, al deniz başlıklarıyla köşkün yanındaki arsadan açıldıkları zaman, yaygaraları bütün sahili doldururdu. Fenerbahçe ile Moda İskelesi’nin arası onlar için hususi bir deniz parçası gibiydi. Komşu Atıf Bey’in kızları, son zamanlarda, köşkün eski büyük kapılarını birbirine mıhlamak suretiyle kocaman bir de sal yapmışlardı. Sabahın saat yedisinden bire kadar narçiçeği renginde mayolarıyla bu salın üstünde, etrafında atlar, yüzer, sıçrar, dalar çıkar ve durmadan dinlenmeden haykırır, çağırır, güler ve eğlenirler. Bazen Fenerbahçe’den denize girip Moda İskelesi’ne çıkmak için yarış yaparlardı. O zaman elimizde dürbün, heyecanla onları takip ederdik. Bilmem neden, onların bol bol gevezelik ederek kahkahalar içinde yaptıkları bu yarış bize tehlikeli görünürdü. Mevsim henüz bitmedi.
Fakat onların tatili son buldu. Sevgi’den başka hepsi yarın okullarına dönecekler ve şüphe yok ki bizim de bu ıssızlaşan sahilin büyük bahçeli köşkünde işimiz kalmayacak. Çünkü onların kendi aralarında eğlenebilmeleri için yazı Kalamış’ta geçirdik. Eniştemin İzmir’de oluşu, Yeniköy’deki köşkün kiraya verilişi, ablamla bizi Anadolu sahilinin belki en güzel bir köşesi diyebileceğim Kalamış’a getirdi. Buraya gelişimiz kesinlikle çok iyi oldu. Kızlar denizden, bahçeden çok istifade ettiler. Gerçi burada daha başka eğlence de yok. Fakat ailece eğlenmek için çok müsait. Yazın bir iki defa Belvü’de1 müsamereler? verildi. Gittik lakin bilmem neden, ne biz ne de kızlar memnun kaldık. Böyle eğlencelerden en çok zevk alan, Sevgi’nin nişanlısı Ferit Kâmi Bey. O, böyle kalabalık eğlentileri hiç kaçırmıyor. Hatta geçen hafta içi Moda’da bir gazinoda verilen kır balosuna bile yapayalnız gitti. Sevgi’nin canını sıkan bu halleri, ben onun mesleğine düşkünlüğüne veriyorum. Ferit Kâmi genç ve girgin bir gazeteci… Her şeyden bahseder, herkesi tamamen, her yerde görünür, biraz geveze, az ciddi fakat terbiyeli ve samimi bir genç. Bütün hisleri henüz açılmamış. Fikirlerinde katılık yok.
Ben, başkaları için belki de kusur görünecek bu hallerini de mesleğine uygun görüyorum. Bir gazetecinin her gün aynı fikri taşıması kadar manasız şey olur mu? Fakat Sevgi, nişanlısının bu huylarından memnun değil; o, daha ziyade içli ve sakin bir hayat ister gibi görünüyor. Ortalık karardı. Bahçenin küme küme ağaçları gölge haline geldi. Ablamı, kızları merak ediyordu: “Sesler kesildi, nereye gittiler acaba?”
“Auf Bey’in kızlarını geçirmeye gitmişlerdir,” dedim. “Şimdi gelirler. Yarın onlar da İstanbul’a, okula gidecekler galiba.” Biz ellerimizdeki örgülerle balkondan içeri girerken bahçeden sesler gelmeye başladı: “Hu hu!” Bu, onların denizde birbirlerine seslenirken buldukları tuhaf bir işaret! Biraz da baykuş feryadına benzeyen bu garip işaretin manasını sorduğum zaman güldüler: “Manası yok ki, yalnız ‘hu hu’ diye haykırırken ses çok çıkıyor,” dediler. Bizimkilerin yaklaşan “hu hu”larına ötekilerin gittikçe uzaklaşan sesleri cevap veriyordu. Ablama, “Artık “hu hu lar da bitti. Haftaya biz de İstanbul’a döneriz,” dedim. O, son zamanlarda rahatını sever oldu.
Hatta kızların okullarına dönüşü onu memnun ediyordu. “Havalar düzgün gidiyor, hem biraz başımızı dinleriz a canım!” dedi. Bense evin bütün neşesini onların varlığında buluyordum. Onların sofra başında, birbirlerinin tabaklarından yemiş ve çörek kaparak yemek yiyişleri o kadar hoşuma gidiyordu ki! Nihayet üst baş toz toprak içinde gelebildiler. Yıldız’ın gömleği, çorapları parça parça; Ayten’in beyaz etekliği çamur içindeydi.
Gelir gelmez boynuma atıldı. “Bu öyle fena kız ki anne!” diye haykırıyordu. “Havuzun başındayken suya taş attı, sırsıklam oldum.” Öteki daha baskın görünmek istiyordu: “Vallahi teyze, bak bir kere üstüme başıma, yepyeni gömleğimi ne hale koydu! Kız değil atmaca!” İkisini birden haşladım: “Haydi, odalarınıza çıkın, temizle nin, yemek yiyeceğiz.” Sevgi, eski haşarılığına rağmen gittikçe sakin ve uysal bir genç kız oluyor. Belki de yeni nişanlı olması ona biraz ağırbaşlı görünme arzusu veriyor. Kesinlikle ötekilerin yanında o bir melek. Yernek onlarım gürültülü alaylarıyla, birbirlerine yaptıkları muzipliklerle geçti. Hele Ayten’le çetin bir iddiaya tutuşan Sevgi’nin komposto tabağına, Yıldız’ın bir avuç tuz atışı sofrayı altust etti. Ondan sonra da masanın üstünde, bizi sofradan ka- şırtan şiddetli bir çerçöp savaşı başladı. Kavun kabukları, üzüm çöpleri karşıdan karşıya kurşun gibi gidip geliyordu. Atacak bir şey bulamayınca bardaklardaki sulara sıra geldi. Nihayet yüz göz, üst baş sırsıklam yukarı kaçtılar.
Bilmern neden, onların bazen pek ileri giden bu çılgınlıkları bize ağır gelmiyor. Çünkü şeytanlıkla, muziplikle birdenbire kopan bu fırtınalardan sonra onları yine birbirleriyle içli dışlı gördükçe bizim hiddetlenip üzülmemizin manası kalmıyor. … Ağustosun son günleri. Ay, Kayışdağı tepelerinde. Ablam salondaki lambarın altında Yıldız’ın okul önlüklerini tamir ediyor. Yaramazlar, sabahtan beri denizde, bahçede gezip koşmaktan yorgun, birer yastık gibi yataklarına serdiler. Onların cibinliklerini sıkıştırıp balkona çıktım. Denizin iyot kokusu havayı tlik ve baygın bir nefes gibi yumuşatmış. Taze bir zeytin yaprağı rengi alan gökte büyük Ayçil bir gümüş parçası halinde yükselip yayılıyor. İnce örtüme sarımıp hasır koltuğa gömüldüm. Ayten yarın okuluna dönüyor. Onu görmek için artık hafta sonlarını beklemek lazım. Üç ay yanımda kalışına o kadar alıştıktan sonra, yeniden hafta sonlarını beklemek hana zor gelecek.
Fakat onu istediğim ve ümit ettiğim gibi yetiştirmek için böyle mahrumiyetlere tahammül ediyorum. Zaten okulda bir senesi kaldı. Onun düşünceleri ve hayatı için daha doğduğu gün verdiğim kararı, on altı yıl şaşmadan, tereddüt etrnelen, emniyetle takip ettim. Benim mahrum kaldığım saadeti ona kazandırmak için değil -çünkü kadere ve tesadüfe imanım vardırfakat benim hayali saadetler uğruna düştüğüm ıstırapları ona çektirmemek için hislerini ve düşüncelerini daha maddi, daha belirli hedeflere topladım. Ben onun yaşındayken aklımda yalnız aşk vardı.
Fakat onun kalbi ve dimağı o kadar dolu ki benim yıllarca arayıp bulamadığım aşk, çiçeklenmiş somut bir saadet halinde önünden geçse bile onu avlayamayacak. Bunu başarmadan evvel, doğduğu gün ona verdiğim Hicran ismini kendime aldım. Ben Ayten, tam üç uzun yıl mesut edici o mutlak sevginin izinde koştum. Samimiyetten ziyade gaflet diyeceğim bir özgüvenle daima hayal kırıklığına, kırgınlığa, nihayet istiraba giden bu hayat, ömrüm oldukça ümit ve teselli bulmam için bana bu kızı verdi. Onun hayatıma girmesiyle beraber, mutlak sevgiyi arayan ve bekleyen kalbimin bu masum arzuları son buldu. O zaman başımı çevirip yaşadığım hayata baktım.
Gözlerim karardı. Sevgileri, maddi arzularının tükendiği yerde biten üç erkeğin hayatına karışmıştım. Bu hayat, benim bütün dürüstlüğüme ve samimi arzularıma rağmen bir maceradan başka bir şey değildi. Halbuki ben başarmak; pürüzsüz, temiz bir aile köşesi kurmak için uğraştım. Tesadüfler, hadiseler bunu ayrılık acısı ve hayal kırıklığı dolu bir macera haline getirdi. O karamsarlık, o acıyla kızımın adını Hicran koydum. Fakat ne hakkım var? O, annesinin elemlerden, gafletlerden toplanmış tecrübelerini bilerek hayata girecek; annesinin onulmaz acılar dolu hayatını kendi sevinçleri, saadetleriyle dolduracak. Hayata böyle kalbi ve dimağı gönül arzularından başka emeller ve düşüncelerle dolu giren bir genç kıza kendi hayal kırıklıklarımın adını vermeye ne hakkım var? Hicran,1 benim yirmi yıllık ömrümdü.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı Roman (Yerli)
- Kitap AdıAyten
- Sayfa Sayısı240
- YazarBurhan Cahit Morkaya
- ISBN9786254296161
- Boyutlar, Kapak13x19,5, Karton Kapak
- Yayıneviİş Bankası Kültür Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Günahın Rengi ~ Ahmed Günbay Yıldız
Günahın Rengi
Ahmed Günbay Yıldız
Düşüncesizce işlenen bir günahın, nesillere sirayet eden yıkıcı öyküsü…
- Yaralı ~ Kahraman Tazeoğlu
Yaralı
Kahraman Tazeoğlu
Artık hatırlanmaya değecek kadar bile kalmadın. Seni unutmak hakkım! Unutkan biri değilimdir ama sen bende hatırlanacak hiçbir şey bırakmadın. Benim unutulmuşum olmak bile güzeldir,...
- Bozuk Saat ~ Irmak Zileli
Bozuk Saat
Irmak Zileli
Korkunun durmuş bir saate faydası yoktu! Nabzına atladığım an, yeni bir öfke patladı kulaklarımızda. İlkini aratmayacak şiddetteydi. Hani suya daldığınız anda, dünyayla aranıza tül...