Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Ayrı Dünyalar
Ayrı Dünyalar

Ayrı Dünyalar

Hüsnan Şeker

Dilşan ve Sinem… Farklı şehirlerde, farklı yaşamları olan iki kız. Bir gün iki farklı yaşamın yolları kesişti. İki “ayrı dünya” iç içe girdi ve birbirini…

Dilşan ve Sinem…
Farklı şehirlerde, farklı yaşamları olan iki kız. Bir gün iki farklı yaşamın yolları kesişti. İki “ayrı dünya” iç içe girdi ve birbirini tamamladı.

Kendinizden mutlaka bir şeyler bulacağınız, elinizden düşüremeyeceğiniz, iz bırakacak bir roman.

AYRI DÜNYALAR

Dilşan

Mine Anne, Küçükanne ya da her ne isen…
Nefret ediyorum…
Tek arkadaşım olan yalnızlıktan nefret ediyorum.
Şişmanlığımı gösteren aynalardan da nefret ediyorum.
Kızıyorum…
Bana şişko demene, arabesk takıldığımı söylemene çok kızıyorum.
Çok istememe karşın, bir türlü zayıflayamadığım
için kendime de kızıyorum.
İzmir gibi büyük bir kentte yaşamaktan nefret
ediyorum.
Büyükanneme, beni zorla senin yanına gönderdiği için çok kızıyorum.
Bir şeyleri ısırmak, çığlık atmak, haykırmak istiyorum…
Kırmak, dökmek, parçalamak, ayaklarımın altına alıp çiğnemek istiyorum…

Neyi, kimi, neden, niçin, diye sorma bana. Bilmiyorum… Bildiğim tek şey, çok öfkeli olduğum. Sana ölesiye kırgınım… Yine biliyorum ki bu mektubu okurken, “Öfke mi? Kırgınlık mı? Nankör çocuk!..” diye söylenecek, “Yediği önünde, yemediği ardındaydı,” diyeceksin. Ama hazırladığın yemekleri, yalnızlığımın yanına katık olarak verdiğini kabul etmeyeceksin. Boş odalarda hayalinle saklambaç oynadığımı, senin yerine hep yalnızlığı sobelediğimi asla bilmeyeceksin. Bugün evde yine yalnızım.

Sen yoksun… Dün de yalnızdım, yarın yine yalnız olacağım. Bütün gün televizyon izledim. Çok sıkıldım. Artık büyüdüğüm için ne saklambaç oynamak istedi canım, ne de körebe… Keşke okullar açık olsaydı. Okula gider, arkadaşlarımla konuşurdum. Yarı yıl dinlencesine girdiğimizden beri duvarlarla konuşmaktan; yaşlı teyzeler, amcalar gibi televizyonda gösterilen saçma sapan dizilerdeki karakterlerle kavga etmekten usandım.

Belki parka gidip biraz dolaşmak sıkıntılarımı dağıtır, diye düşündüm. Elimdeki televizyon kumandasıyla kanalları rastgele, son kez turlarken birden ilginç bir konu yakaladım. Çocuğu evden kaçan kadının biri, “Hiçbir şeyini eksik etmemiştik; yediği önünde, yemediği ardındaydı. Bize bunu neden yaptı?” diye burnunu çeke çeke ağlıyordu. Demek senin gibi, gençlere sadece yemek vermenin, üstüne giysi almanın yetebileceğini düşünen başka anneler de var. Programı izlemeye devam ettim. Kadının sessiz, içine kapanık bir oğlu varmış (benim gibi). On gün önce evden, okula karne almaya gidiyorum diye çıkmış, gidiş o gidiş… O günden sonra kendisinden haber alınamamış. Kadın yemin billah ediyor, iki gözü iki çeşme ağlayarak oğluna sesleniyor: “Evine dön oğlum!.. Karnendeki zayıf notlar hiç önemli değil. Sana kızmayacağız, ne ben ne de baban…”

Sunucu soruyor: “Oğlunuzla aranız nasıldı? İyi miydi?” Kadın burnunu silmek için başını, elindeki mendile indiriyor, fısıldar gibi, “Bizimle fazla konuşmazdı, ama aramızda bir sorun yoktu. İyi anlaşırdık,” diyor. Kılık kıyafetini gören, konuşmasını duyan, kadını bir şeye benzetemez. Cahil, yol yordam bilmiyor sanır. Ama kadın akıllı, hem de çok akıllı. Başını mendile indireceğine, mendili burnuna doğru kaldırsa yalan söylediğini tüm izleyenler anlayacak. Ana oğul çok iyi anlaşıyorlarmış (aynı bizim gibi). Duy da inanma! Oğlu fazla konuşmazmış… Kim bilir kaç kere derdini anlatmaya çalıştı da onlar dinlemedi (benim gibi). Belki de konuşmasına izin vermiyorlardı (senin gibi). Çocuğun dudakları, susa susa ailesiyle konuşmayı unutmuş olamaz mı? (benim gibi)

Gencecik yüreğinde kim bilir ne fırtınalar esiyordu (benim gibi). Sunucunun sorduğu soru da laf mı şimdi? Hangi aile, çocuğuna şiddet uyguladığını, işkence ettiğini itiraf eder ki… Şiddetin, işkencenin illa bedensel mi olması gerek? Siz büyükler, gençlerin duygularına, hayallerine, aşklarına, isteklerine, maddi manevi şiddet uygulamıyor musunuz? (Bu satırları okurken başını, hayır anlamında sağa, sola salladığını görür gibiyim.)

Her neyse… Ben kendi konuma döneyim. Televizyonda, içinde esen fırtınaları anlayamadığı için oğlunun, bilinmezlik denizinde yok olmasına neden olan annenin, ikide bir “Evine dön oğlum.” diye çağrı yapması, bana ev sözcüğünün anlamını düşündürdü. Çünkü sen de ne zaman bana kızsan, “Burası benim evim. Burada benim kurallarım geçer. Bunlara uymak zorundasın!” der, gözüme sokacakmış gibi, parmağını yüzüme doğru sallarsın. Sence ev ne işe yarar Küçükanne? İçinde yer, içer, uyursun… Soğuktan sıcaktan, yağmurdan doludan korunursun… Tepemde beni koruyan bir çatı var der, avunursun… Yalnız hiç düşünmediğin, unuttuğun bir şey var.

Evsiz denen kişileri televizyonlarda hep görürüz. Sen de görmüşsündür. Bu insanların, çatısı olan dört duvarları yoktur. Yine de sığındıkları bir deliğe, herhangi bir ağacın altına, yatağını serdiği yıkılmış bir evin duvar dibine, burası benim evim, diyebiliyor. Ama yuva?.. Benim hiç yuvam olmadı ki bileyim.

Sahi, yuva neye denir Mine Anne? Televizyonda izlediğim program bittikten sonra, ev ve yuva arasındaki bu ayrımı çok düşündüm. Senin bana sunduğun, dört duvardan oluşan bir evdi. Oysa ben, içimi ısıtacak, yüzümü güldürecek, beni yaşama bağlayacak bir yuva istiyordum. Bu yüzden, uygun bulduğum bir anda, seni ve “benim evim,” dediğin dört duvarını terk etmeye karar verdim. Bu kararı aldıktan sonra da okuduğun bu mektubu yazmaya başladım. Bilmeliydin… Seni neden terk ettiğimi, yıllardır içimde biriktirdiğim acıları, geceleri uykularımı kaçıran korkuları, gözlerimi kapatarak kurduğum hayallerin hepsini bilmeliydin. Edebiyat öğretmenimiz ders anlatırken sık sık, “Söz uçar, yazı kalır.” derdi. Sana olan duygularımı söyleseydim, gün gelecek hepsini unutacaktın.

Ama şimdi… Bu mektuba yazılan duygular uçup gitmeyecek, her biri silinmemek üzere kalbine yazılacak. Beni, uzun yıllar büyükannemin yanında unuttun. Bu mektubu okuduktan sonra beni unutamayacaksın. Biliyorum, senin beni anımsamaya hiç niyetin yoktu. Büyükannem o kadar ısrar etti ki dayanamadın. Yıllar sonra, liseyi büyük kentte okumam için beni yanına aldın. Almak zorundaydın, çünkü büyükannem huzurevine gideceğini söylemişti. “Artık emekli oldun, ana kız birlikte yaşamalısınız,” demişti. Ne değişti? Şimdi de yanında yaşayan kızını unutuyor, yaşamında o yokmuş gibi davranıyorsun.

Yalnızlığa, ne zaman, merhaba dediğimi düşünüyorum da… Galiba büyükannemden ayrıldığım, bu kente geldiğim ilk gün sızmıştı içime yalnızlık. Dışarıdaki kalabalıklara inat, sinsice çoğalmıştı içimde. Sana ve bu büyük kente alışmam için hiç yardımcı olmadın Küçükanne. Anımsıyor musun, büyükannemin evinden geldiğim ilk günler sana hep, “Beni seviyor musun?” diye sorardım. Çoğu zaman bu sorumu duymamazlığa gelirdin. Aramızda uzayan sessizliğin, senin yanıtın olduğunu şimdi anlıyorum. Merak ediyorum, sen sevgini nerede saklıyorsun? Kışın kullanmak için, yaz sebzelerini haşlayarak kaldırdığın derin dondurucuda mı?

Belki de bu yüzden, ara sıra kullandığın sevgi sözcüklerin içimi ısıtacağına, ruhumu dondurdu. Belki de o soğuk bakışların yüzünden aldığın ya da diktiğin hiçbir çiçeği yaşatamadın. Sevgisi soğutulmuş bir kalpten, sıcak sözler çıkmaz Mine Anne. O zamanlar, içindeki sevgiyi dondurduğunu bilmiyordum. Bu yüzden evine taşınırken, senin yokluğunda, içimde büyüttüğüm hayali umut ağacımı da yanımda getirmiştim. Sen on beş yıllık koca ağacı bile yıktın, kırdın, yok ettin! Nasıl mı? Beş günlük seminer için İstanbul’a gittiğin günü anımsıyor musun? Dolabı yiyeceklerle doldurmuş, masanın üstüne de bir tomar para bırakmıştın. Onlar senin boşluğunu dolduracak mı sandın? Sen kapıyı çarpıp evden çıktığın an, ben umut ağacından tepetaklak yere düştüm. Yalnız kaldığım o bitmek bilmeyen beş gün boyunca, hep ağladım. Ağladıkça yatağım, yorganım, yastığım sırılsıklam oldu, üşüdüm.

Üşüyünce, ısınmak için umut ağacımın dallarını yaktım. İçimdeki umutlar alev alev yanarken, ısınacağım yerde daha çok üşüdüm. Yaralandım, yüreğim kanadı… Sen yaralarımı sarıp sarmalamadın, “Kocaman kız oldun, seni her yere taşıyamam. Kendi ayaklarının üzerinde durmak zorundasın.” dedin. Ayaklarımın nasıl titrediğini, senin yardımına nasıl muhtaç olduğumu anlayamadın Küçükanne…

Ağacım kırılıp yanınca, umudumu çiçek diye gözlerime diktim. Her gün bıkıp usanmadan sana baktım; bir yudum sevgi vermeni, bir kez saçlarımı okşamanı, sen benim canım kızımsın, demeni bekledim. Gözlerinin önünde sarardım soldum. Kırılgan, yaşlı gözlerimin derinliklerine, bir kere olsun dönüp bakmadın. Umut çiçeğimi her gün gözyaşlarıyla suladım. Yazık ki tuzlu su, onu yaşatmaya yetmedi Mine Anne. Senin sevgi sözlerini, sıcak bakışlarını, ılık öpücüklerini bekledi yeşermek için. Sonunda beklemeye dayanamadı, soldu. Benim sevgimi öldürdüğün gibi, umut çiçeğimi de öldürdün. Anımsıyor musun? Bir gün bana, “Seni doğurduğum için beni sevmek zorunda değilsin.” demiştin. Haklısın… Seni sevmiyorum. Sen de beni sevmiyorsun. Sevgi emek ister, sabır ister, fedakârlık ister. Sen bana hiç emek vermedin ki… Hasta olduğumda başucumda sabahlara kadar bekleyen sen değildin…

İlk adımlarımı attığımda elimden tutan, yere düştüğümde beni kaldıran da sen değildin… Terlediğim zaman sırtıma havlu koyan eller, ilk karnemi aldığımda beni kucaklayan kollar, bana masallar anlatan dudaklar, söylediğim ilk sözcükleri duyan kulaklar, sevgiyle yüzüme bakan gözler, senin değildi. Anne diye kucağına sığındığım, büyükannemdi. Ona anneanne demem için çok baskı yaptınız. Demedim. Çünkü o, hep yanımda olan bir anneydi, büyüktü. Sense yıllık izinlerde ya da bayram tatillerinde yanıma gelen geçici bir anneydin. Çok işin vardı, çook… Tabi bizim yaşadığımız kasabayla İzmir, birbirine uzak yerlerdi. Küçükken seni bizden ayıran yolun çok uzun olduğuna inanırdım. Şimdi en uzun yolların bile, birbirini seven ve özleyen kişilerin kavuşmasına engel olmaya yetmediğini biliyorum. Küçük bir çocukken bilmediğim, çözemediğim, başka bilmeceler de vardı. Benimle aynı yatakta yatan, beni gözünden sakınan bir büyükannem; bir de yıllık izinlerinde, bayram tatillerinde gördüğüm Küçükannem vardı.

Peki yüzünü hiç görmediğim, sesini duymadığım babam neredeydi? Herkesin bir babası vardı, ama benim yoktu. Bana babamı, büyükannemin anlattığı kadar bile anlatmadın Küçükanne. Anneliğin gibi, evliliğine ve babama duyduğun sevgi de mi küçüktü yoksa? Ben geçmişte yaşanan şeyleri arkadaşlarımdan ve onların annelerinden öğrendim. İlkokul üçüncü sınıfa gidiyordum. Sınıftaki çocuklardan bölük pörçük bir şeyler duymuş, ağlayarak büyükannemin yanına koşmuştum:

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yerli)
  • Kitap AdıAyrı Dünyalar
  • Sayfa Sayısı304
  • YazarHüsnan Şeker
  • ISBN9789944692274
  • Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
  • YayıneviTudem Yayınevi /

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Park Cinayetleri ~ Armağan TunaboyluPark Cinayetleri

    Park Cinayetleri

    Armağan Tunaboylu

    Hercule Poirot kadar zeki, Sherlock Holmes kadar dikkatli, Mike Hammer kadar çapkın, James Bond kadar yakışıklı, Philip Marlowe kadar pervasız… Yok canım, nerdee! O,...

  2. Gemide Yer Yok ~ Ömer F. OyalGemide Yer Yok

    Gemide Yer Yok

    Ömer F. Oyal

    “Gemide Yer Yok” “Her şeye rağmen şimdiye dek yaşadıklarımıza, bildiğimize tutunmaya çalışıyoruz, geçmişimizden başka bir şeyimiz yok. Tutunacak başka bir şey yok.” “Bu durumda...

  3. Ay Demir ~ Müfide Ferit TekAy Demir

    Ay Demir

    Müfide Ferit Tek

    Ay Demir romanı, Çarlık Rusyası boyunduruğu altındaki Türkleri özgürleştirmek isteyen Demir’in hikâyesini konu edinir. Turan idealiyle yola çıkan Demir, oradaki Türklerle kardeşlik bağını yeniden...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur