Memduh Şevket Esendal, 1934 yılında Vakit gazetesinde tefrika edilen, daha sonra yine aynı yıl kitap olarak yayımlanan romanı Ayaşlı ile Kiracıları’nda yeni yapılmış bir apartmanın her bir odası ayrı ayrı kiraya verilen kısmında yaşayan insanları anlatır. Esendal, Ayaşlı İbrahim Efendi’nin sosyokültürel konumları ve dünya görüşleri birbirinden hayli farklı kiracıları bir araya geldiğinde genç Cumhuriyet’in yaratmaya çalıştığı yeni dünyaların, süregiden eski alışkanlıkların ve eski ile yeni arasında kalmış kişilerin yaşadığı gerek iktisadi gerek ruhsal ve duygusal gerilimlerin bir resmini sunarken; taşra ile merkez arasındaki diken üstünde ilişkileri de detaylarıyla gözler önüne serer.
Behçet Çelik tarafından yayıma hazırlanan, Tanıl Bora’nın dönemi, romanı ve yazarın dünya görüşünü irdelediği önsözüyle zenginleşen Ayaşlı ile Kiracıları’nda, romanın tefrikası, ilk ve son baskıları arasındaki farklılıklar gösteriliyor.Ayrıca Esendal’ın sade ve kendine has üslubu, kullanımları korunarak, okurların “dönemin ruhunu” daha yakından görmeleri sağlanıyor.
1
Yeni yapılmış büyük bir apartımanın dokuz odalı bir bölüğünde oturuyoruz. Bu bölüğü, Ayaşlı İbrahim Efendi adında biri tutmuş, isteyenlere oda oda kiraya veriyor. Odalar, loşça bir koridorun iki yanına sıralanmış, dizilmiş. Koridorun en sonunda banyo odasıyle mutfak var. Benim odam, koridora girince sağdan birinci kapı. Ev sahiplerinin bitmek tükenmek bilmiyen karı koca kavgalarını, kontrat bitsin diye, altı ay çekip oturduğum eski odamın günü yaklaştıkça sevinerek kendime yeni, temiz bir oda ararken dışarıya giden bir arkadaşım bana bu yeni odayı bırakınca çocuk gibi sevindim ve hemen o gün, eşyamı toplayıp buraya taşındım. Soluk benizli, arık bir hizmetçi kızın yardımiyle yatağımı kurdum. Eşyamı, kitapları yerleştirmeği ertesi güne bıraktım. O gece yemekten döner dönmez yatağıma girdim. Yerimi yadırgamam; deliksiz bir uyku çıkarmışım. Pencerelerin perde gibi kapanan pancurları odaya loşluk verdiğinden uykum biraz da uzunca olmuş.
Yatakta uyanıp kendimi yeni odada bulunca sevindim. Yukarı kattan ayak sesleri duyuluyor. Bizim bölükte hiç ses yok. Bir misafirlikte, bir yabancı yerde imişim gibi içimde bir çekingenlik duyuyorum. Daha ne ev sahibi Ayaşlı’yı, ne komşuları tanıyorum. Ne zaman yatar kalkarlar, burada türe nedir? Yavaşça kapıyı açtım, koridora çıktım. Hiç ses yok. Dün bana yardım eden soluk hizmetçi bir sabah kahvesi olsun pişirmez mi? Odama dönerken hizmetçinin kafası mutfak kapısından göründü. Durdum.
– Bir şey mi istediniz?.
– İstiyordum ya; sen bana bir kahve pişiremez misin?
– Kahveniz varsa pişireyim.
– Kahvem… Olmalı. Olmazsa birini yollayıp aldıramaz
mıyız?
– Bakayım, kapıcı gelmişse!
Odama geldi, para verdim, gitti.
Ben, kapıcı gidecek, gelecek diye beklerken kız kahveyi
pişirmiş, getirdi.
– Nereden buldun? diye sordum.
– Faika Hanım’lardan aldım, kapıcı geç gelir, dedi.
– Sen bana biraz yardım etsen de odayı toplasak.
– Kahvenizi için de ben gelirim.
Biraz sonra ben kitapları toplamağa, çamaşırlarımı dolaplara koymağa başladım, o da yatağı düzeltmek istedi. Yorganı pencere önüne getirdi, döndü bana dedi ki:
– Çamaşırınız varsa ben yıkarım.
– Hı, kaç paraya yıkarsın, dedim.
– Bir kere yıkıyayım, beğenirseniz… başkalarına ne veriyorsanız, ben de o kadara yıkarım.
– Olur, dedim.
Akıllı bir kıza benziyor. Yalnız bana, hasta, bitkin görünüyor. Bu kız bu arıklığıyla çamaşır yıkar mı? Yıkayabilir
mi? Yorganı kaldırmağa gücü yetmiyor. Güçlükle ayakta duruyor gibi görünüyor. Acımağa başladım! Buna hizmet ettirmek yazık… Ayakları topal bir ata araba çektirmek gibi. “Hadi kızım, sen hizmet etme, bırak ben yaparım,” desen gücüne gidecek! Buna “Sen hizmet edemezsin, hastasın” demek, “Git de bir köşede acından öl, insanlar arasında gezip de onları da üzüntüye uğratma!” demektir.
– Sen hasta mısın? Niçin böyle soluyorsun, diye soracaktım, belki hatırı kalır diye düşündüm vazgeçtim.
– Senin adın ne?..
– Halide.
Aradan biraz geçti, o bana sordu:
– Siz maliyede misiniz?
– Yok bankada çalışıyorum.
– A, hangi bankada? Bu büyük bankada mı? Bizim Cemile
de şimdi orada çalışıyor. Eskiden bu üstümüzdeki katta altıncı dairede çalışırdı. İkimiz bir odada otururduk. Çok iyi
kızdır. Siz Cemile’yi tanımıyor musunuz?
– Tanımıyorum.
– Feyyaz1
Bey’le beraber oturuyorlar. Sizin bankada Feyyaz Bey var, işte onunla.
Bizim bankada belki Feyyaz Bey var, ama ben tanımıyorum.
– Nasıl adam, genç mi, ihtiyar mı? diye sordum.
– A, yaşlı adam, yetişmiş kızları var. Ama olsun iyi bakıyor
ya. Bin gencine değişmem. Gençlere ver ki yesinler.
Biraz durduktan sonra:
– Cemile talihli kızdır, üstü başı, oda kirası hep ondan. Bankadan aldığı yanına kalıyor. Yan gözle Halide’ye baktım. Eğer böyle ölü benizli olmasa hiç de fena kız değil! Esmerce, ama kaşı gözü yerinde; sevimsiz de değil. Cemile acaba bundan güzel mi? – Siz Maliye Tahsil Şubesinde Rasim Bey’i biliyor musunuz?
– Rasim Bey!.. Bilmiyorum. Hangi tahsil şubesinde?
– İşte o yeni doldurdukları yerde.
Yeni doldurdukları yeri de bilmiyorum. Neyse.
– Bilmiyorum, dedim, niçin sordun?
– Hiç, çok iyi insanlardır da!.. Ben geçen kış hastalanmıştım, çalışamadım. Onlar bana baktılar. Kendisi olsun, ablası
olsun. Onlar olmasaydı bana kim bakardı?
“Gene hasta düşeceğini biliyor” diye düşündüm.
– Senin kimsen yok mu? deye sordum.
– Yok, dedi hepsi öldüler.
– Buradan kaç para alıyorsun?
– On lira veriyorlar, dedi, yemeği de onlarla yiyorum.
– Kimlerle?
– İşte Faika Hanım’larla.
– Faika Hanım kim oluyor?
– Babanın kızlığı yok mu, dedi.
– Ben bilmiyorum. “Baba” dediğin kimdir, onu da tanımıyorum.
– Baba, işte burayı tutan değil mi?
– Burayı tutan Ayaşlı İbrahim Efendi.
– İşte İbrahim Efendi. Onlar “baba” diyorlar, ben de alıştım.
– Üvey kızı babasının yanında mı oturuyor?
– Kızı dipteki odada, baba sizin bu yanınızdaki odada.
Dün taşınırken burada değil miydi?
– Buradaydı ama ben hangi odada oturduğunu nereden
bilirim? Babanın kızı tek başına mı oturuyor?
– Kocası var ya! Şoför Fuat. Şimdi İstanbul’dan anasını da
getirmiş, hep bir odada oturuyorlar.
– Sen de onların yanında mı kalıyorsun?
– Benim bir odam var. Geceleri giderim.
– Babanın yanında bir genç delikanlı var, o kim?
– Babanın oğlu; köydeki karısından.
Ayaşlı Faika’nın anasını burada almış. Yalnız nedense bu yeni karısı babayla bir yerde oturmuyormuş. Kadının ayrı evi varmış. Arasıra kızını görmeğe gelirmiş. O zaman baba ile de oturup konuşuyorlarmış. Faika da anasını görmeğe gidermiş. Halide’nin dediğine bakılırsa, anası Faika’dan daha güzelmiş
Bunları konuşurken odayı düzeltiyorduk. Hizmetin çoğunu ben gördüm, o yalnız toz aldı.
Bir aralık sordum.
– Nerelisin, dedim.
– Ben mi?..
Ben Ezirgânlıyım.2
– Hı, konuşman hiç Ezirgânlı’ya benzemiyor.
– İstanbul’da çok kaldım. Halide’nin anlattığına göre ufak yaşında Ezirgân’da kocaya varmış. Sonra muhacirlikte kocası ölmüş. İstanbul’da bir topçu kaymakamı bunu yanına almış. İki sene onun yanında kaldıktan sonra hastalanmış, hastahaneye yatırmışlar. Bir daha topçu kaymakamının evine dönmemiş. Bir ebe hanım, “Seni bir kocaya veririz” deye bunu evine götürmüş. Bir zamanlar da onun yanında kalmış, evlendirecekler deye beklemiş. Sonra bakmış ki evlendirecekleri yok, yalnız çalıştırıyorlar; bir arkadaşı ile sözü bir edip kaçmış, buraya kadar gelmişler. O zamandan beri, burada hizmetçilik edip geçiniyormuş. Yüzüne baktım. Bu kız kaç yaşında olmalı ki bunu muhacirlikte kocaya da vermiş olsunlar? Yalan söylüyor, ama varsın söylesin!
– Nerelerde çalıştın?
– Evlerde çalıştım. Muhittin Bey’i tanıyor musunuz?
– Hangi Muhittin Bey?
– Su şirketinde.
– Tanımam.
– İşte onlarda durdum, Gayret otelinde çalıştım. En iyisi
gene oteller. Evlerde çalışmak güçtür.
Niçin?
– Güçtür. Ne erkeğinden rahat vardır, ne kadınından…
– Burada çalışıyorsun, burası ev değil mi?
– Değil ya, burası ev mi? Ev olsun, hanım olsun da bak!
Hanım olsa seninle gelip konuşabilir miyim?
– Hımmm, kıskanıyorlar desene!
– Aman kıskanmayan! Da… Hizmetçi adam mı seninle konuşsun?
– Demek konuşturmazlar?
– Konuşturmazlar ya! Ben neler gördüm. Eve evlâtlık kızlar alırlar; görsen onlara neler yaparlar. Ben İrfan Bey’in
evinden o evlâtlık kızlar yüzünden çıktım. Senin kışın soğuk suyla taşlık sildiğin var mı? Halide’yi dışardan çağırmasalar daha söyleyecekti.
2
Ertesi günü erken, gene bilmem niçin, Halide’yi ararken, mutfakta, kısaca boylu, kısıkça sesli, başı yazma yemeni, sırtı örme hırkalı, ihtiyarca bir hanımla karşılaştık, konuştuk. Bu hanım, şoför Fuat’ın anası, Faika Hanım’ın kaynanası imiş. İstanbul’dan, yalnız bir kaç gün için oğlunu, gelinini görmeğe gelmiş, yirmi gün olmuş daha gidemiyormuş. Oğlu, gelini yalvarıyor, salıvermek istemiyorlarmış. Bu hanımın İstanbul’da biri ergen, öteki taze dul iki kızı varmış. Küçüğü hocalık, büyüğü daktiloluk ediyormuş. Bana bunları anlattıktan sonra, bu hanımın biraz da gelinini çekiştireceğini sanıyordum, yanılmışım! Gelini için hiç bir şey söylemedi. Onun yerine oğlunu çekiştirdi: Bu hanım zengin bir yağlıkçının kızı, bir polis komiserinin karısı imiş. “O zamanın polis komiserinin de adı, şanı vardı” diyor. Anlaşılıyor ki parası da varmış. Bu hanıma babasından epeyce kırıntı kalmış. Bu kalan mallar arasında: Bir bostanın dörtte biri, Ayvansaray’da bir çekek yerinin yarısı da varmış. Kadın kızlarını okutmuş, yazdırmış, adam etmiş.
Oğlunu da okutmak istemiş ama Fuat okumamış. “Şoför olacağım” diye tutturmuş. Elde ne varsa satmış savmışlar, kadının gümüş zarfları, gümüş kemeri, bir çift zümrüt küpesi de gitmiş. Bunlarla Fuat’a az kullanılmış bir otomobil almışlar. “Bari bir işe yarasa!” İki hafta geçmeden otomobil bozulmuş. Hadi tamire. En sonunda da Büyükdere yolunda bir hendeğe düşmüş, hurda yerine satmışlar. O zaman Fuat’ın elinde şoför kâğıdı bile yokmuş. Bu hanım gitmiş eşe dosta yalvarmış, çalışmış, kırk lira da para yedirmiş, şoför kâğıdı almışlar. Sonra Fuat, “İş buldum, Balıkesir’e gidip şoför olacağım!” demiş, çıkmış, gitmiş. O zaman bu hanım çok söylemiş, “Ben sana şoför kâğıdını gitsin, yabanın memleketlerinde sürünsün diye mi aldım?” demiş. Amma Fuat dinlememiş:
– Balıkesir yaban memleketi mi ya? Orası bizim değil mi?
– Gene onlar da Müslüman amma İstanbul hiç bir yere
benzemez, dedi.
Kadın yalnız kendi oğlunun değil, hükûmetin de İstanbul’u bırakıp buralara gelmesine akıl erdiremiyor:
– O canım İstanbul’u bırakıp bu dağ başlarına gelecek ne
vardı, diyor, şimdiki zaman adamlarında da akıl kaldı mı?
Ben şu kadın aklımla kendimi onlara değişmem. Bir kadınların kıyafetlerine baksınlar.
– Ne var ya, kadınların kıyafetleri fena mı? dedim.
– İyi mi, dedi, ben hiç birini beğenmiyorum. Zurafa kadınlar gibi hepsi saçlarını kesmişler. Bizim zamanımız da zurafa kadınlar saçlarını keserlerdi. Saç kadının zinetidir. Ben
ona şaşmıyorum: Bir takım benim gibi koca karılar da saçlarını kesiyorlar da…
– Yok canım, siz kocakarı mısınız?
– Kocakarı ya, baksanıza mihnet bizi neye döndürdü? Benim akranım hanımları görseniz şaşarsınız. Vallâhi daha taze kız gibi duruyorlar. Rahmetli sağ olsaydı ben de böyle olmazdım ya…
– Gene de neniz var! Biz taze hanımları da görüyoruz!
– O tazeleri sorma. Hepsi düzgün, boya güzeli. Ben genç oldum, ihtiyar oldum, bu yaşa kadar rastık nedir, düzgün nedir bilmem. Bir cahillik edip süs yapacak olsak, eve gelince hemen yüzümüzü, gözümüzü yıkardık ki, babamız görüp de bize darılmasın diye. Bir kere sevaptır diye sürme çekmiştim, babam rahmetli görmüş, nur içinde yatsın, hiç böyle şeyleri sevmezdi, hemen anneme söylemiş: “Bir daha o kılıkta karşıma çıkmasın” demiş. Bir daha kimin haddine düşmüş. Şimdikilerde o korku, o saygı da yok. Amma yalnız başkalarınınkiler mi? Değil. Benimkiler de… Bacak kadar çocuklara söz geçmiyor. Benim kızlara o kadar söyledim, “Şu saçlarınızı ben ölünceye kadar olsun kesmeyin” dedim.
Dinletemedim. O canım saçları görseydiniz! Oturdum, hep ağladım. Amma güzel oluyorlar mı? Hepsi maskaraya dönüyorlar. Ben hiç birini beğenmiyorum! Allahın bildiğini kuldan ne saklıyayım. Bana sorsanız, ben artık kadın kalmadı, diyorum. Niçin mi? Şimdiki kadınların hepsi birer erkek Fatma! Sokak bunlar için, kalem bunlar için, tiyatro, sinema bunların. Gitmedikleri neresi var? Amma kabahat kimde? Gene erkeklerde. Bizim zamanımızda bir kadın dar çarşafla sokağa çıksa, polisler çarşafını yırtarlardı. Bir kadın, bir erkek, bir arabaya binemezlerdi. Şimdi istersen omzuna al da gezdir, polisler başını bile çevirmiyor. Böyle de polis olur mu? Bunları hep o hürriyet yaptı. Bilmem siz de hürriyetçi misiniz?
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı
- Kitap AdıAyaşlı ile Kiracıları
- Sayfa Sayısı261
- YazarMemduh Şevket Esendal
- ISBN9789750534317
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Rüyadaki Kadın ~ Kemal Selçuk
Rüyadaki Kadın
Kemal Selçuk
Hikmet elini uzatıp saçlarını okşamak, kolunu boynuna dolayıp üzülmemesini söylemek istiyordu. Ah bunu yapabilseydi! Öğrencisi olan nice genç kızdan, nice izler buluyordu Aylin’de. Duygulandı:...
- Ölü Reşat ~ Aslı Tohumcu
Ölü Reşat
Aslı Tohumcu
‘Oğlana ‘Ölü Reşat’ lakabının takılması, büyü Kesmeşeker’in loğusanın göğsüne tükürürken sarf ettiği cümleden midir, ahalinin kendi marifeti midir bilinmez; ancak lakap, genişleyen ailenin kulağına...
- Kerr ~ Tayfun Pirselimoğlu
Kerr
Tayfun Pirselimoğlu
Bu garip, her şeyin birbirinin içine girdiği memlekette, olabilecek bütün ihtimallerden daha fazla ihtimalin bulunduğu, her şeyin müphem, her şeyin her şeyde mündemiç olduğu...