Deniz,kurşuni gökyüzünün altında, heybetli kükreyişleriyle, uçsuz bucaksız koskoca meydan bana kaldı, der gibiydi.
Azgın dalgalar hüzünle ürperen kıyıları olanca gücüyle dövüyordu.
Yaşlı kadın sahile inen yamacın üstünde durdu. Rüzgarla sertleşen kar serpintilerinden yüzünü sakınmak için defne ağaçlarını kendine siper yapmaya gayret ederek, karşısındaki çetin ve sonsuz suya baktı. Bu gözler, geniş göklere, açık ufuklara, deli rüzgarların çığlıklarına, denizlere, ormanlara, dağların ötesine, yalnız bir bir ağaca; bir ardıç, bir pınar, bir dereye hep aşinaydı. Bu deniz ne istiyordu? Her yer siyah, karanlık ve sinsiydi…
Bugün deniz ve orman sınırında kartalın hava nakşını seyretme günü olmadığını o da biliyordu. Uçuk benziyle yırtılan denize daldı gözleri…Buraya her gelişinde olduğu gibi, yine oğlundan duyduğu Son sözleri aklından geçirdi: Ana, ver çıkınımı, gün doğdu yolum gider; köz iner yüreğime…
TAKVİMLER, 26 Ocak 1915’i gösteriyordu.
İki gündür aralıksız yağan kar, gece yarısından sonra dinmişti. Gün ağarırken gökyüzü parlak, deniz ufku açıktı. Hemen kıyılardan itibaren başlayarak yükselen dağlar, kar altında yoğun bir sisle örtülüydü.
Kasabanın yaşlı evleri, meydanları, yol ve sokakları soğuk ve kimsesizdi.
Ansızın bir haykırış rüzgâra karıştı:
“Geldiler!… Rus savaş gemileri, Moskoflar, gene geldiler… Herkes başının çaresine baksın!..”
Bu haykırışla sabahın köründe bir ölüm rüyasına uyandılar.
“Geldiler, Ruslar yine geldiler!…” sözlerini, sokakları, mahalle aralarım dolduran, şehirden bir an önce kaçmak isteyen, haykıran, bağıran binlerce ağız tekrarlamaya başladı: “Yaktı kara haber, bahtıma lanet olsun… İblis tepn üstü git emi.
Güneydoğu deniz utkunda beliren iki siyah nokta, koya yaklaştıkça büyüdü, şekillendi, gerçek gri renklerini aldı. Halk İçin bu görüntü ve biraz sonra olacaklar, aşinası oldukları şeylerdi. Uzaktayken peş peşe seyreden orta çaplı toplarla donatılmış, orta tonajlı, çok hızlı ve çevik savaş gemisi olan iki Rus muhribi’ limana girmeden önce bir sancak, diğeri de iskele tarafına dönerek, şehri tam karşılarına aldılar.
İlk top atışı kıyının Hurmaaltı tarafında tertip alan muhripten geldi. Hedef, gece balığa çıkmış, fakat sahile dönmesi gecikerek sabaha kalan küçük bir kayıktı. Rus gemilerinin geldiğini fark eden balıkçı, kayığını karaya çekip saklamaya fırsat bulamadığından, her şeyini bırakıp zor kaçmıştı. Atılan ilk mermi, kayığı sayısız tahta parçaları halinde denizin üstüne dağıttı. Liman içinde görünürde başka bir tekne de yoktu.
Limanın Köşkburnu yönünde bulunan muhrip, harmanlama yapıp geniş bir daire çizerek, şehrin Sinop tarafına bakan Nergizli Yalı tarafına dolaştı ve durdu. Şimdi, bir sırt üzerinden kama gibi denize uzanmış olan kasabanın iki tarafında da birer Rus savaş gemisi tertiplenmişti.
Bir ya da iki gemi de olsalar, her zaman yaptıklarını yeniden tekrarladılar. Halkı korkutmak ve denizden uzak tutmak için bütün bataryalarıyla bir anda kurusıkı salvoya başladılar. Bu atış, aralıklarla beş dakikadan fazla sürdü. Yaptıkları tam bir gözdağı verme ve güç gösterisiydi. Güya halka zarar vermemek için kurusıkı kullanıyorlardı.
Hemen ardından, kasabanın çevresinde bulunan bağ, bahçe ve tarlalara gelişigüzel birkaç hakiki mermi attılar… Halbuki gemiler görüldüğünde halk, çoluk çocuk bu yerlere kaçıyordu.
Liman içinde tertiplenen muhribin gözcüleri iki şeyi fark ettiler. Deniz kenarındaki evlerden birinin bahçesinde bulunan altı tane gövdeleri çemberli fıçı ile, ahşap bir evin balkonunda asılı duran kırmızı bir bez. Önce içlerinde savaş malzemesi sanılır niyetiyle fıçıları top ateşine tuttular. Patlayan fıçılardan etrafa saçılan hamsiler ortalığı hamsi bahçesine çevirdi. Balkonunda kırmızı bez asılı ev de top ateşine tutulunca, bezi vuramadılar ama, evin her tarafına isabet eden mermilerin çıkardığı yangın evle birlikle, kırmızı kumaşı da cayır cayır yaktı. Ateş, bitişik nizamdaki diğer evlere de sıçrayıp mıhın da tutuşturarak mahalleyi sardı. Balkondaki kırmızı bez ise, evin hanımının bir gün önce gittiği kadınlar hamamından döndükten sonra, kurusun diye balkona asıp unuttuğu peştamaldan başka bir şey değildi.
Kasabada yaşlı kadın ve erkekler ile çocukların dışında kimse yoktu. Seferberliğin ilanı ile birlikte kırk altı yaş ve altı erkekler cephelerde, kırk yedi yaş ve ustu erkeklerden sakat olmayanlar İse sevkiyat kayıklarında vazifeliydi.
Her zaman olduğu gibi, bu defa da Rus savaş gemileri daha ufukta görünür görünmez, ağır hasta olanları taşıyarak götürmek çok zor ve zaman alıcı olduğundan, evlerde bıraktılar. Kadınlar, henüz yürüyemeyen bebeleri kucaklarında, diğerleri yanlarında can havliyle koşarak evlerini terk ettiler. Saklandıkları yerler şehrin dışındaki, Tabaktaş, Eminağa Bağları, Cinli Değirmen, Karaman Yeri, Gagülü Bağları gibi tarlalar ile çevredeki dere ve çay yataklarının içleri oldu.
Evlerini terk ederek apar topar Tabaktaş istikametindeki tarlalardan birine, küçük kızı ve kucağında dört aylık oğlu ile kaçan kadınlardan biri de Karaoğlanoğlu Nuri’nin eşiydi. Top seslerinin her duyulusunda, Fatma kucağındaki oğluna bir şey olmasın diye onun üzerine kapandı. Düştükleri yeri tam göremediyse de gerilerine ve sol taraflarına büyük mermilerin düştüğünü yerin titremesinden anladı. İşte. gavur gene gelmişti ve yapacağım yapıyordu. Titrek bir sesle ninni söylemeye başladı
Korkma yavrum şimdi şimşekler çakıyor
Sen ağlama, ben ağlayayım, ninni!
Şimdi uyu, yarın düşmanı uyutma,
Çabuk büyü, kurtar yurdu, ninni! Bu kış kıyamette, çoğunun üstü başı olmayan, yaşlı, kadın, çoluk çocuk tarlalarda perperişandı. İçlerinde tükenmez acılar vardı. Lakin bir arayıp soranları, yapabilecekleri bir şeyleri yoktu. Kendilerini birer dertli kul ve bedbaht hissediyorlardı. Sırtlarındaki ağır yükle iki büklümdüler. Kiminin ayağında çarık bile yoktu. Bu dikenli yol hiç bitmeyecek gibi geliyordu. Kimisi çocuğu hasta, yoksul bir kadındı. Sanılmasın ki yaşlanmışlardı. Saçları henüz genç kızken ağarmıştı. Gönülleri hasta olduğundan genç yaşta kocamışlar, alınlarında yıllarca süren ağır yumruğun acısı derin çizgiler oluşturmuştu. Onlar yollara bakarak, oğul diyerek, ağlayıp durmuş, gençliklerinde ihtiyarlarmış kadınlardı,
Yüreklerindeki umut seslerine hep kulak verdiler. Ancak yine de karlı gönüllerini güneşle aydınlatmak istediler. Uzaklardan tek tek gelen kara haberlerle, nasıl birden düşerse bir ağaca yıldırım, tıpkı öyle kavruldular… Kahpe felek kimlerin kanına ekmek doğramadı ki! Halk o günden bugüne yandı memleketin tığ gibi delikanlılarına ruhlarını kemiren derin bir hasretle…
Topların ürperten sesini çoban köpeklerinin ulumaları takip etti. Beklemek zordu, bu bitmeyen kâbusu. Aşağılarda sus pus bekleyen martılar kanat kanada çekip gittiler. Küçük meşelikteki kargalar da öyle…
GÜNEY RÜZGÂRI lodosun ılık fakat güçlü esintileri, sahile yakın arazilerde karın yer yer erimesine sebep olmuştu. Ormanlar da çamların dışındaki gürgen ve meşe türü ağaçlar yapraklarını çoktan dökmüş öldüklerindim, soğuktan üzerinde birer giysi gibi duran beyazlıktan, bu ılıman rüzgâr sayesinde kurtulmuş, eski durumlarına, her tondan kahverengiye geri dönmüşlerdi.
Deniz her zamanki mavi ve lacivert renklerinden uzak, siyaha çalan koyu gri bir haldeydi. Görüş meşalesi birkaç mili geçmiyordu. Deniz ve gökyüzü birleşmiş durumda, iyice alçalmış bulutların rengi ise den izin kin den bir ton daha açıktı.
26 Ocak 1915 ve öğlen saatlerinde Karadeniz’in haritalarda gösterilmeye değer görülmeyen küçük bir koyunda, kıyıdan kırk elli metre içeriden başlayan ormanın kenarında dört adam, bir çoban ateşinin etrafında, kendilerine yiyecek hazırlamaya ve ıslak olan giyeceklerini kurutmaya çalışıyorlardı. Gün doğmadan önce karaya çektikleri yedi sekiz metre boyunda ve üç ton erzak yüklü, yelken ve kürekle ilerleyen teknelerini deniz tarafından görülüp fark edilemeyecek şekilde gizlemişlerdi.
Bu dört kişi ve erzak yüklü tekne, seferberlikte Karadeniz boyunca belli noktalarda toplanan erzakları Çanakkale’ye götürmek üzere İstanbul’a taşıyan sevkiyat kayıkçılarından bir ekipti. Ruslar Karadeniz’e tümüyle hâkim olduklarından, gündüz saklanıyor, gece yola devam ediyorlardı.
Küçük koyun üzerinden süzülerek uçan iri ve koyu renkli, karnında beyaz bulunmayan, kuyrukları çatallı, cılız sesli düşleriyle, kaya kırlangıçları geçti.
Koyun batı ucunda, sıra kayalıkların bulunduğu burnu dolaşan bir grup martı tam suya konmak üzere süzülürken, metalik, keskin ve kargamsı sesler çıkararak dört bir yana kaçıştılar. Çok geçmeden de has uçuşuyla koyun üzerinde beliren balıkçı kartalının görülmesiyle, martıların telaşı anlaşılmış oldu.
Emir bozanlardan Süleyman Reis, kurutmak için asılı duran çamaşırlarını elle kontrol ederken:
“Bu martı sürüsü hoşuma gitmedi,” dedi.
Kavîzadelerden Haydar, “Martı işte! Ne var bunda?”
“Çok şey var. Sen ne anlarsın! Görmedin mi, karabaş martı, gümüş martı, karasırtlı martı, hepsi aynı kafiledelerdi. Bunların aynı gruba girmeleri hayır işareti değildir.”
Karaoğlanoğlu Nuri, “Süleyman, kestane karası fırtınası geçtiğine, Ayandon fırtınasına da daha birkaç gün olduğuna göre, geriye olsa olsa bir serseri mayın veya gece karanlığında Rus savaş gemilerinden birine yakalanmamız kalır.”
“Belli mi olur! Ayandon bir iki gün önce de başlayabilir, Usta. (Karaoğlanoğlu Nuri’nin arkadaşları arasındaki lakabı Usta’dır.) Bölgenin her tarafında tuz sıkıntısı olduğu için bileği taşı İçinde ekmek yapmakla meşgul olan Yusuf, hamuru deniz suyuyla yoğururken:
“Ne fark eder, deniz düşman, Rus düşman, soğuk düşman… Sen gene de Süleyman, şu olur, bu olur dîye, içinden ve yürekten gelerek söyleme, yoksa başımıza gelir. Bu odun ve çalı çırpılar yetmeyecek. Ben ormandan biraz daha bir şeyler toplayacağım.”
Tay boğalardan Yusuf ince ruhlu, duygulu bir insandı. Ormanda yakacak bir şeyler ararken sürekli düşündü ve hatırladı.
Göğü, toprağı, denizi dinledi. Yokuş dibinden bir tavşan kalktı, sırtı alacaktır, karnı sütbeyaz, garip, belki de iki canlı bir dağ tavşanı, yüreği ağzında öyle zavallı. Ömrüne dayanmış üç nazlı servi gördü, kayayı delen inciri de. İnsanlar kavga ederler, böcekler yaşar. Kardeş kardeş öyle telaşsız, kendi hallerinde yaşarlar. Böcekler, kuşlar ve yıldızlar da, diye düşündü.
Dağlar oturmaktan, sular akmaktan, güneş her gün doğup batmaktan usanmaz mıydı? Kuş uçmaz şu karlı dağlar, sanki gölge, gölgelerden ses gelmezdi ki! Yerde kesilmiş bir ağaç gördü. “Biri günah işlemiş,” dedi. Bir dağ kedisi, bir kerkenezi fark etti. bir ardıç kuşu, uzaktan bir martı çığlığı duydu. Beyaz ve pembe kır çiçekleri gördü. Çamlar, memleketindeki kabristanı hatırlattı. “Çam ağacı, iyi bekle babamı,” dedi ve kendi kendine söylendi:
“Bu dağlar kadirbilir, mavi dağ dumanı da. Yanan çıranın hükmü ne olsun ki, hayra yorarım, ama çıkmaz. Kör ocakta küllenmeye görsün ölüme bir soluk kala… Anam beni tekrar doğurmaz kil Birimiz aç ölür birimiz…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Siyasi Kurgu
- Kitap AdıAyandon
- Sayfa Sayısı253
- YazarOsman Pamukoğlu
- ISBN9789751025111
- Boyutlar, Kapak13,5x21,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİnkılap Kitabevi / 2006