“Ay, gökyüzündeki yıldızların arasında süzülüyor; ara sıra bulutların arasında kaybolsa da, sanki bir koruyucu melek gibi bizi takip ediyordu. Ay’a mırıldanıyordum; söz verdiğim gibi, ona, babama mırıldanıyordum.”
Savaş Atı, Kayıp Zamanlar, Issız Adanın Kralı gibi çoksatan kitapların bol ödüllü yazarı Michael Morpurgo, “şimdiye dek kaleme aldığım en kişisel roman” şeklinde yorumladığı Ay’a Kulak Ver’de, kendi öz büyükannesinin hayat serüveninden esinlenerek oluşturduğu inanılmaz bir yaşam öyküsüne imza atıyor.
İngiltere’nin Bhryer adasında yaşayan Alfie, babasıyla balığa çıktığı bir gün açlıktan ölmek üzere olan, yüksek ateşi nedeniyle yarı deli hâldeki bir kız çocuğuyla karşılaşır. Yaklaşık on iki yaşlarında, “Lucy” dışında tek kelime edemeyen bu kız nereden gelmiştir? Bir denizkızı misali çaresizce karaya vuran bu ürkek çocuk aslında kimdir? Bir Alman casusu mu? Hayalet mi? Yoksa gerçekten bir denizkızı mı? Alfie ve annesi Mary’nin yoğun çabaları sonucunda tekrardan hayata tutunmaya çalışan Lucy adeta yeniden doğmuştur. Özlem ve korku dolu gözlerindeki fırtına hiç dinmeyen bu “hayalet” kızın sığındığı tek liman ise müzik ve ayışığıdır. Günlerini, ada doktorunun kendisine armağan ettiği gramofonda Mozart dinleyerek geçiren Lucy, zihninin karanlık dehlizlerinde kaybolmaktadır… Geçmişini hatırlamakta güçlük çektiği düşünülen ve kimseyle konuşmayan küçük Lucy aslında her şeyi hatırlıyor ve konuşulanları anlıyor olabilir mi? New York’tan İngiltere’ye doğru yol alırken Alman denizaltısı tarafından batırılan dev transatlantik Lusitania’nın Lucy’nin hikâyesindeki yeri ne?..
2003 yılında İngiliz Çocuk Edebiyatı Elçisi olarak da seçilen Children’s Book Ödülü’nün sahibi Michael Morpurgo, “yaşamımın büyük bir kısmı boyunca bu hikâye üzerinde çalıştım” dediği bu çok özel romanında kendi ailesine de anlamlı bir selam gönderiyor. Okurlarını, I. Dünya Savaşı’nın gölgesinde yaşanan inanılmaz bir yaşam mücadelesine götüren Morpurgo, kendi derinliklerinde kaybolmuş bir çocuğun yeniden hayata tutunma öyküsünü kaleme alıyor. Küçük Lucy yaşadıklarının üstesinden gelmeyi Ay’a borçlu. Kim bilir belki de şimdi Ay’a kulak verme sırası sizdedir…
BAŞLARKEN
Herkesin ait olduğu bir yer vardır. Ama bir açıdan bakıldığında, benim yok diyebilirim. Açıklayayım. Büyükannem çok çok uzun yıllar önce, kuyruğu yerine iki ayağı olan bir denizkızı gibi, bir gün pat diye denizden çıkıvermiş. O zamanlar yaklaşık olarak on iki yaşında gibi görünüyormuş; ama kimse bundan emin olamıyormuş çünkü onun kim olduğuna ya da nereden geldiğine dair en ufak bir ipucu bile yokmuş. Neredeyse açlıktan ölmek üzere olan ve yüksek ateş yüzünden yarı deli hâldeki bu kız, sadece tek bir kelime söyleyebiliyormuş: “Lucy.” İşte bu onun hikâyesi. Onu en iyi tanıyanlardan −büyükbabamdan, diğer akrabalarımızdan, dostlardan ve en önemlisi de kendi ağzından− dinlediklerimi aktaracağım size.
Olanlara sadece ve sadece kendi gözleriyle tanıklık edenlerin anlattıklarına dayanarak, yıllar içinde hikâyenin parçalarını elimden geldiğince düzgün şekilde birleştirmeye çalıştım. Okul kayıt defterlerine erişim fırsatı sunduğu için Scilly Adaları Müzesine ve merhum Doktor Crow’un günlüklerinden alıntı yapmama izin verdikleri için doktorun ailesine teşekkür etmek istiyorum. Ayrıca kendi aileme ve adalarda, New York şehrinde ve başka yerlerde yaşayan, isimleri buraya sığmayacak kadar çok kişiye de teşekkür borçluyum. Araştırmamda ve bu kitabı bir araya getirmemde bana büyük bir sabırla yardımcı oldular. Bu hikâye, beni yaşamım boyunca büyüledi; hatta neredeyse bir takıntı hâline geldi diyebilirim. Düzensiz aralıklarla da olsa, gerçekten de yaşamımın büyük bir kısmı boyunca bu hikâye üzerinde çalıştım. Onu bir türlü aklımdan çıkaramıyordum. Sanırım bir bakıma bu çok da şaşırtıcı değil; ne de olsa o benim büyükannemin yaşam öyküsü ve sizin de az sonra göreceğiniz gibi, yazılanların çoğu onun bana bizzat anlattığı şeyler. Yani bir açıdan bu hikâye, benim de hikâyem… Ailemin hikâyesi. Bizi biz yapan büyükannemdir; tabii büyükbabamın da bir miktar yardımcı olduğunu belirtmek gerekir. Ben bugünkü hâlimi onlara borçluyum. Ne yaptıysam, kim olduysam, nerede yaşadıysam, ne yazdıysam hepsinde onların etkisi var. Bu yüzden, bu hikâyeyi onlar için yazdım; tabii bir de, şimdiye kadar duyduğum en beklenmedik, en inanılmaz hikâye olduğu için.
1
Scilly Adaları, Mayıs 1915
Haydi şimdi uslu birer balık olun
Alfie ile Jim o gün uskumru peşindeydiler, çünkü günlerden cumaydı. Mary, cuma günleri akşam yemeği için uskumru pişirmeyi severdi; ama Alfie ve babası, eve dört kişiye yetecek kadar uskumru götürmedikleri takdirde, annesinin o akşam asla balık yapmayacağını çok iyi bilirlerdi. Mary, ikisinin de müthiş iştahını gidermeye ve bu konuda homurdanıp durmaya bayılırdı. Eşi ve oğlu bolca balık yakaladığı takdirde, her birinin tabağına üçer tane uskumru koyar ve onlar önlerindekileri silip süpürdükleri sırada, “Yemin ederim içinizde dipsiz bir kuyu var sizin,” diye hayranlıkla söylenirdi. Bir de Billy Dayı vardı doyurulması gereken. Yalnız kalmayı tercih ettiği için Yeşil Koy’daki kayıkhanede tek başına yaşıyordu. Veronica Çiftliği’ne, yani Alfie’lerin evine çok yakındı burası. Mary, ona her akşam yemek götürürdü; fakat Alfie’nin aksine, ne zaman uskumru görse söylenmeye başlardı Billy Dayı. “Ben yengeç seviyorum,” derdi. Gelgelelim Mary ona yengeç götürdüğünde de, “Neden uskumru getirmedin?” diye şikâyet ederdi. Ters biri olabiliyordu Billy Dayı. Hem de sadece yemek konusunda değil, birçok konuda. Diğer insanlardan, herkesten farklıydı o. Mary’nin sık sık dediği gibi, onu özel biri yapan da buydu.
O sabah ortalıkta balık görünmüyordu. Kayıkta akşam yemeğinden bahsetmek, Mary’nin balıkları nasıl pişireceğini düşünmek morallerini yükseltiyordu. Onları yumurtaya batırdıktan sonra yulafa bulayacak, sonra da tuz ve karabiber ekleyip daha da lezzetli hâle getirecekti. Balıkları hep tereyağında kızartırdı. Bu sırada çıkan koku tüm çiftliğe yayılacak, mutfak masasında oturan Alfie ile babası Jim de tavada pişen balıklardan çıkan cızırtı ve harika kokunun tadına varacaklar, ağızları sulanarak sabırsızlıkla bekleyeceklerdi. “Tabii ne halt yediğimizi öğrenince,” dedi Jim küreklere asılarak, “bir hafta boyunca ekmek ve suya talim etmek zorunda kalabiliriz. “Bu onun hiç hoşuna gitmeyecek, görürsün bak. İkimizin de canına okuyacak.” “St. Helen’s Adası’na doğru gitsek iyi olur baba,” dedi Alfie. Aklında annesinden nasıl bir ceza alacakları değil, uskumrular vardı sadece. “Orada, kumsala yakın yerlerde çoğu zaman balık oluyor. Geçen sefer gittiğimizde yarım düzine balık yakalamıştık.” “O adaya yaklaşmak hoşuma gitmiyor,” dedi Jim.
“Hiçbir zaman da gitmedi. Ama haklı olabilirsin, belki şansımızı bir de orada denemeliyiz. Keşke biraz rüzgâr çıksa da yelkenleri kullanabilsek. Kürek çekmekten kollarım koptu. Al bakalım Alfie. Sıra sende.” Yer değiştirdiler. Alfie küreklerin başına geçtiği sırada, yeniden akşam yemeğini, kızaran uskumruların çıkardığı sesi ve kokuyu geçirdi aklından. Sonra da kokuları hatırlamanın ve tarif etmenin ne kadar zor olduğunu düşündü. Oysa gördüğümüz ve duyduğumuz şeyleri hatırlamak çok daha kolaydı. Pişen uskumrular nihayet masaya geldiğinde, yemeğe başlamadan önce dua etmeleri gerekiyordu hep. Annelerine göre, Alfie’yle babası fazla aceleci bir tavırla dua ediyorlardı. Oysa Mary için bu dua özeldi; bu nedenle geçiştirilmemesi, her yemekte farklı bir şekilde, hissedilerek söylenmesi gerekiyordu.
‘Amin’ dendikten sonra, Mary bir süre düzgün ve saygılı bir sessizlik içinde beklerken, Alfie ve babası dua biter bitmez tabaklarındaki uskumrulara sümsük kuşları gibi saldırıyorlardı. Yemeğin yanında demli ve tatlı çay ile yeni pişmiş ekmek olurdu; eğer şanslılarsa bunlara bir de ekmek ve yağ ile yapılan puding eklenirdi. Tüm aile için haftanın ziyafeti olurdu bu. Neredeyse akşamüstü olacaktı ve Jim, sabahtan beri denizde olmalarına rağmen, böyle giderse eve eli boş döneceklerinin farkındaydı. Artık kürek çekmediğinden, rüzgâr iliklerine işlemeye başlamıştı bile. Yakasınıı kaldırdı. Mayıs ayına göre havanın fazla soğuk olduğunu, daha çok mart ayını andırdığını düşündü Jim. Oğlunun ritmik hareketlerle kolaylıkla kürek çekişine baktı ve onun gücünü, esnekliğini kıskandı; tabii aynı zamanda bir baba olarak gurur duydu.
Bir zamanlar kendisi de bu kadar genç ve güçlüydü. Yıllarca balık avlamanın, tarlada patates ve çiçek yetiştirmenin nasır, yara izi ve çatlak içinde bıraktığı ellerine baktı. Oltasına yeniden yem taktığının farkında bile değildi neredeyse, parmakları bunu otomatikleşmiş bir şekilde, içgüdüsel olarak yapıyordu. Parmaklarını hissedemediği için şükrediyordu Jim. Soğuk ve deniz tuzu onları uyuşturmuştu, rüzgâr da yardımcı olmuştu tabii. Eklem yerlerindeki eski çatlaklardan bazıları yeniden açılmıştı, elleri uyuşmamış olsaydı şu an çok acı çekiyor olacaktı. “Neyse ki ellerim uyuştu,” diye düşündü. İyi de kulakları neden acıyordu, onlar niye uyuşmamıştı? Onların da tıpkı parmakları gibi hissizleşmelerini diledi içinden.
Günün nasıl başladığını, kahvaltıda konuşulanları hatırlayınca gülümsedi. Alfie’nin fikriydi bu. Okula gitmek yerine babasıyla denize açılmak istiyordu. Bunu daha önce de defalarca denemiş ama nadiren başarıya ulaşabilmişti. Bu durum, onu tekrar denemekten alıkoymuyordu tabii. “Anneme, bana ihtiyacın olduğunu, bensiz yapamayacağını söyle,” demişti Alfie. “Seni dinler. Başına dert açmam baba, söz veriyorum.” Jim oğlunun ona sıkıntı vermeyeceğini biliyordu. Alfie yelkenli kayığı iyi kullanıyor, kürekleri kuvvetli çekiyor, civar denizini iyi tanıyor, gençliğin verdiği özgüven ve hevesle avlanıyordu. Bir şeyler yakalayacağından her zaman emindi. Balıklar da onu seviyordu sanki. Baba oğul teknede beraberlerken, avladıkları balık miktarı da epey artıyordu. Gerçi son zamanlarda Scilly Adaları çevresinde eskisi gibi balık çıkmıyordu; güçlü bir beklentiden çok, cılız bir umutla avlanıyordu Jim.
Sadece o değil, yakın zamanda Scilly çevresinde balığa çıkan herkes aynı durumdaydı. Ama yine de, birlikte denize açıldıklarında Alfie babasına iyi bir arkadaş oluyordu. Bu yüzden de, oğlunun bir günlüğüne okulu asıp, kendisiyle balığa çıkmasına izin vermesi için Mary’yi ikna etmeyi denedi. Jim hüsrana uğrayabilecekleri konusunda Alfie’yi uyarmıştı ve aynen öyle oldu: Ne kadar uğraşıp yalvardılarsa da bir sonuç alamadılar. Mary, Alfie’nin okula gitmesi gerektiğini, zaten şimdiye dek gereğinden çok ders kaçırdığını, kaytarmak için fırsat kolladığını söylüyordu. Tarlada çalışmak, babasıyla balığa gitmek… Bunların hepsi okulu ekmek için mazeretti. Ama bu kadarı fazlaydı artık. Mary’nin sesindeki o kararlı tonu duyan Jim, daha fazla üstelemenin bir işe yaramayacağını, eşinin fikrini değiştirmeyeceğini anlamıştı. Israrcı olmasının tek sebebi, Alfie’ye onun tarafını tuttuğunu ve onu gerçekten yanında istediğini göstermekti. Alfie işlerin onun istediği gibi gitmediğini fark edince tartışmaya katıldı ve annesinin fikrini değiştirebileceğini düşündüğü ne varsa sıralamaya başladı. “Okula bir gün gitmesem ne olur anne, sadece bir gün?”
“İki kişi olduğumuzda daha fazla balık avlıyoruz, bunu sen de biliyorsun.” “Zaten kayıkta iki kişi olmak daha güvenli, bunu kendin söylemiştin.” “Ayrıca Beter Beagley’den nefret ediyorum. Onun hiçbir şey öğretemediğini bilmeyen yok. O adam tam bir oksijen israfı, okul da zaman kaybından başka bir şey değil!” “Eğer bugün evde kalmama izin verirsen annecim, babamla balık avladıktan sonra gelip kümesi temizlerim ve aşağı tarlayı gübrelemek için sahilden bir el arabası dolusu yosun getiririm, ne istersen yaparım.” “Benim istediğim tek şey var Alfie, o da okula gitmen,” dedi Mary kararlı bir ses tonuyla. Dökülen onca dil hiçbir işe yaramamıştı; pes etmeyecekti Mary.
Yapacak bir şey yoktu. Bunun üzerine Alfie istemeye istemeye okulun yolunu tuttu. Annesinin ona söyledikleriyse kafasında yankılanıyordu: “Hayat sadece kayıklardan ve balık avlamaktan ibaret değil Alfie! Bir balığın herhangi bir kimseye okuma yazma öğrettiğini duydun mu hiç? Ayrıca yazma konusunda pek parlak olduğun da söylenemez hani!” Alfie gözden kaybolduğunda, Mary, Jim’e döndü. “Akşam yemeği için senden dokuz tane güzel uskumru istiyorum Jimbo, sakın unutma,” dedi. “Kalın giyinmeyi de ihmal etme. Bahar aylarında olabiliriz ama tavukları beslemek için çıktığımda dışarıda keskin bir rüzgâr vardı. Oğlun onlara yem vermeyi yine unuttu.”
“Bir şey unuttuğunda hep benim oğlum oluyor,” dedi Jim omuzlarını silkerek, sonra da montunu giyip çizmelerini ayağına geçirdi. Mary, eşinin montunun düğmelerini iliklerken, “Bu huyu başka kimden kapmış olabilir?” diye cevap verdi. Ardındanher zaman yaptığı −ve Jim’in bayıldığı− şeyi yaptı ve onun yanağına bir öpücük kondurup omuzlarını sıvazladı. “Bu arada Jimbo, yarın için Billy’ye yengeç sözü verdim. Onun yengeç yemeyi ne kadar çok sevdiğini biliyorsun. Güzel bir tane bul lütfen. Ne çok büyük ne de çok küçük olsun. Etinin sert ve kuru olmasını sevmiyor. Bu konuda çok hassas. Sakın unutayım deme.” “Unutmam,” diye mırıldanarak evden çıktı Jim.
“Bay Billy için her şey dört dörtlük olmalı değil mi? Bana kalırsa o yaşlı korsanı çok şımartıyorsun Mary.” “Seni şımarttığımdan daha fazla şımartmıyorum Jim Wheatcroft,” diye karşılık verdi Mary. “Ayrıca,” diye devam etti Jim, Long John Silver1 gibi yaşlı bir korsana sert ve kuru bir et daha uygun olur bence.” Konu Billy Dayı olduğunda, aralarında bu türden tatlı bir çekişme hiç eksik olmazdı. Zaman zaman, bu konuyu şakaya vurmak ikisine de iyi geliyordu. Geçmişte Billy Dayı’nın başına gelenleri düşünmek bile acı veriyordu çünkü. Eşinin ardından, “Jim Wheatcroft!” diye seslendi Mary. “Bahsettiğin kişi benim ağabeyim, ona göre. Ayrıca yaşlı ve kuru falan da değil; kendi dünyasında yaşıyor, o kadar. Bizden farklı biri, ben de onu öyle kabul ettim.” “Öyle diyorsan öyledir Marymoo,” diye yanıtladı Jim ve kasketiyle abartılı bir selam verdikten sonra Yeşil Koy’a doğru yokuş aşağı inmeye başladı.
Bir yandan da, karısının duyabileceği şekilde, Billy Dayı’yı taklit edip, onun en sevdiği şarkıyı mırıldanıyordu şimdi: “Yo-ho-ho ve bir şişe rom! Yo-ho-ho ve bir şişe rom!” “Duymuyorum sanma Jim Wheatcroft!” diye bağırdı Mary. Karşılık olarak eşinden şapkalı bir selam daha geldiğinde ekledi: “Ayrıca denizde kendine dikkat et Jimbo, duyuyor musun beni!” Jim kayığına doğru yürürken, bir yandan eşinin Billy Dayı’ya gösterdiği sonsuz sabra ve sarsılmaz bağlılığa hayret ediyor, öte yandan da, Mary’nin şimdiye dek onun için yaptığı ve her gün yapmaya devam ettiği iyilikler karşısında ağabeyinin gösterdiği kayıtsızlığı düşünüp her zaman olduğu gibi epey canı sıkılıyordu. Bu sırada kulağına, Yeşil Koy’da demirli Hispaniola’nın içinde şarkı söyleyen Billy Dayı’nın sesi geldi. “Güzel teknem Hispaniola” derdi Billy dayı. İlk başlarda hiç de “güzel” bir tekne değildi oysa; yıllar önce Yeşil Koy’un sahilinde terk edilmiş, eski bir yelkenlinin paslanmış iskeletiydi sadece. Mary, abisini hastaneden çıkarıp kayıkhaneye yerleştireli beş yıl oluyordu.
Kulübenin yelken odasını abisi için bir yuva haline getirmişti. Billy Dayı da o zamandan bu yana, neredeyse her gün, hava şartları nasıl olursa olsun, Yeşil Koy’da o eski tekne üzerinde çalışıyordu. Ona, hastanede yattığı sırada bu tekneden bahseden de, kayıkhaneye yerleştikten sonra bir zamanlar çok sevdiği tekne yapımı işine dönmesi için onu yüreklendiren de Mary olmuştu. Abisinin her şeyden çok bir meşgaleye, ellerini kullanmaya, zanaatını yeniden hatırlamaya ihtiyacı olduğunu düşünüyordu ve bunu Jim’e de söylemişti. Jim dâhil herkes bunun imkânsız olduğunu düşünmüştü. Yelkenli yıllar boyunca her türlü hava şartına maruz kalmış,onarılamayacak derecede çürümüştü; zaten böyle bir ihtimâl olsa bile, Budala Billy −ada halkı ona bu ismi takmıştı− böyle zorlu bir işin altından kalkamazdı. Aksini iddia eden tek kişi Mary olmuştu. Ve çok geçmeden herkes, onun haklı çıkacağını anlamıştı. Konu tekne yapımı olduğunda, hakkında kim ne düşünürse düşünsün, Budala Billy ne yaptığını iyi bilen biriydi. Yıllar boyunca her geçen gün, Yeşil Koy’daki metruk tekne gitgide gençleşmiş, eski gösterişli ve güzel haline kavuşmuştu.
O sabah Jim kendi kayığına doğru yürürken, yan tarafına siyah harflerle Hispaniola yazılmış, yeşil boyasıyla göz kamaştıran tekne de iskelenin yanında duruyordu. Henüz bitmemişti belki ama Yeşil Koy’da yürüyen herkes teknenin gövdesine ait zarif çizgileri seçebiliyordu. Billy Dayı’nın daha birkaç hafta önce diktiği ana direk ile birlikte neredeyse tamamlanmış görünüyordu artık. Billy Dayı hiçkimseden yardım almadan −yalnız başına olmayı ve tek başına çalışmayı seviyordu− tekneyi hayata döndürmüştü. Evet, o tuhaf biriydi belki genel görüş bu yöndeydi; “biraz kaçık” olduğu konusunda herkes hemfikirdi− ama geride kalan yıllar boyunca, o eski tekne kalıntısı üzerinde yarattığı ve artık herkesin açıkça görebildiği mucize sayesinde tüm ada halkının saygısını kazanmıştı. Fakat buna rağmen adı “Budala Billy” kalmıştı, çünkü onun yıllarca hastanede yattığını, nereden geldiğini ve nasıl biri olduğunu bilmeyen yoktu.
Yeşil Koy’un kumlarında yürüyen Jim, teknesinin güvertesinde duran Billy Dayı’yı görebiliyordu şimdi. Billy Dayı, ana direği diktiği günden bu yana her gün yaptığı gibi, üzerinde beyaz bir kurukafa ve çapraz kemikler olan siyah korsan bayrağını direğe çekmekle meşguldü. Mary’nin onun için yaptığı Long John Silver şapkasını takmıştı ve şarkı söylüyordu. Billy Dayı bazen iyi gününde, bazen de kötü gününde olurdu. Bu sabah şapkasını taktığına ve şarkı söylediğine göre iyi gününde olmalıydı; böyle zamanlarda yaşamın Mary için çok daha kolay hâle geldiğini biliyordu Jim.
Çünkü Billy Dayı keyfi yerinde olmadığında aksi bir keçiye dönüşüyordu. Ve Jim’in bir türlü anlayamadığı bir sebepten dolayı, böyle günlerde en kötü davrandığı kişi Mary oluyordu. Oysa onu hastaneden kurtaran, eve dönmesini sağlayan ve onu en çok seven kişi Mary’di. Jim Hispaniola’ya hayranlık duymakla ve Billy Dayı’yı düşünmekle öylesine meşguldü ki, Alfie’nin kendi kayığı Penguen’in içinde, balığa çıkmak üzere hazırlık yaptığını o ana dek fark etmemişti. Şamandırayı çözen oğlan, babasının oradaki sığlığa doğru kürek çekmeye başladı. “Sen ne yaptığını sanıyorsun Alfie?” diye itiraz etti Jim, bir yandan da endişeyle arkasına bakarak. “Eğer annen seni burada görürse−” “Biliyorum baba, canıma okuyacak, o da ne demekse artık,” deyip gülümseyerek omuz silkti Alfie. “Okul teknesini kaçırdım. Şansa bak! Sen de oradaydın baba, beni almadan gittiklerini gördün. Öyle değil mi?” Jim mutluluğunu saklamayı beceremedi.
“Sen çok hınzır bir çocuksun Alfie Wheatcroft,” dedi kayığa binerek. “Bu huyunu kimden aldın bilmiyorum. Her neyse, eve bol miktarda balıkla dönsek iyi olur. Yoksa ikimizin de hayatı tehlikede demektir.” Yaklaşık bir saat sonra, Foreman Adası yakınlarındaydılar. Alfie, yolun bir bölümünde akıntıya karşı kürek çekmişti ve Jim onun dinlenmeye ihtiyacı olduğunu görebiliyordu. Küreklere geçti ve ıstakoz avlayıp avlamadıklarını kontrol etmek için sepetlerin bulunduğu yöne doğru götürdü kayığı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çocuk Kitapları Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAy'a Kulak Ver
- Sayfa Sayısı272
- YazarMichael Morpurgo
- ISBN9786052852057
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviTudem Yayınevi /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Söz Dinlemez Kalbim ~ Candace Camp
Söz Dinlemez Kalbim
Candace Camp
Leydi Irene Wyngate asla evlenmeyeceğine dair yemin etmiştir bu yüzden sert diliyle taliplerini kendisinden uzak tutar. Ancak korkutmayı başaramadığı tek bir adam vardır: Radbourne...
- Gökyüzü Çocukları ~ Katherine Rundell
Gökyüzü Çocukları
Katherine Rundell
Tanıştırayım. Sophie, bu Bayan Eliot, Sosyal Hizmetler’den. Bayan Eliot, bu Sophie, okyanustan. Herkes Sophie’nin bir gemi kazasında kimsesiz kaldığına inanıyor. Onu okyanusta sürüklenen bir...
- Gül Limanı Oteli ~ Debbie Macomber
Gül Limanı Oteli
Debbie Macomber
New York Times Bestseller yazarı Debbie Macomber’dan yürekleri ısıtacak yeni bir seri: Jo Marie Rose, Sedir Koyu’na yeni bir başlangıç yapmak ve biraz olsun...