“Ay Sarayı”, yeni Amerikan romanının en ilginç, en yetenekli yazarlarından biri sayılan “Paul Auster”ın en beğenilen romanı. Romanın başkişisi olan “Marco Stanley Fogg”, artık kıpırdamamaya, çalışmamaya, yemek yememeye ve bütün bunların doğuracağı tehlikeleri göze almaya karar verir. Böylece, nereye kadar gidebileceğini, bu süreç içinde neler olup biteceğini merak eder. 60’lı yılların çocuğu olan Fogg, yorulma nedir bilmeden geçmişinin anahtarlarını arar, yazgısının temel bilmecesinin yanıtlarını bulmaya çalışır. Manhattan’ın kanyonlarından Utah’ın çöllerine yolculuk yapan Fogg, şaşırtıcı ve zengin olaylarla ve kişiliklerle karşılaşır. Roman, insanların ay’da ilk kez yürüdükleri yaz mevsiminde başlayıp zaman içinde ileri geri hareket ederek, üç kuşağı kapsar. Rastlantı ve belleğin yönlendirdiği “Ay Sarayı”nda trajedi ve kefareti ödeme, lirizm ve mizah iç içedir. Bu roman, korkunç hayal gücü olan bir yazarın şimdiye kadar yazdığı en eğlendirici yapıtı sayılıyor…
1
İnsanların Ay’a ilk ayak bastığı yazdı. O zaman daha çok gençtim, yine de bir gelecek olduğuna inanmıyordum. Tehlikeli bir yaşam sürmek, kendimi zorlayabileceğim yere kadar zorlamak, oraya varınca da ne olacağını görmek istiyordum. Ama sonuçta, bunu pek beceremedim. Azar azar param suyunu çekti, ev elden gitti, sokaklarda yaşar oldum. Kitty Wu denilen kız olmasaydı, açlıktan ölebilirdim. Onu çok kısa süre önce bir rastlantıyla tanımıştım, ama giderek bu şans bana bir çeşit hazıra konmacılık, kendimi başkalarının aklını kullanarak ayakta tutma yolu gibi görünmeye başladı. Bu. olayın ilk bölümüydü. Sonra başıma tuhaf şeyler gelmeye başladı. Tekerlekli sandalyeyle dolaşan ihtiyarın yanında iş buldum. Babamın kim olduğunu öğrendim. Utah’dan California’ya kadar çölü yayan aştım. Tabii, bunlar çok eskidendi, ama o günleri iyi anımsıyorum, yaşamımın başlangıcı olarak anımsıyorum.
New York’a 1965 sonbaharında geldim. On sekiz yaşındaydım ve ilk dokuz ayı bir üniversite yatakhanesinde geçirdim. Columbıa Üniversitesi’nin dışarlıklı birinci sınıf öğrencileri kampusta kalmak zorundaydılar, ama ders yılı bitince Batı 112. Sokak’ta bir daireye taşındım. Sonraki üç yılımı, meteliksiz kaldığım âna kadar orada geçirdim. Koşulların aykırılığını hesaba katacak olursak, o kadar dayanmış olmam bile bir mucizedir.
O apartmanda binden fazla kitapla iç içe yaşadım.
Aslında kitaplar Victor dayımındı, onları otuz yılda yavaş yavaş toplamıştı. Tam üniversiteye gideceğim sırada, gönlünden koptu, kitapları ayrılık armağanı olarak bana vermeye kalktı. Almamak için elimden geleni yaptım, ama Victor dayı duygusal ve eli açık bir insandı, reddetmemi kabullenmedi. “Sana verecek param da yok. öğüdüm de,” dedi, “Beni mutlu etmek için bu kitapları al.” : Kitapları aldım, ama tam bir buçuk yıl kitapların durduğu kutuların hiçbirini açmadım. Dayımı onları geri almaya ikna etmeyi kuruyor ve bu arada başlarına bir iş gelsin istemiyordum.
Sonuçta, kutular o durumda epey işime yaradı. 112. Sokak’taki daire mobilyasızdı, paramı istemediğim ve kimsemin elvermediği eşyaya harcamaktansa, kitap kutularını “hayali eşya” parçalarına dönüştürdüm. Bulmaca yapmak gibi bir işti bu kutuları çeşitli modüler biçimlerde kümelemek, sıra sıra dizmek, birbirinin üstüne yığmak, sonunda ev eşyasına benzeyinceye kadar yeni yeni biçimler denemek. On altı kutuluk bir grup karyola işini gördü, on ikilik bir başka grup masa oldu, yedilik gruplar koltuk, ikilik bir düzenleme komodin oldu. Genelde tek rengin tekdüzeliği vardı, nereye baksanız hep o kasvetli açık kahverengini görüyordunuz, yine de bu becerikliliğimle gurur duymaktan kendimi alamıyordum Arkadaşlarım bunu biraz tuhaf buldular, ama benden tuhaflıklar beklemeyi öğrenmişlerdi artık. Yatağa girip on dokuzuncu yüzyıl Amerikan edebiyatının üzerinde düş göreceğini bilmenin verdiği doyumu bir düşünün, diyordum onlara. Tabağının altında tüm Rönesans yapıtlarıyla yemeğe oturmanın keyfini bir düşünün hele. Gerçekte, hangi kutuda hangi kitapların olduğu konusunda hiçbir fikrim yoktu, ama o zamanlar masal uydurmakta da üzerime yoktu, üstelik yalan bile olsa, o cümlelerin kulağa gelişi hoşuma gidiyordu.
Hayali mobilyalarımı neredeyse bir yıl, el değmeden durdu. Sonra, 1967 ilkbaharında Victor dayı öldü. Bu ölüm benim için müthiş bir darbe oldu, pek çok yönden yaşamımın en beter sarsıntısıydı. Victor dayı, yalnızca dünyada en sevdiğim insan değil, olup olacak tek akrabam, beni benden büyük bir şeye bağlayan tek bağ idi. Onsuz kendimi kaderin sillesini yemiş, yıkılmış görüyordum. Ölümüne bir biçimde hazırlıklı olsaydım, bunu kaldırmam daha kolay olurdu. Ama insan, her zaman sağlığı yerinde, elli iki yaşında birinin ölümüne nasıl hazırlıklı olur ki? Dayım, nisan ortasında bir güzelim akşamüstü durup dururken Ölüverdi; o anda yaşamım değişmeye başladı, bir başka dünyada yitmeye koyuldum.
Ailem hakkında söylenecek pek bir şey yok. Az kişi vardı, çoğu da uzun zaman ortalıkta görünmezdi. On bir yaşıma kadar annemle birlikte yaşadım, sonra o bir trafik kazasında, Boston’un karlı sokaklarında kontrolden çıkan bir otobüsün altında ezilip öldü. Aile resminde, zaten hiçbir zaman bir baba yer almadığı için, yalnızca ikimizdik, annem ve ben. Annemin kızlık soyadını kullanması, evlenmediğinin kanıtıydı, ama ben gayrı meşru olduğumu ancak annemin ölümünden sonra öğrendim Çocuk aklımla, bu konularda bir şey sormayı hiç düşünmemiştim. Ben Marco Fogg’dum, annem Emily Fogg. Chicago’daki dayım da Victor Fogg. Hepimiz Fogg’duk ve aynı aileden olanların aynı soyadını taşımasından daha akla yakın bir şey yoktu. Sonraları Victor dayım, babasının asıl adının Fogelman olduğunu, ama Ellis Adasındaki mülteci bürosundakilerden birinin bunu tek ‘g” ile Fog’a çevirdiğini ve 1907’de ikinci *g” eklenene kadar ailenin Amerika’daki adının Fog olduğunu anlattı. Dayım Fogein kuş anlamına geldiğini söyledi, içimde o yaratığın yuvalanmış olması fikri çok hoşuma gitti. Yiğit atalarımdan birinin bir zamanlar gerçekten uçabildiğim kuruyordum. Sislerin içinde uçan bir kuş, Amerika’ya gelinceye kadar hiç durmadan okyanus üzerinde kanat çırpan dev gibi bir kuş düşünüyordum.
Bende annemin hiç resmi yok, onu gözlerimin önüne getirmem zor oluyor. Onu ne zaman hatırlasam, kısa, koyu renk saçlı, çocuk bileği gibi incecik bilekli, zarif parmaklı bir kadın beliriyor kafamda ve birden, o parmakların bana değmesinin, beni okşamasının ne güzel bir duygu olduğunu anımsayabiliyorum. Hayalimde canlandığında hep gencecik ve güzel oluyor; bu da çok doğru, çünkü öldüğünde ancak yirmi dokuzundaydı. Boston ve Cambridge’de ufak dairelerde otururduk, annemin ne iş yaptığını algılayacak yaşta olmadığım halde, bir tür okul kitapları yayınevinde çalıştığını sanıyorum. Belleğimdeki en canlı görüntüler, birlikle sinemaya gittiğimiz, (Randolph Scott’un Westernleri. Dünya Savaşları. Pinokyo filmlerine) karanlık salonda oturup patlamış mısır yediğimiz ve el ele tutuştuğumuz anlar. Annem, beni kıkır kıkır gülme nöbetlerine sürükleyecek fıkralar anlatmasını becerirdi, ama bu çok seyrek, ancak gezegenlerin eşref saatte çakıştığı zaman olurdu. Çoğunlukla dalar gider, küskün bir surat aşıklığıyla dolaşırdı. Kimi zaman da gerçek bir mutsuzluğu yansıttığını, uçsuz bucaksız bir iç huzursuzluğuyla savaşıyor gibi olduğunu hissederdim. Büyüdükçe, beni çocuk bakıcılarıyla daha sık evde bırakıp gider oldu, ama annemin bu esrarengiz kayboluşlarının ne anlama geldiğini ancak çok daha sonraları. ölümünden uzun zaman sonra anlayabildim.
Babam konusunda ise. annemin sağlığında da. ölümünden sonra da, hiçbir şey bilmiyordum. Annemin benimle konuşmaya yanaşmadığı tek konu buydu ve ne zaman soracak olsam hiç istifini bozmaz, “Çok eskiden, daha sen doğmadan öldü,” derdi. Evde babamla ilgili hiçbir şey yoktu. Ne bir resim, ne bir isim. Bir şeye tutunma ihtiyacıyla. babamı Buck Rogers’ın siyah saçlısı ve dördüncü boyuta geçip dönüş yolunu bulamayan bir uzay yolcusu olarak düşlüyordum.
Annem Westlawn Mezarlığı’na, annesiyle babasının yanına gömüldü, ben de Chicago’nun Kuzey Yakası’na, Victor dayımın yanına gittim. O günlerin büyük bölümünü şimdi pek anımsamıyorum, ama çok üzüldüğümü, sızlandığımı, on dokuzuncu yüzyıl romanlarındaki içler acısı yetimler gibi hıçkıra hıçkıra uykuya daldığımı biliyorum. Bir gün, Victor’un ahbaplarından ne dediğini bilmez bir kadınla karşılaştık sokakta. Dayım beni tanıştırınca kadın ağlamaya, bir yandan mendiliyle gözlerini silerken. bir yandan da benim, Emmie’ciğin aşk çocuğu olduğumu söyleyip dövünmeye başladı. Bu sözü daha önce hiç duymamıştım, ama yine de tatsız ve bahtsız bir anlam taşıdığını kavradım. Bu tanımın ne demeye geldiğini Victor dayıma sorduğumda, hiç unutamadığım bir yanıt uydurdu: ‘‘Bütün çocuklar aşk çocuğudur,” dedi. “Ama yalnızca en seçkin olanlara bu ad verilir.”
Annemin ağabeyi, geçimini klametçilikle kazanan, uzun, sıska bacaklı, gaga burunlu, kırk üç yaşında bir müzmin bekârdı. Bütün Fogglar gibi amaçsız ve düşler içinde yaşamaya, bir anda her şeyi bırakıp kaçmaya, uzun süreli avareliklere yatkındı Cleveland Orkestrasında gelecek vaat eden bir müzisyen olarak çalışmaya başladıktan sonra, bu huyları giderek ağır basmaya başladı. Uyanamadığı için provaları kaçırdı, orkestradaki görevine kravat takmadan gitti, bir seferinde de Bulgar orkestra şefinin kulağının dibinde açık saçık fıkra anlatmak densizliğinde bulundu. Victor işten kovulduktan sonra, daha önemsiz ve her biri bir öncekini aratan orkestralara girdi çıktı. 1953’te Chicago’ya döndüğünde, mesleğinin bayağılığını kabullenmeyi öğrenmişti. 1958 Şubatı’nda onun yanına taşındığım sırada, klarnete yeni başlayan öğrencilere ders veriyor, düğünlerde, vaftiz törenlerinde, mezuniyet partilerinde çalan Howic Dunn’ın Mehtap Müzikleri grubunda çalışıyordu Victor. yükselme hırsı olmadığını biliyordu, ama aynı zamanda dünyada müzikten başka şeyler olduğunu da biliyordu. Hem de öyle çok şey vardı ki, Victor çoğu kez kendini onlara kaptırıp gidiyordu. Bir iş yaparken hep bir başka şeyi düşlediği için, kafasındaki bir satranç problemini çözmeden yeni bir parçayı prova etmeye başlayamıyor, satranç oynarken bir yandan da Chicago Cubs takımının yenilgilerini düşünüyor. maça giderken Shakespeare’in kahramanlarından biri aklına takılıyor, sonunda eve varıp eline kitabı aldıktan en çok yirmi dakika sonra klarnet çalma hevesine kapılıyordu. Bu yüzden de, nerede ise ve nereye gitse, ardında başarısız satranç hamleleri, sonuna kadar seyredilmemiş maçlar ve yarısı okunmuş kitaplar kalıyordu.
Yine de, Victor dayımı sevmek zor değildi. Yemekler annemin zamanından daha kötü, oturduğumuz evler daha ufak, daha derme çatmaydı, ama uzun vadede bunlar önemsizdi. Victor olduğundan başka türlü görünmeye çalışmazdı. Babalığın ona göre olmadığını bildiği için, bana çocuk gibi değil, arkadaş gibi, ufak ve çok sevdiği bir dost gibi davranırdı. Bu ikimize de uygun düşüyordu. Dayımın yanına geldikten bir ay sonra, ülkeler icat etmek, doğanın yasalarını altüst eden hayali dünyalar kurmak oyununu geliştirdik. Daha çok özen gösterdiğimiz (ilkeleri oluşturmak kimi zaman haftalarımızı alıyor, çizdiğim hantalar mutfak masasının üstündeki şeref köşesinde asılı duruyordu. Örneğin, Seyrek Işık Alan Ülke ve Tek Gözlüler Krallığı gibi olanlar. Gerçek dünyanın ikimize de çıkardığı zorlukları düşünecek olursak, bu dünyadan olabildiğince sık uzaklaşmak istememiz doğaldı.
Chicago’ya gidişimden kısa süre sonra, Victor dayım beni 80 Günde Devriâlem filmine götürdü. Öyküdeki kahramanın adı, tabii ki Fogg’du, o günden sonra Victor dayım, “perdede kendimizi gördüğümüz an” diye tanımladığı o tuhaf rastlantıya gizli bir gönderme yaparak bana Phileas demeye başladı. Victor dayım her konuda incelikli ve anlamsız teoriler geliştirmeye bayılırdı. Hele benim adımda, gizli üstünlükler keşfetmekten hiç usanmazdı. Marco Stanley Fogg. Dayıma bakarsanız, bu ad, gezginliğin kanımda olduğunu, yaşamın beni daha önce kimsenin ayak basmadığı yerlere taşıyacağını kanıtlıyordu. Marco, tabi ki Marco Polo’dan, Çin’e giden ilk Avrupalıdan geliyordu; Stanley, Dr. Livingston’un izinden “kara Afrika’nın yüreğine” ulaşan Amerikalı gazetecinin adıydı; Fogg ise dünyanın çevresini üç aydan daha kısa sürede dolaşan Philcas’ı simgeliyordu. Annemin Marco adını sırf hoşuna gittiği için seçmiş olması. Stanley’in dedemin adı olması, Fogg’un ise yarı cahil bir Amerikalı memurun yanlışından kaynaklanması hiç önemli değildi. Victor dayım kimsenin bulamayacağı yerlerden anlamlar çıkartır, sonra da bunları bir çeşit gizli güç haline getirirdi. Doğrusunu isterseniz, bana bunca ilgi göstermesi hoşuma gidiyordu ve söylediklerinin kum sıkı martaval olduğunu bilmeme karşın, yüreğimin bir yanıyla da her dediğine inanıyordum. Kısa vadede, Victor’un bu adlara anlam yükleme merakı, yeni okulumdaki ilk haftaların zorluğunu aşmama yardım etti. Ad, en kolay saldırılacak şeydir, Fogg adı da bir alay yakıştırmalara neden oldu: Fog. “sis’demek olduğu için, yığınla meteorolojik lakap takıldı: Kartopu Kafalı, Sulu Kar, Çisenti Ağız. Soyadımın cılkını çıkardıktan sonra, sıra adıma geldi. Marco’nun sonundaki “o“, Dumbo. Jerko, Mumbo. Jumbo gibi çağrışımlar yaptı, ama işi daha da ileri götürüp hiç akla gelmeyecek şeyler buldular. Marco, önce Marco Polo oldu; Marco Polo, Polo Gömlek adına dönüştü; Polo Gömlek. Gömlek Surat; Gömlek Surat. Götlek Surat ve sonunda Göt Surat oldu, ilk duyduğumda beni afallatan bir acımasızlıktı bu. Sonunda okuldakilere kendimi kabul ettirme sınavını geçtim, ama adımın kolayca yıpranabileceği duygusu içime kök saldı. Bu ad, benlik duygumla öylesine yakından bağıntılıydı ki, onu daha fazla yıpranmaktan korumak istedim. On beşimdeyken bütün ödev ve sınav kâğıtlarımı M.S. Fogg diye imzalamaya başladım. Bunu yaparken, modern edebiyatın ilahlarını taklit ettiğim kadar, adımın başharflerinde anlamını bulmaktan keyifleniyordum. Victor dayım bu yorumumu canı gönülden onayladı. “Herkes kendi yaşamının yazandır,” dedi. “Senin yazdığın kitap henüz bitmedi. Onun için, müsvedde sayılır. Bundan daha uygun ne olabilirdi?” Marco adı yavaş yavaş ortadan kalktı. Dayımın gözünde Phıleas’tım, üniversite çağma geldiğimde de herkes beni M S. olarak tanır olmuştu. Birkaç sivri akıllı, bu harflerin bir hastalığın başharfleri olduğunu da ortaya attı, ama artık kuyruğuma takılacak her türlü yakıştırmayı ya da alayı hoşgörüyle karşılar olmuştum. Kıtty Wu ile tanıştığımda, o da hana adlar taktı, ama onlar ona özgüydü, benim de hoşuma gidiyordu: Örneğin. Fogg çok özel durumlarda söyleniyordu. Cyrano ise sonradan anlayacağım nedenlerle takılmıştı. Victor dayım ‘ sağ olup da onu tanısaydı, sonunda Marco’nun karınca kaderince Çin’e ayak bastığını görmekten hoşnut olurdu.
Klarnet dersleri iyi gitmedi (soluğum isteksiz, dudaklarım sabırsızdı), çok geçmeden derslerden yakamı sıyırdım. Beysbol bana daha yatkın geldi. On birime vardığımda. her yere beysbol eldiveniyle giden, sağ yumruğunu günde bin kez eldivene indiren sıska Amerikan veletlerinden biri olup çıktım. Hiç kuşkusuz, beysbol, okuldaki zorlukların bir bölümünü aşmama yardımcı oldu. Okula başladığım ilkbahar Minikler Ligi’ne girince. Victor dayım beni yüreklendirmek için hemen bütün maçlara geldi. Ama 1958 Temmuzu’nda apar topar Minnesota daki Saint Paul’a taşındık (Victor, kendisine önerilen müzik öğretmenliğinden “bulunmaz fırsat” diye söz ediyordu). ancak, ertesi yıl yemden Chicago’ya döndük. Victor. ekimde bir televizyon aldı ve Whıte Sox’un altı maçta Dünya Kupası’nı kaybetmesini izlemek için okulu asmama göz yumdu. O vıl, Genç Wynn ve ya-ya-ya Sox yılıydı. Wally Moon’un ve bir vuruşta alanı çevreleyip kaleye dönme turlarının ün saldığı yıldı. Tabii Chicago’yu tutuyorduk. ama o çalı kaşlı adam son maçta topu auta atınca içten içe ikimiz de sevindik. Ertesi mevsim başında. Cubs’ı -beceriksiz, bir işe yaramaz Cubs’ı, gönül verdiğimiz takımı- tutmaya başladık yeniden. Victor, gündüz maçlarının ateşli bir savunucusuydu…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı) Tüm Kitaplar
- Kitap AdıAy Sarayı
- Sayfa Sayısı302
- YazarPaul Auster
- ISBN9789755102696
- Boyutlar, Kapak13X 20cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Deja Vu ~ John Hart
Deja Vu
John Hart
“SAYFALARI ÇEVİRİRKEN NEFESİNİZİN KESİLDİĞİNİ HİSSEDECEKSİNİZ.” Wall Street Journal “HART GÖZ ALICI, YENİ BİR YETENEK.” Entertainment Weekly “NEFİS… DERİNLİKLİ VE SIRLARLA DOLU BİR ROMAN.” Publishers...
- Fazladan Bir Gün ~ Fabio Volo
Fazladan Bir Gün
Fabio Volo
Renksiz metropollerin birbirine çok benzeyen günleri arasında sıkışıp kalmıştır, Giacomo. Soru sormayı unutan Giacomo için çalar saatin sesiyle, kendisini yüzeysel bir aşk ilişkisine davet...
- Ölüm Can Düşmanım ~ Elias Canetti
Ölüm Can Düşmanım
Elias Canetti
Nobel Ödüllü Elias Canetti’nin yaşadığı ağır bir ruhsal sarsıntı neticesinde doğan Ölüm Can Düşmanım, dünyayı değiştirmeyi amaçlayan güçlü bir istenç, bir yaşam projesidir. Canilerde, diktatörlerde,...