Ay Işığı, öykü alanında dünya edebiyatına damga vurmuş Fransız yazar Guy de Maupassant’nın on dört öyküsünden oluşan bir derleme.Edebiyat yaşamına Flaubert’in himayesinde başlayan Maupassant, benzerine az rastlanır gözlem gücü, küçük ayrıntıları değerlendirme ustalığı ve doğrudan söylenenin gerisindeki ince alayla kaleme aldığı eserleriyle öykü türünü adeta yeniden tanımlamıştır. Olaylara, nesnelere hep dışarıdan bakan, çok değişik çevrelerde, çok değişik insanlar arasında gezinen bu öykülerin büyük çoğunluğu, okuru derin bir gerçeklik duygusu içinde gülümsetir ya da ürpertir. Yazar, sıradan insanların yaşamındaki küçük dramlardan ve onların zihinlerini meşgul eden gündelik sorunlardan ironi yüklü çarpıcı hikâyeler çıkarır.Özlü, güçlü, keskin ve yalın bir anlatımla desteklediği gerçekliği ve kurgudaki ustalığıyla öykü türüne yeni bir anlayış getiren yazarın bu derlemesini Türkçenin usta kalemlerinden Tahsin Yücel’in çevirisiyle okuyacaksınız.
İçindekiler
Maupassant Öyküleri ………………………………………………. 11
Toparlak ………………………………………………………………… 17
Analar …………………………………………………………………… 61
Pierrot …………………………………………………………………… 69
At Üstünde ……………………………………………………………. 75
Bebek ……………………………………………………………………. 83
Kraliçe Hortense …………………………………………………….. 91
Mücevherler …………………………………………………………. 101
Hayalet ……………………………………………………………….. 111
Ay Işığı ………………………………………………………………… 121
İp ……………………………………………………………………….. 127
İşte Geldim ………………………………………………………….. 135
Toine …………………………………………………………………… 143
Takı …………………………………………………………………….. 155
Horla …………………………………………………………………… 165
Maupassant öyküleri
Yanılmıyorsam, 50’li yılların ilk yarısında, “Yeni Roman” akımının yavaş yavaş öne çıkmaya başladığı bir dönemde, Fransa’da yayımlanan bir yazın dergisinde, günün ünlü Fransız yazarları arasında Guy de Maupassant üzerine yapılmış bir soruşturma okumuş, şaşırıp kalmıştım. Şaşmamak da elde değildi: Maupassant’ın bütün yapıtlarını tanımıyordum, ama birkaç öykü kitabını okumuştum, bunlara bakarak büyük bir öykücü olduğuna inanmıştım; oysa bu soruşturmaya verilen yanıtların büyük bir bölümü derin bir horgörü içeriyordu: Bugün, 1996 yılında, belki kimilerinin adını anımsamakta bile güçlük çekeceğimiz birtakım yazarlar verip veriştiriyorlardı benim büyük öykücüme. Ne korkunç alaycılığını bırakıyorlardı, ne sonsuz karamsarlığını, ne kolaycılığını bırakıyorlardı, ne yüzeyselliğini, ne abartmacılığını bırakıyorlardı, ne dağınıklığını; neredeyse yazınla hiçbir ilgisi bulunmayan bir “magazin öykücüsü” olduğunu söyleyeceklerdi. Böyle bir soruşturma bugün yapılsa, büyük bir olasılıkla, değişik bir sonuç çıkar ortaya: Bugün, akımlar, okullar dönemi kapandıktan, yeni eleştiri yöntemleri, yeni sorgulama biçimleri getirdikten sonra, insanlar yazın yapıtlarına eskiye göre çok daha geniş bir açıdan bakıyorlar. Gene de, kırk yıl önce bile olsa, Maupassant gibi bir yazar konusunda bunca olumsuz yargının bir araya gelebilmesi şaşırtıcı değil mi? Bana sorarsanız, hayır; çünkü, biraz da koşulların zoruyla, insanların kanılarında önyargıların payı gerçek yargıların payından çok daha fazladır genellikle; Maupassant’ın bağlandığı gerçekçilik ve doğalcılık akımları da üzerinde eksik ve sakat bilgilerin, usa sığmaz önyargıların kaynaştığı bir alandır.
Örneğin bir Lukacs, Zola’nın kötü romancı olduğunu söylediği zaman, döneminin bu büyük romancısını tanımayan birçok okur, uçsuz bucaksız yazar ve yapıt bolluğunda, onu okuma dizelgesinden kolaylıkla silip atabilir. Maupassant’ın iyi bir yazar olmadığına, olamayacağına inanalım diye ileri sürülen kanıtlarsa, en azından ilk bakışta, çok daha geçerli gibi görünür. Bir kez, Zola’nın sözcülüğünü yaptığı, Maupassant’ın da yazarlık yaşamının başlangıcında bağlanır göründüğü akım, doğalcılık, seçkin yazın yanlılarının gözünde, hem fazla dizgesel, hem fazla çocuksu bir akımdır. Zola’nın, Huysmans’ın, Maupassant’ın akımın ilkelerine önce kendilerinin yan çizmeleri söz konusu ilkelerin aşılması gibi değil de yazarın çelişkisi ve yapıtın açmazı olarak değerlendirilir. Hiç kuşkusuz, Maupassant Zola’ya göre daha çabuk, daha kolay çürütür olumsuz yargıyı: “Gerçekçi, bir sanatçıysa, bize yaşamın sıradan fotoğrafını değil, gerçeğin kendisinden bile daha tüm, daha kavrayıcı, daha inandırıcı bir görüntüsünü vermeye çalışacaktır,” diyerek görünür gerçeğin ötesine göz diktiğini sezdirir, işlediği konular ve işleme biçimiyle de kanıtlar bunu. Ama, savlar üzerinde fazla durulmaması bir yana, küçümsenmesini kolaylaştıracak başka gerekçeler vardır: Bu gerekçelerin başında da çok kısa bir süre içinde gerçekten çok fazla yapıt vermesi ve bakışının hiç değişmemesine karşın, çok fazla çevreye, çok fazla kişiye, çok fazla izleğe el atması gelir. Gözlem yüzde yüz doğrudur: Guy de Maupassant 5 Ağustos 1850’de doğar, 1871’de asker olup savaşa katılır, Donanma Bakanlığı’nda küçük bir görev bulur, birkaç yıl sonra Eğitim Bakanlığı’na geçer, birdenbire ünlü bir yazar olmasını sağlayan Boule de Suif (Toparlak) genç doğalcıların ortak kitabı Les Soirées de Médan’da yayımlandığı zaman (1880) otuz yaşındadır; 6 Temmuz 1893’te öldüğüne, yaşamının iki yıla yakın bir süresini de korkunç delilik nöbetlerinin ardından kapatıldığı bir hastanede, bilinçsiz bir durumda geçirdiğine göre, bunca yapıtı oluşturmak için topu topu on bir yıl vardır önünde. Maupassant bu kısa süreye her hafta bir-iki gazeteye birden yetiştirilen, her biri en az 200 satır tutarında, 300 öykü sığdırır. Böylece öykü kitapları hızla birbirini izler, yılda iki-üç öykü kitabı birden yayımladığı olur: La Maison Tellier (1881), Mademoiselle Fifi (1882), Contes de la bécasse (1883), Clair de lune (1884), Les Soeurs Rondoli (1884), Miss Harriet (1884), Contes du Jour et de la Nuit (1885), La Petite Roque (1886), Toine (1886), Monsieur Parent (1886), Le Horla (1887), Le Rosier de Madame Husson (1888), vb. Bu öykü kitapları arasına, neredeyse aynı hızla, döneminin çoğu okurlarını büyülemiş olan, ilginç romanlar serpiştirir: Une Vie (1883), Bel-Ami (1885), Mont-Oriol (1887), Pierre et Jean (1888), Fort comme la mort (1889), Notre Coeur (1890). Bununla da kalmaz, örneğin Zola, Flaubert, Turgeniev üzerine oldukça ayrıntılı incelemeler yazar, üç de yolculuk kitabı yayımlar: Au Soleil (1884), Sur l’Eau (1888), La Vie Errante (1890).
Maupassant’ın ünlü bir yazar olduktan sonra bile bakanlıktaki görevini uzunca bir süre bırakmadığı, dostlarına, kadınlara, eğlenceye ve gezmeye fazlasıyla düşkün olduğu da göz önüne alınırsa, bu toplam gerçekten baş döndürücüdür. Ama, Balzac, Zola, Faulkner gibi örneklerin de gösterdiği gibi, çok yazmak ille de kötü yazmayı içermez: yazmaya ayırdığı zamanlarda, hatta kimi gezileri sırasında, ruhsal ve bedensel sağlığını tehlikeye atacak ölçüde yoğun ve kesintisiz çalışması bir yana, Maupassant kusursuz yazma tutkusunu yaşamın baş tutkusu durumuna getirmiş adamın: Flaubert’in oğluymuş gibi sevdiğini söylediği ve “öğrencim” diye nitelediği kişidir, büyük yazar candan bir gençlik arkadaşının yeğeni olan genç yazarı iş ve toplum yaşamında kollamakla, Zola gibi bir öncüyle tanıştırmakla kalmamış, yetişmesinde de öncülük etmiştir, onu başarı yolunda ivecen olmamak konusunda uyarmış, Maupassant da onun öğüdüne uyarak yıllar boyunca hiçbir şey yayımlamadan çalışmıştır. Böylece, Toparlak yayımlandığı zaman, okur gerçek bir anlatı ustasıyla karşı karşıya gelir. Yapıt, hiçbir biçimde bir Flaubert öyküsü değildir, ama Flaubert’e yakışır özlü anlatımın kusursuz bir örneğidir, benzerine az rastlanır bir gözlem gücü, küçük ayrıntıları değerlendirme ustalığı koyar ortaya, doğrudan söylenenin gerisinde ince bir alayı sürdürürken, kişisel çıkar duygusunun derinliği karşısında yurt sevgisi, ulusal onur gibi duyguların ne denli yüzeysel kaldığını, ama bu yüzeysel duyguların kendinden olmayanı dışlamak ya da ezmek için ne denli güçlü bir silah olarak kullanılabildiğini gösterir. Olaylara, nesnelere hep dışarıdan bakması, kişileri genellikle yalnızca görünüşleri, devinileri ve sözleriyle yansıtmasıysa, Flaubert’in anlatı sanatına getirdiklerini yeterince özümlediğini kanıtlar. Maupassant’ın, örneğin Ölümden Acı gibi kimi romanlarında, hiçbir şeyi atlamamak kaygısıyla, zaman zaman anlatıyı ayrıntıya boğduğu, gündelik ya da sıradan olanın hakkını vermek kaygısıyla tekdüzeliğe düştüğü, zaman zaman da kişilere ve olaylara dışarıdan bakma ilkesine yan çizip gözlemler geliştirdiği olur, ama, ilk öyküden son öyküye, her zaman bir anlatım, kurgu, gözlem ve ince alay ustası olarak kalır. Kısacası, sözünü ettiğim soruşturmada dile getirilmiş olan horgörü olsa olsa bir eksik bilgilenmenin, bir yanlış izlenimin ya da kendi dışındakini yok sayan, bağnaz bir yazın anlayışının sonucu olabilir. Yazarımızın çok fazla çevreye, çok fazla kişiye, çok fazla izleğe el attığı, gerçekten uzaklaşıp abartmaya düştüğü, buna karşılık kişilerinin genellikle bayağı, dünyasının dar ve umut kırıcı kaldığı konusundaki savlar da benzer nedenlerden kaynaklanır. Doğrudur, Maupassant bizi çok değişik çevrelerde, çok değişik insanlar arasında dolaştırır; ama, çok değişik ortamlardan, çok çeşitli kişilerden söz etmenin yazar için bir kusur olmaması bir yana, köy, kasaba, taşra ya da büyük kent hep bildiği, yaşadığı çevreler, köylüler, kasabalılar, esnaflar, küçük memurlar, sanatçılar, soylular hep yakından tanıdığı kişilerdir; çevrelerini, mesleklerini, toplumsal katmanlarını değiştirirken, onları değişmez bir biçimde bir bencillik ve çıkar ekseni çevresinde devindirmesiyse, Flaubert’de de bulduğumuz derin karamsarlığın sonucudur. Örneğin korku gibi dönüp dönüp geldiği tutkuların, saplantıların çarpıcılığına, kimi oluntu ve kişilerin kazandığı masalsı ya da olağandışı boyuta gelince, bunu yıllar yılı kalıtsal bir deliliğin her an yakasına yapışmasını beklemiş, bu deliliğin belirtileri arasında sık sık yaşamı kararmış, kendini öldürmesine ramak kalmış bir insanın yapıtında çok da aykırı görmemek, belki de gerçeğin görünmeyen yüzlerinden biri olarak değerlendirmek, üstelik, bu bir kusursa, masalsı ya da olağandışı öğeyle Maupassant’ın yapıtlarının ancak bir bölümünde karşılaşıldığını belirtmek gerekir. Ne olursa olsun, Maupassant’ın öykülerinin büyük çoğunluğu okuru hep derin bir gerçeklik duygusu içinde gülümsetir ya da ürpertir, ya da hem ürpertir hem gülümsetir. Bugün, gününü doldurmuş ve sığ bir gerçekçilik açısından bakılmadıkça, yazında “masalsı”yı, “olağandışı”yı bir kusur olarak nitelemek saçma görünüyor. Ancak, 50’li yıllarda Maupas sant’a yukarıdan bakan Fransız yazarlarının pek ağızlarına almadıkları, ama belirleyici olduğunu sandığım bir nedenleri daha vardı: onun öncelikle bir kısa öykü yazarı olması. Bilindiği gibi, çoğu Batı yazınlarında, özellikle de Fransa’da, kısa öykü ikincil bir tür olarak değerlendirilir, türe gösterilen horgörü ister istemez onu birincil türler arasına çıkarma yolunda en büyük başarıyı sağlamış yazara da yansır. Bir şey daha olur belki: Romanın hep birinci olarak görülmesi nedeniyle, Maupassant öncelikle romanlarına bakılarak yargılanır. Maupassant’ın romanları da öykülerinin yanında gerçekten sönük kalır. Maupassant’a uzun süre yukarıdan bakılmasının söylenmeden geçilen bir başka “olası” nedeni daha düşünülebilir: Flaubert, Rimbaud, Mallarmé, Cézanne, Manet gibi kimi romanın, kimi şiirin, kimi resmin boyutlarına boyut katmış çağdaşları yanında, fazla yalın, fazla açık ve fazla eski bir anlayışa bağlanır görünmesi. Bir yanılgı değilse, bu gözlem yalnızca Maupassant için değil, Zola ve izleyicileri için de geçerlidir. Ancak bilindiği gibi, Flaubert Zola’nın dostu, Maupassant’ın koruyucusu ve ustasıdır; Mallarmé, Huysmans’ın Tersine’sini okuduktan sonra “Prose pour des Esseintes’i1 yazar; Zola da Cézanne’ı ve Manet’yi ilk alkışlayan yazarlardandır. Bu birkaç olgu bile Flaubert ve Manet’nin yenileyiciliği, Cézanne’ın izlenimciliği ve Mallarmé’ nin simgeciliği ile Zola, Huysmans ve Maupassant’ın gerçekçiliği arasında sanıldığı ölçüde büyük bir uçurum bulunmadığını gösterir. Yazınsal göstergebilimin başyapıtı olan Maupassant, La Sémiotique du Texte: Exercices pratiques2 adlı incelemesinde, Algirdas Julien Greimas çok güzel vurgular bunu: Maupas sant’ın altı sayfalık bir öyküsünü (Mademoesalla Fifi adlı kitabında yer alan Deux Amis) üç yüz koca sayfa boyunca derinlemesine çözümleyip onun zengin anlam evrenini gözler önüne serdikten sonra, XIX. yüzyıl sonlarından beri, aynı toplumda yaşamış, aynı dili kullanmış, aynı sorunları paylaşmış bir kuşağın koşuk ve düzyazı ürünleri arasında kurula gelen simgecilik/ gerçekçilik karşıtlığının geçersiz olduğunu söyler. Ama, tek bir öyküsü üzerine üç yüz sayfalık bir başyapıt oluştururken, Greimas, dolaylı biçimde de olsa, bir şey daha söyler bize: Maupassant’ın düşündüğümüzden çok daha önemli bir yazar olduğunu.
TAHSİN YÜCEL
TOPARLAK
Günler boyunca, art arda, bozguna uğramış asker toplulukları geçmişti kentten. Takım makım denemezdi artık bunlara, dağınık güruhlardı. Adamların sakalları uzun, kirli, üniformaları parça parçaydı; bayraksız, alaysız, gevşek gevşek yürüyorlardı. Hepsi de şaşkın, bitkindi, düşünme, karar verme yeteneğinden yoksun görünüyor, sanki yalnız alışkanlıkla yürüyorlardı, sanki durur durmaz devrilivereceklerdi yorgunluktan. Sonradan silah altına alınanlar görünüyordu daha çok. Silahların ağırlığı altında bükülen barışçıl insanlar, rantiyeler; kolay ürperen, çabuk coşan, kaçmaya da, saklanmaya da hazır, küçük, atılgan gezgin muhafızlar; sonra, onların arasında, birkaç kırmızı pantolonlu, büyük bir çarpışmada tükenmiş bir bölüğün kalıntıları; bu çeşitli piyadelerle sıraya girmiş, hüzünlü topçular; bazı bazı da, piyadelerin görece hafif yürüyüşünü güçlükle izleyen ağır yürüyüşlü bir süvarinin parlak miğferi… Kahramanca adlar almış yardımcı asker lejyonları: “Bozgun İntikamcıları, Mezar Kardeşleri, Ölümü Paylaşanlar” da o haydut havaları içinde geçip gidiyorlardı. Başları, eski kumaş ya da hububat tüccarları, eski iç yağı ya da sabun satıcıları, paraları ya da bıyıklarının uzunluğu nedeniyle subaylığa getirilmiş, silahlarla, rütbe şeritleriyle donanmış rastlantısal savaşçılar, gümbür güm bür bir sesle konuşuyor, savaş planları üzerinde tartışıyor, can çekişen Fransa’yı kendi süvari omuzlarında tuttuklarını söylüyorlardı; ama, bazı bazı kendi askerlerinden, bu ipsiz sapsız, bu çoğu zaman da yiğit, yağmacı, ayyaş insanlardan korktukları oluyordu. Prusyalılar Rouen’a girecekti, öyle söyleniyordu. İki aydır, çevredeki korularda, bazen kendi nöbetçilerini de kurşunlayarak, çalılıklar arasında bir küçük tavşan kımıldadı mı savaşa hazırlanarak özenli keşiflere girişen ulusal muhafız kıtasının askerleri ocaklarına dönmüşlerdi. Eskiden ulusal yolların sınırlarını üç fersah öteden dehşete veren silahları, üniformaları, ölüm saçan bütün araçları birdenbire silinivermişti. Son Fransız askerleri de Saint-Sever ve BorougAchard yoluyla Pont-Audemer’e varmak için Seine’i geç mişlerdi; general de umutsuzdu, en arkadan geliyordu, bu darmadağın döküntülerle hiçbir denemeye girişmiyordu, yenmeyi alışkanlığa dönüştürmüş, destansı yiğitliğine karşın çok kötü yenilmiş bir halkın bozgunu içinde kendisi de şaşırmıştı, iki emir subayı arasında yaya gi diyordu. Sonra derin bir sakinlik, korkulu, sessiz bir bekleyiş çökmüştü kentin üstüne. Ticaretin iğdiş ettiği, göbekli birçok burjuva, şişlerinin, mutfak bıçaklarının silah sayılmasından korkarak yenmişleri kederle, kaygıyla bekliyorlardı. Yaşam durmuş gibiydi; dükkânlar kapalı, sokak dilsizdi. Bazı bazı bir kentli, bu sessizlik yüzünden çekingenleşmiş durumda, duvarlar boyunca hızla süzülüyordu. Beklemenin sıkıntısı, düşmanın gelmesini arzulattırıyordu. Fransız birliklerin gidişinden sonraki günün öğleden sonrasında, nereden çıktığı bilinmeyen birkaç mızraklı asker, kentten hızla geçti. Biraz sonra, Sainte-Catherine yokuşundan kara bir yığın indi, Darnétal ve Bois-Guillaume yollarında da başka iki işgalci dalgası beliriyordu. Üç kolun öncüleri aynı anda belediye alanında birleşti; bütün komşu sokaklardan, uyumlu, sert adımları altında kaldırımları çınlata çınlata taburlarını yayarak Alman ordusu geliyordu. Ölü, boş görünen evler boyunca, gırtlaktan gelen, yabancı bir sesle haykıran emirler yükseliyordu, kapalı panjurlar ardında gözler, bu utkun insanları, “savaş hakkı” ile kentin, servetlerin, yaşamların sahibi, efendisi olmuş kişileri izliyorlardı. Kentliler, kararmış odalarında, karşısında her bilgeliğin, her gücün boşuna olduğu yıkımların, yeryüzünün ölümcül altüst oluşlarının verdiği şaşkınlık içindeydiler. Kurulu düzen bozulunca, güven yok olunca, insan ve doğa yasalarının koruduğu her şeyin bilinçsiz ve vahşi bir şiddetin elinde kaldığı zamanki duygu belirir. Yıkılan evler altında bütün bir halkı ezen yer sarsıntısı; öküz ölüleri, çatılarda kopmuş direklerle birlikte boğulmuş kenti alıp götüren taşmış ırmak, ya da kendisini savunanı öldüren, ötekileri tutsak edip götüren, Kılıç adına her şeyi talan eden, Tanrı’ya teşekkürlerini top sesleriyle bildiren utkun ordu, ölümsüz adalete beslenen her inancı, Tanrı’nın koruyuculuğu üzerine, insan mantığı üzerine öğrendiğimiz her şeyi sarsan birer korkunç yıkımdır, aralarında fark yoktur. Ama her kapıyı birer küçük birlik çalıyor, sonra evlerde kayboluyordu. İstiladan sonra işgal başlıyordu. Yenilmişler için, yenenlere sevimli görünme görevi başlıyordu. Bir zaman sonra ilk dehşet geçti, yeni bir sakinlik başladı. Birçok evde, Prusya subayı yemeğini aile sofrasında yiyordu. Bazıları kibar çıkıyordu, nezaket gereği Fransa’ya acıyor, bu savaşa katılmaktan duydukları tiksintiyi anlatıyorlardı. Subaya bu duygusundan dolayı min nettar kalınıyordu; ileride, günün birinde, koruyuculuğu na gereksinim duyabilirlerdi. Ona iyi davranırlarsa, birkaç adam daha beslemekten kurtulabilirlerdi belki. Hem de tümden kendisine bağlı olunan bir insanı ne diye kırmalıydı? Cesaretten çok pervasızlık olurdu böylesi. – Pervasızlık da, Rouen burjuvalarının kusurlarından değildi artık, kahramanca direnişleriyle kentlerinin ün saldığı günler geçmişti.– Sonra, Fransız nezaketinden çıkarılan yüce mantığa uyuluyor, dışarıda içli dışlı görünmedikten sonra, yabancı askerlere evin içinde nazik davranmanın hiç de aykırı bir şey olmadığı düşünülüyordu. Dı şarıda birbirlerini tanımaz oluyorlar, ama evde seve seve konuşuyorlardı. Alman da böylece her akşam ortak ocağın başında daha fazla kalıp ısınıyordu. Kent bile yavaş yavaş her zamanki görünüşüne bürünmekteydi. Fransızlar şimdilik pek dışarı çıkmıyorlardı, ama sokaklarda Prusya askerleri kaynaşıyordu. Öte yandan, büyük ölüm araçlarını kaldırımlarda zorbalıkla sürükleyen süvari subaylarının basit halka karşı gösterdiği horgörü, önceki yıl aynı kahvelerde kafa çeken avcı subayların gösterdiği horgörüden daha fazla değil gibiydi. Gene de bir şeyler vardı havada, ince, bilinmedik bir şey, çekilmez bir yabancı hava, dört yana yayılmış bir koku gibi, istila kokusu. Evleri, alanları dolduruyor, yiyeceklerin tadını değiştiriyor, yolculukta, çok uzaklarda, barbar, tehlikeli oymaklar arasında bulunuluyormuş gibi bir etki bırakıyordu insanın üzerinde. Yenenler para, çok para istiyorlardı. Hep kentliler ödüyordu masrafları; nasıl olsa zengindiler. Ama Normandiyalı bir tacir ne kadar zengin olursa, her türlü özveri, kendi elinden bir başkasının eline geçtiğini gördüğü her servet parçası yüzünden çektiği acı da o kadar büyük olur. Bu arada, kentin iki-üç fersah aşağısında, Croisset’ye, Dieppedalle’e ya da Biessart’a doğru, denizciler, balıkçılar, ikide bir, bir bıçak ya da tekme vuruşuyla öldürülmüş, başı taşlarla ezilmiş ya da köprünün tepesinden itilmiş, üniformasının içinde şişmiş bir Alman cesedi çıkarıyorlardı ırmaktan. Bu karanlık, yabanıl, yasal öçleri, bilinmedik kahramanlıkları, bugün ortasındaki savaşlardan daha tehlikeli, yengi gümbürtülerinden uzak olan sessiz saldırıları nehrin balçıklarını kefenliyordu. Yabancı kiniyle silaha sarılan, bir Düşünce uğruna ölmeye hazır gözüpekler her zaman bulunurdu. İşgalciler kenti eğilmez disiplinleri altına almışlardı, ama utkulu ilerleyişleri boyunca yaptıkları söylenen korkunç şeylerin hiçbirini yapmadılar; bunun üzerine halka cesaret geldi, ülke tüccarlarının yüreği tecim gereksinimiyle çarpmaya başladı. İçlerinden bazılarının, Fransız ordusunun elinde bulunan Le Havre kentinde büyük çıkarları vardı, kara yoluyla Dieppe’e gidip buradan gemiye binerek bu limana varmayı denediler. Tanıştıkları Alman subaylarının etkinliğinden yararlandılar, başkomutandan bir gidiş izni koparıldı böylece. Dört atlı, büyük bir posta arabası tutuldu, on kişi arabacıya adını yazdırttı, bir salı sabahı yola çıkmaya karar verildi, her türlü toplanmayı önlemek için gün doğmadan gideceklerdi. Bir zamandır don yüzünden toprak sertleşmiş, pazartesi günü saat üçe doğru kuzeyden gelen koca bulutlar da kar getirmiş, bütün akşam ve bütün gece durmamacasına kar yağmıştı. Sabah dört buçukta, yolcular Normandiya Oteli’nin avlusunda toplandılar, burada arabaya bineceklerdi. Gözlerinden uyku akıyordu hâlâ, battaniyeler altında soğuktan titriyorlardı. Karanlıkta birbirlerini iyi göremiyorlardı; ağır kış giysileri bütün bu bedenleri uzun cübbeli, şişman papazlara benzetiyordu. Ama iki adam birbirini tanıdı, sonra bir üçüncüsü geldi yanlarına, konuştular, “Karımı da götürüyorum,” dedi biri. “Ben de.” “Ben de öyle.” Birincisi ekledi: “Rouen’a dönmeyeceğiz, Prusyalılar Le Havre’a da yaklaşırlarsa, İngiltere’ye geçeceğiz.” – Ruhsal yapıları birbirine benzediği için, tasarıları aynıydı. Bu arada araba koşulmuyordu. Ahır uşağının taşıdığı bir küçük fener, ikide bir karanlık bir kapıdan çıkıyor, bir başka kapıda görünmez oluyordu. Atların ayakları gübrelerle yumuşamış yeri dövüyor, yapının dibinden hayvanlarla konuşup küfreden bir erkek sesi geliyordu. Hafif bir çıngırak sesi, koşumlara el atıldığını haber verdi; sonra birden duru, sürekli bir titreyiş oldu bu gürültü, hayvanın devinimiyle uyum kazanmıştı, duruyor, sonra yeri döven nallı ayağın boğuk gürültüsünün eşlik ettiği sert bir sarsıntıyla yeniden başlıyordu. Kapı birdenbire kapandı. Bütün gürültüler kesildi. Donmuş kenterler susmuşlardı; kımıltısız, katılaşmış bir biçimde duruyorlardı. Ardı gelmez ak tanelerden oluşmuş bir perde yere doğru inerek durmadan ışıldıyordu; biçimleri siliyor, nesneleri bir buz köpüğüyle örtüyordu; kış altında kefenlenmiş durgun kentin büyük sessizliği içinde, döne döne yağan karın belirsiz hışırtısından başka bir şey duyulmuyordu. Gürültüden çok bir duyu, uzayı doldurur, dünyayı örter gibi olan hafif atomların birbirine karışması. Adam yeniden göründü, feneri elindeydi, kendi isteğiyle gelmeyen hüzünlü bir atı, yularından çekiyordu. Arabanın okuna yerleştirdi, kayışları bağladı, koşumları sağlamlaştırmak için uzun zaman çevresinde döndü, çünkü bir eliyle feneri tutuyor, yalnız bir elini kullanabiliyordu. İkinci hayvanı getirmeye giderken, şimdiden apak olmuş, kımıltısız yolcuları gördü. “Niçin arabaya binmiyorsunuz? Kar altında olmazsınız hiç değilse,” dedi.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıAy Işığı
- Sayfa Sayısı200
- YazarGuy de Maupassant
- ISBN9789750743153
- Boyutlar, Kapak 12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yok Yolcu ~ Kâmil Erdem
Yok Yolcu
Kâmil Erdem
Kâmil Erdem öyküleri bir akarsu gibidir, bir akarsuyun gereğini yapar, öyle olması, akması gerektiği için akar. Suyun uzunluğu, derinliği, içinde mi kıyısında mı, neresinde...
- Bir Dükkânı Beklemek ~ Uğur Nazlıcan
Bir Dükkânı Beklemek
Uğur Nazlıcan
“Bir Dükkânı Beklemek” “… elimde filmler, cebimde kırıntılarla dolaşmasam, ben kendimin masal kuşu olmaktan, kendi yolumu kendime kaybettirmekten kurtulur muyum?” Uğur Nazlıcan ilk kitabı...
- Sancho’nun Sabah Yürüyüşü ~ Haldun Taner
Sancho’nun Sabah Yürüyüşü
Haldun Taner
Haldun Taner’den unutulmaz öyküler “Sancho’nun Sabah Yürüyüşü” Yapı Kredi Yayınları Haldun Taner’in öykülerini ilk basımlarına uygun olarak ayrı ayrı çıkarmayı sürdürüyor. Bunlar arasında unutulmaz...