Hepimiz birbirimizin kırık parçalarıyız.Güzel günler geride kaldı. Dünya, savaş sancıları içinde. Livia’nın pastoral yazı sona erdi. Vichy Fransa’sının Avignon’unda, günden güne çürüyen bir şatodaki Constance kocasını ve arkadaşlarını kaybetmesine, Nazi sempatizanı kız kardeşinin inatçı sapkınlığına rağmen dürüstlüğünü korumak için mücadele ediyor.
Avignon Beşlisi’nin üçüncü kitabı olan, kralların ve papaların antik kenti Avignon’dan Doğu Akdeniz’in gizemli coğrafyasına uzanan Constance, savaşın ve işgalin, yalnızlığın ve çaresizliğin hikâyesi.
“Durrell olağanüstü yeteneklere sahip bir virtüöz.”
The New York Times
1
Avignon’da
Başlangıçta Ortaçağ Avignon’unun giriş kapısındaki iki yüksek kuleye, Avignon’un kent hayatının Gog ve Magog’una1 Quiquenparle ve Quiguengronge deniyordu. Bu küçük Roma’nın yurttaşları bu kapıdan gece gündüz, tıpkı uyuyan papanın kafasından geçiyor olabilecek anılar, sorular, duyumlar gibi geçiyordu. Büyük çanları gümbürdetenler kopardıkları onca gürültüyle pis şeytana meydan okuyordu. Çanların ürperti veren titreşimleri aşağıya doğru yelpaze gibi açılarak yayılıyor, o sırada sokakta bulunanların kanını seyreltip kulaklarını sağır ediyordu. Tehlike çanı çaldığı zamansa durum değişiyordu – bir orman yangınından çıkabilecek sese benzer, gittikçe artan bir gümbürtü kopuyordu ya da kızıştırıcı bir şişenin içindeki savaşçı arıların uğursuz vızıltısı gibi. O, onlarla bir tarih kadar uzun bir süre birlikte yaşamıştı, açlıktan neredeyse ölecek gibi olduğu şu andaki savaş sirenleri de onları anıştırır gibiydi. Ona neredeyse bilincini kaybettirecek kadar korkunç, ama onun dayanmayı becerdiği o dayaktan sonra kaledeki nemli bir hücreye atılmış, öylesine usturuplu bir biçimde duvara bağlanmıştı ki yere tam anlamıyla uzanamıyordu, çünkü dirseklerini bağladıkları gibi boynunu da duvardaki bir halkaya bukağılamışlardı. Quatrefages, bütün ağrı ve sancılarının birleşerek tek ve ezici bir acıya dönüştüğü, bu acının da kendi uyuşturucusunu ürettiği mutlu bir unutuş evresine ulaşmıştı. Külçe halinde yere yığılmış, başını duvara dayamıştı; ama ip bilerek kısa tutulmuştu. Şahdamarının üzerindeki basınç –ne tuhaf değil mi?– bayılmasını engelliyordu. Taş döşeli yokuşu tırmanıp garnizon alanına kayar gibi inen askerî taşıtların yumuşak gürültüsünü duyuyordu; lastik tekerlekler kayıyor, hareket eden ya da etmeyen bütün arabaların motorları gürüldüyordu. Sanki uzun bir kuyruk oluşturan atlı şövalyeler yiğitçe bir Tapınakçı serüvenine atılmak üzere, el feneri ışığında yola koyulmuş gibiydi, kaldırım taşı döşeli açılır kapanır köprünün üzerinde atların toynaklarından çıkan karmakarışık sesler onlara el sallayarak güle güle diyordu. Aşırı yorgunluk ve acının etkisiyle gördüğü bir tür gizli görüntü hayatının gerçek konusuna gömülmesine izin verdi – çünkü Tapınakçı söylentisini belgeleyen, söylencesel olabilecek gömünün yerine ilişkin ipuçlarını bulmayı uman kişi oydu. Şimdi de yeni engizisyonun eline düşmüştü, ama bugünün papazları griler giyiyor, alamet ve muska olarak gamalı haçlar taşıyorlardı. Onlarla birlikte ölüm erginlik yaşına ulaşmıştı. Böylece uzun araştırmasının meyvesi bu olmuştu – bilmediği gizleri söylemesi için işkence görmek! Umutsuz bir isteri nöbetine yakalanarak güldüğü zaman ağzına yumruğu indirmişler, dişlerini döküp gırtlağına tıkmışlardı. Ama bütün bunlar çok sonra oldu…
Constance ve Sam’e gelince; veda eden yalnız onlar değildi, çünkü bütün dünya veda ediyormuş gibiydi; gene de şu an asmaların arası tam bir mutluluk ve barış içinde küçük bir limandı. En yüksek noktasına ulaşmış Provance yazı çok yakında inişe geçecek ve ürün toplanma zamanı gelecek, ama kuşkusuz ürün kaldırılamadan çürüyecekti, çünkü bunu yapacak olanlar, çoktan silah altına alındı, barışsever asmaların oluşturduğu öteki orduya bakmak da kadınlara, çocuk ve yaşlılara kaldı. Bitkiler bütün gürbüzlükleriyle ortada dikilmiş duruyor, sık yaprakları, kucak gibi iki yana açılmış meyveleriyle mavi camsı göğe bakıyorlardı. Âşıklar henüz çok deneyimsizdi, ikisi de ne savaşın ne olduğunu biliyordu ne de nasıl davranacaklarını. Bu onları bir kararsızlığa itiyor, daha yeni yeni sevişmeye başlamaları gerçeğiyle bu kararsızlık daha da acı verici hale geliyordu; bir aydan fazla bir süreyi erginlik çatışmalarıyla geçirmiş, birbirleriyle ancak bundan sonra anlaşabilmişlerdi. Baş döndürücü kucaklaşmaları, sevişme eylemi konusundaki apaçık fiziksel bilgi boşluklarını kapatamıyordu. Bütün bunların üstüne şimdi de deli bir Alman boyacının onları zorla sokmuş olabileceği, istenmemiş bir savaşa hazırlıksız yakalanmışlardı: Hayır, bu savaşa inanmak olanaksızdı! Ama Sam’in üniforması gelmişti – savaş sanki onlara doğru gizlice bir adım daha yaklaşmıştı. Üniforma ile kep biraz büyük gelmişti, değiştirmeleri gerekiyordu. Sam, eski evin balkonlu katındaki aynanın önünde üniformayı denerken hem görkem hem budalalık duygusuna kapılıyordu. Sarılı-mavili yatak örtüsünün üzerine çıplak halde özentisizce uzanmış yatan, çenesini avucuna dayamış olan karısı hiçbir şey söylemedi. Oğlan öylesine kederli, şaşkın, öylesine de yakışıklı görünüyordu ki – asker üniforması ceketi ve henüz kokartı olmayan kepiyle çıplak bir adam! Sam kendi kendisine baktı, baktı, bir kişilik değişimi geçirdiği duygusuna kapıldı. Sonunda, “Ne pandomina, ama!” dedi arkasına dönerek, yüreğini kaplayan umutsuz bir acı dalgasıyla birlikte içtepisel bir biçimde karısını kucakladı. Kararsızlığının ateşlemesiyle gövdesini karısınınkine bastırdığında karısı göğüslerinin üzerinde düğmelerin soğukluğunu hissetti. Bütün dünyaya egemen olmuş deliliğin ortasında kendileri de epey delice bir şey yapmaya karar verdiler – evleneceklerdi! Ne budalalık! Her ikisi de böyle diyordu, her ikisi de gerçekten bu kanıdaydı. Ama –belki de sonsuza kadar– ayrılmadan önce birbirlerine yakınlaşmak için can atıyorlardı. Bu arada, o olağanüstü güzel yaz günlerinde, o kahrolası üniforma, dört oğlanın arasında ilk kavgayı başlatan şey oldu. Kavga daha başlarken de bitti; ufalanmaya başlamış duvarlarının üzerinde gün boyu kertenkelelerin uyukladığı ya da kavgalaştığı, gül çardaklı verandada, ay ışığında yirmibir oynarlarken olmuştu. Daha çok Blanford’daydı kabahat; insan vicdanının karşı çıkması gerektiği konusunda atıp tutarak kavgayı başlatmış, “sürü zihniyeti”ne kimliklerini teslim eden üniformalı adamlara burun kıvırarak, var olan gerginliği daha da körüklemişti. Edebiyat çevrelerinde o günün moda konuşmalarından biriydi. Ay öylesine parlaktı ki yan taraflarında, masanın üzerinde duran eski, titrek parafin lambasına hiç gerek yoktu. “Kes şunu artık Aubrey!” diye bağırdı Hilary, kız kardeşi Constance da sertçe onu yankıladı: “Evet, Aubrey, lütfen.” Ama bu konuşmaya kendi okunu da eklemeye engel olamadı (çünkü Sam yeni üniformasıyla gerçekten de harika görünüyordu): “Sırf Livia sana bu kadar acı çektiriyor, bütün yaz seni susta durdurdu diye!” Ok yerini bulurken Blanford kulaklarına kadar sarardı. Constance’ın kız kardeşiyle gerçekten de çok kötü zamanlar geçirmişti. Livia kendisinin ancak susuzluğunu yarı yarıya giderebildiği, kendi kendini yok edici bir gençlik aşkını Blanford’un yüreğinde kabartmak için ne gerekirse yapıyor, bir yandan da şu anda oturmuş, öfkeyle elini inceleyen ve, “Kasa sende galiba!” diyen onun genç konsolos arkadaşı Felix Chatto’ya hemen hemen eşit derecede düşkünlük gösteriyordu. Livia onların her ikisini de aptal durumuna düşürmüştü. Hayır, yalnızca gelgeç gönüllülük değildi, yani onu böylesine çekici kılan şey – ancak birbirini izleyen içtepileri arasında bir süreklilik yoktu, sivri uçların üzerinden atlıyor, neden olabileceği acıların üzerinde durma zahmetine bile girmiyordu. Ya taş yürekliydi ya da yüreğine dokunan bir şey olmamıştı hiç. Onu bu deyimlerle düşünmek can sıkıcıydı, ama başka çaresi de yoktu. Tam Aubrey ile Felix kesin sözlerini söyleme noktasının çevresinde dolanıp dururken, o geçmişte hep yaptığı gibi birden yoklara karışmış, adres olarak da bir Paris kafesinin, Münih’te bir ikincisinin adını bırakmıştı. Zavallı Blanford, ona bir yüzük alacak kadar ileriye bile gitmişti – kız bunun bu noktaya varmasına izin vermişti. Kendi yanlış hesabının, ama aynı zamanda yüreğinde Livia’nın uyandırdığı aşkın korkunç ağırlığının bilincinde olarak böylesine dokunaklı bir biçimde davranmasına şaşmamalı. Bu yetmezmiş gibi bir de şu lanet savaş! Yukarıdaki odasının penceresinden Constance onları, onların o inanç ve deneyimsizlik yansıtan, öylesine toy, öylesine güvensiz, genç, gonca yüzlerine bakarken yüreğinde birden bir acı duydu. Erkek kardeşi Hilary her zamanki gibi oturuyordu, bir bacağını ötekinin üzerine atmış, esmer parmaklarının arasında iskambil kâğıtlarını gevşekçe tutuyordu. Sarı saçları, ince, düzgün yüz çizgileri ve mavi gözleriyle ne kadar da yakışıklıydı! Halinde, tavrında Sam’in tavırlarının basitliği ve sıcaklığıyla karşılaştırıldığında aristokratça denebilecek bir kibir görülüyordu. Blanford ile Felix daha az dikkat çekiciydi – insan onların Oxford’dan buralara yeni düşmüş, kitaptan çıkma genç adamlar olduğunu kestirebilirdi. Ama Hilary bir müzikçiye benziyordu, kendine güveni tamdı, görüşleri ve tavırları açısından tam anlamıyla olgunlaşmıştı. Hatta bazen büyüklük taslayan, aşırı bilgiç, aşırı terbiyeli bir genç izlenimi veriyordu. Onda kız kardeşinin görkemi, içtenliği yoktu. Kız kardeşinin her zaman savunmasız kaldığı yerde soğukluk maskesi onu koruyordu. Constance, Blanford’u iğnelediğine üzülmüş, elinden geldiğince bu hatasını onarmaya çalışmıştı, bu arada Sam, sarhoşluğunun (ne de olsa seviliyordu) derinliklerinden yüce gönüllülüğünün taşıp arkadaşına karşı ilgi dolu, oldukça içtenlikli dostluk ifadelerine dönüşmesine izin veriyordu. O akşamın erken saatlerinde hepsi de soğuk suda yüzmek için su bendine inmişler ve Sam şöyle demişti: “Davranışları hiç değişmeyen, kestirilmesi pek zor olmayan Livia’nın, seni bu kadar mutsuz etmesine nasıl izin verebildiğini soruyor bana Constance hep.” Blanford inledi, çünkü arkasından ne geleceğini biliyordu: Constance’ın sabah kahvaltısından akşam yatana kadar ağızlarına tıkıp durduğu o sarhoş edici Viyana bilgisinden bir kaşık daha – Cenevre’deki çalışmaları sırasında edindiği bütün Freud bilgisi. “Livia kendi içindeki erkekle boğuşan bir kadın, bunun sonucunda da iğdiş edici bir dişi,” dedi Sam; bu sözleri söylerkenki yüz ifadesi son derece komikti. Bu duygulardan hiçbir şey anlamıyordu, düşünceyle ilgili konularda daha yetkilice görünme eğiliminde olan sevgilisinden duyup ezberlemişti bunları. “Çocuk cinselliği kuramının da, Constance’ın da canı cehenneme,” dedi Aubrey cesaretle. Aslında bütün bu kuram onu hem çekiyor hem de itiyordu, bütün yaz Constance’ın yanından eksik etmediği Almanca broşürlere gözucuyla, tiksintiyle bakmıştı. “Freud!” İnsanın, ah evet, oldukça başka nedenlerle âşık olduğunu biliyordu. Livia, Aubrey’nin not defterlerin….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAvignon Beşlisi 3: Constance ya da Yalnızlıklar
- Sayfa Sayısı464
- YazarLawrence Durrell
- ISBN9789750760389
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Her Gün Yeniden ~ Alice Laplante
Her Gün Yeniden
Alice Laplante
Eşsiz… Şiirsel ve sarsıcı. – The New York Times Book Review Hatırlamak, unutmak ve yeniden hatırlamak üzerine sarsıcı bir roman Geçmişinde başarılı bir cerrah...
- Hayvan Çiftliği – Bir Peri Masalı ~ George Orwell
Hayvan Çiftliği – Bir Peri Masalı
George Orwell
İngiliz yazar George Orwell (1903-1950), ülkemizde daha çok Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı kitabıyla tanınır. Hayvan Çiftliği, onun çağdaş klasikler arasına girmiş ikinci...
- Günahkar ~ Tess Gerritsen
Günahkar
Tess Gerritsen
Tess Gerritsen, zihninin karanlık kuytularında gezinen tüyler ürpertici ve kafa karıştıran cinayet kurgularını, Günahkar adlı romanında ustaca kaleme almış. Dünya döndükçe son bulmayacak olan iyi ve kötü arasındaki savaşı, ustaca şekillendirdiği karakterleriyle sahneye koyan Gerritsen korkuyu, son derece başarılı bir gerilim romanı olan Günahkar ile okuyucuların kalbine salıyor.