Büyük yenilgiler öylesine derine işler ki, yüzeyde gülümseyişin ötesinde hiçbir şey görünmez. Ve büyük, özel deneyimler yalnızca bir kez yaşanır, ne yazık!
Avignon: Kralların ve papaların şehri, tarihî Güney Fransa’nın başkenti, efsanevi Provence’ın kalbi. Diplomat Piers, kız kardeşi Sylvie ve İngiliz Doktor Bruce’un iç içe geçmiş spekülatif yaşamları, patlak veren İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte sonsuza dek değişir. Bu gelişme onları birtakım entrikaların, gnostik kültlerin, dinî ritüellerin içine sürükler ve kendilerini savaş sonrası Avrupa’sını şekillendirecek felsefi ve estetik anahtarların, bilgelik arayışının peşinde, gizemli maceraların içinde bulurlar.
Beş kitaptan oluşan Avignon Beşlisi, Hitler Avrupa’sından Ortaçağ’a, Fransız şatolarından Mısır çöllerine uzanan, coşku ve dehşetin, tutku ve ölümün destansı bir senfonisi; yalnızca Lawrence Durrell tarafından yazılabilecek bir başyapıt.
“Durrell bir sihirbaz. Bulutlarla kaplı kuleler, muhteşem saraylar ve görkemli tapınaklar yaratıyor, içlerine giriyor, muazzam olay örgüleri kuruyor ve her daim kendine hayran bırakıyor.”
The Times
*
Bir okuma şöleni
Lawrence Durrell kendisiyle yapılan son söyleşilerden birinde1 yapıtını üç evrede, üç süreçte gerçekleştirmeyi tasarlamış olduğunu söyler: Agôn, Pathos ve Anagnorisis. Agôn, Eski Yunan’da yarışmalara verilen addır. Antikçağ Grekleri dinsel bayramları agonistika (vücut ve düşünce yarışları) ve gymnastika (bedensel gösteri, jimnastik)’yla kutlarlardı. Duygulanım anlamına gelen Pathos deyimi Antikçağ’da, bir anlamda, Logos (usla kavrama) deyiminin karşıtı sayılmıştır. Anagnorisis’e gelince, Aristoteles, Poetika’sında, tanınma anlamına gelen bu kavramı tragedyanın öğelerinden biri olarak sayar. Anagnorisis, bilgisizlikten bilgiye geçiştir. Bu da, alın yazısının mutluluk ya da felaket için belirlediği kişilerin ya dostluğuna ya da düşmanlığına götürür insanı. Lawrence Durrell yanıtını şöyle tamamlar: Kara Defter, benim agôn’umdur, yani savaş alanım. Pathos bir tanıma tarzıdır; anagnorisis ise gerçekleştirme ve bütünsel kabuldür. İnsanın, nevrozunun tıkanmış karbüratörünü açması için bu evreden geçmesi gerekmektedir. İskenderiye Dörtlüsü2 benim için pathos’tu. Yakın zamanda her şeyi kabul etme umuduyla, benim anagnorisis’im olan Avignon Beşlisi’ni tamamlamaya çalışıyorum. Kara Defter’de yazar, ağır bir ruhsal ve aktörel bunalım yaşamış ve bu onun agôn’u olmuştur. Tıpkı savaşa giderkenki durum gibi. İnsan, dönebilirse tepeden tırnağa değişmiş olarak döner savaştan. Durrell da Kara Defter’den sonra artık bambaşka bir insandır.
Yazarına göre, İskenderiye Dörtlüsü, kişiliğin bağıntılı ve belirli olmadığını telkin eden bir Avrupa romanıdır. Dörtlü yalnızca gerçekliğin değişkenliği üzerinde değil, insan kişiliği üzerinde de durur, onun da belirsizliğini göstermeye çalışır. Einstein’ın görelilik kuramının roman anlatı yöntemine yansımasıdır romancının uyguladığı kurgu. Nesnenin algılanmasını sağlayan üç boyuta, Einstein’ın “zaman” boyutu, dördüncü boyut olarak eklenmiştir. Bunun sonucu olarak, dördüncü kitap olan Clea’da belirgin bir zaman ekseni de duyumsanır. Justine’de (1. basım: s. 82; 2. basım: s. 76), bir kahramanının söylediği gibi kitabının “düş kurmasını” istemektedir. Yukarıda belirtildiği gibi, İskenderiye Dörtlüsü, kişiliğin belirli ve bağıntılı olmadığını ama özel nitelikler oluşturduğunu telkin eden bir Avrupa romanıdır. Avignon Beşlisi ise kişiliğin ayrımını tartışma konusu yapan bir Tibet romanıdır. Durrell, Dörtlü’de yararlandığı, matematiğin ve nesneye bakışımızın temelinde bulunan dört boyutuyla Budizmin beş skanda’sı (öğesi) arasında bir birleşme noktası kurmaya çalışmaktadır. Buddha’ya göre, her var olan şey (ister doğal, ister ruhsal olsun) şu beş öğenin karışımından oluşmuştur: Özdeksellik, duygu, algı, zihinsel biçimlenme ve farkında olma… Buddha’ya göre her şey özdekseldir. Buddha, ayrıca, evrenin hiçbir yerinde, öncesiz ve sonrasız ve değişmeyen bir varlığın bulunmadığını söyler. Açıkça, tanrılık varsayımını yadsır. Durrell bu beşlemenin simgesine uygun olarak beş kitap düşünmüştür: Monsieur ya da Karanlıklar Prensi; Livia Diri Diri Gömülmek; Constance ya da Yalnızlıklar; Sebastian ya da Güçlü Tutkular ve Quinx ya da Kusursuzluk Peşinde. Birincisi 1974 yılında, sonuncusu ise 1985’te yayımlanan beş romanın mekânı da Dörtlü’de olduğu gibi gene bir kenttir: Avignon. Örneğin, Constance’ta Justine’in süründüğü kokuyu tanımak nasıl olası ise, İskenderiye’yle Avignon da bilinircilerin (gnostiklerin) tarihsel varlığıyla birbirine bağlıdır. Yazar, Dörtlü’de İskenderiye’yi matematiğin temelinde bulunduğu için seçmiştir. Avignon’a gelince Ortaçağ ve Rönesans düşüncesi aşağı yukarı bu kentte biçimlenmiş, banker ve asker niteliğiyle tanınan Tapınak tarikatının da merkezi olmuştur. Beşli’de, geri planda da olsa önemli bir yer tuttuğu için bu tarikattan söz etmemiz gerekiyor: Bu şövalye tarikatı, 1119 yılında Kudüs’te Fransız şövalyesi Hugues de Payens ve birkaç şövalye arkadaşı tarafından kuruldu. Öğreti olarak Augustinusçuluğu benimseyen tarikatın amacı, kutsal kent Kudüs’ü korumaktı. Zamanla rahiplerin de katıldığı bu tarikat bir hayli genişledi ve güçlendi. Özel bir banka kurdukları, krallara bile borç verecek kadar zenginleştikleri söylenir. Zenginlikleri öylesine artmıştı ki Fransa kralı Yakışıklı Philippe ve Papa V. Clemens’la araları açıldı. Sonunda, zenginliklerine el koymak isteğinin de etkisiyle, tutuklandılar ve Engizisyon Mahkemesi’nde işkence gördüler. Doğu’da şarap ve Hasan Sabbah’ın Batıni Haşhaşiye tarikatıyla tanışan tarikat üyeleri, aynı zamanda, tanrısal bilgiye tümüyle ulaşılabileceğini ileri süren gnostisizm’den de etkilenmişlerdir. Daha sonra, 1957 yılında Avignon yakınlarındaki Sommières’e yerleşen Lawrence Durrell, bir gün, tarikat üzerine yazılmış bir incelemeyi okurken, teslim oluşlarındaki gizden etkilenip serüvenlerini ve gizlerini yeni bir romanın malzemesi yapmaya karar vermiş. Beşli’nin ilk romanı Monsieur ya da Karanlıklar Prensi3 garip bir intiharla (belki de ritüel bir cinayettir) başlar ve bu intiharın nitelik ve nedenini araştırarak gelişir. Bu süreç içinde, bir çift aşk üçgeni sahneye gelir: Birisi erkek kardeşi, birisi kocası olan iki eşcinsel arasında kalan bir kadın ve birisi karısı, birisi karısının sevgilisi, iki lezbiyen arasında kalan bir İngiliz yazar. Tutkuları ya da hastalıklarıyla birbirine bağlı bu altı simetrik kişiye, bunların üzerinde etkili olan üç kişi daha eklenir: Tapınak mezhebiyle ilgili araştırmalara tutkun bir İngiliz tarihçi; gnostisizm tarikatı üyesi bir İskenderiyeli erkek ve Çingenelerle birlikte dünyayı dolaşan bir banker kızı. Bu insanların çoğu; roman, mektup, tarih incelemeleri yazarlar ve günlük tutarlar. Birbirlerinin yazılarına girdikleri gibi, Monsieur de bunların metinlerinden parçalar aktarır. Bütün bunlar, yazarın ölüm, aşk, delilik, Tanrı ve şeytan bağlamında düşüncelerini sergilemesine yardımcı olurlar. Beşli’nin ilk ayağı, başka bir deyişle, bir “beşli”nin çaldığı partisyonun ilk mouvement’ı olan Monsieur, kendi ürettiği ve çevresinde oluşacak yapıtın niteliksel düzgüsünü de temsil ediyor; çünkü birden fazla roman içeriyor, birden fazla romanı kapsıyor: Bir bölümün gerçekliği, kendisini izleyen bölümün öncüsü, romanesk malzemesi oluyor ve bu böyle sürüyor. Yazarın “prizmatik görme” (algılama, tasarım) adını verdiği bu yönteme, bu usta işi ayna oyunlarına, okur, Justine’den bu yana artık alıştı. Aslında, “alıştı” dememek gerek; artık yabancı değil aynanın yansıtmalarına. Roman, anahtar-kişinin ölümüyle başlıyor: Tapınak mezhebine ona ihanet etmek amacıyla giren bir soylunun soyundan gelen Piers de Nogaret, daha önce de belirttiğimiz gibi intihar eder ve kız kardeşi Sylvie aklını yitirir. Yapıtın geri kalan bölümü, bu başlangıç darbesinin neden olduğu özekteş, aynı merkezden çıkan dalgaların betimlenmesinden, yorumlanmasından oluşur: Her ilişki, kendisinden daha derin bir başka ilişkiyi; her durum, kendisinden daha geniş boyutlu bir durumu açımlar. Sylvie’nin kocası Bruce, olay yerine gelir ve romanın ikinci yarısında söz alır. Örgü yumağı açıldıkça, Piers ile kız kardeşi Sylvie arasında bir ensest tutku bulunduğu; Piers’in intiharına ise, Mısır’da bulunduğu sırada girdiği bir gnostik tarikatın neden olduğu anlaşılır. Nihayet, Bruce’ün eline geçen kâğıtlar arasında, ortak arkadaşları, romancı Rob Sutcliffe’in “Venedik Defterleri” de bulunmaktadır. Rob Sutcliffe bu bitmemiş romanında, Bruce-Sylvie-Piers aşk üçgenini ele almıştır. Kitabın ikinci bölümünde söz alan Sutcliffe aracılığıyla yeni bir aşk üçgeni keşfederiz: Sutcliffe ve onun umutsuzca sevdiği karısı Pia; Pia’nın âşık olduğu, olağanüstü güzel, Amerikalı zenci kadın Trash. İkinci üçlünün ortaya çıkmasıyla birinci üçgen gerçekliğini yitirir: Daha önce olanlar belki de yazılmakta olan (work in progress) bir romanın parçalarından başka bir şey değildir; tanıdığımız Bruce, Sylvie ve Piers, belki de romancı Sutcliffe’in bir yeniden yaratısıdır. Bütün yapıt, biri ensestin, öteki eşcinselliğin izlerini taşıyan bir çift “inançsız üçleme”nin üzerinde yoğunlaşır. Bir çift üçgen, kim olduğu belli olmayan yaratıcılarının zihninde gnostik kavramını da yansıtır: Kitabın ortalarında bilgin Akkad tarafından açıklandığına göre, her şeyin kaynağında bir üçlü (iki erkek ve bir dişi) bulunmaktadır. Monsieur’de dünyanın, özellikle de çağdaş dünyanın reddi anlamına gelecek ipuçları da var: Kitabın sonuna doğru Akkad, bu reddi uzun bir mektupla açıklar: Tarihin akışı değiştirildi, insan duyarlığının ekseni tümüyle yanlış okundu, yanlış yorumlandı; mal mülk edinme ve onun gölgesi olan tüketim, insanın yüreğini mühürledi ve Monsieur, “Karanlıklar Prensi” –çünkü şeytan bir gentleman’dir– çağcıl dünyada egemenlik sürmektedir. Burada duruyorum. Çünkü neredeyse romanı iyice özetleyip işin tadını kaçıracağım. Çağımızın son birkaç “büyük” romancısından biri olan Lawrence Durrell, 27 Şubat 1912’de Jalunda’da (Hindistan) doğdu. Sekiz ya da dokuz yaşında, babası kendisine ne olmak istediğini sorduğunda, “Yazar olmak isterdim,” diye yanıtladı. İlk şiirlerini on dokuz yaşında yazdı ve ilk romanı Pied Piper of Lovers’ı (Âşıkları Peşinden Sürükleyen Kavalcı) 1935 yılında, yirmi üç yaşında yayımladı. Hindistan’dan ayrılan ailesi Adriyatik Denizi’ndeki Korfu Adası’na yerleşti. Bu sırada, daha sonra en yakın dostu olacak olan Henry Miller’la tanıştı ve on romanlık (İskenderiye Dörtlüsü ve Avignon Beşlisi’yle birlikte) bir büyük yapıtın ilk mouvement’ı (eleştirmenler bu müzik deyimini özellikle kullanıyorlar) olan Kara Defter’i (1938) yayımladı. Diplomatik mesleği (Attilâ İlhan onun casus olduğunu söyler), onu dünyanın dört bir yanına sürükledi: Kahire, İskenderiye, Rodos, Arjantin, Yugoslavya ve Kıbrıs. 1957 yılında Güney Fransa’ya yerleşti ve İskenderiye Dörtlüsü’nün ilk kitabı olan Justine’i yayımladı. 1970’ten sonra Avignon Beşlisi’ni yazmaya başladı. Resimlerini Oscar Epts adıyla imzalayan ve ilk sergisini 1970 yılında, Paris’teki Galerie de Seine’de sergileyen yazarın resimleri, şu günler, Sommières’deki “Lawrence Durrell İnceleme ve Araştırma Merkezi”nde sergileniyor. Lawrence Durrell, 1990 yılının Kasım ayında Sommières’deki evinde öldü. Biraz önce, “çağımızın son birkaç büyük romancısından biri” olarak tanımladığım Durrell’ın büyüklüğü nereden geliyor? Vladimir Vokoff’un “Muhteşem Lawrence”4 olarak tanımladığı yazarla ilgili olarak, İskenderiye Dörtlüsü’nün Türkçe baskısına yazdığı önsözde şunları söyler Akşit Göktürk:5 “İngiliz yazınında roman alanında Henry James, Joseph Conrad, James Joyce, Virginia Woolf, Dorothy Richardson gibi anlatı ustalarının yöntem deneylerinin neredeyse unutulduğu, gelenekçi çizgide sıradan romanların yaygınlaştığı dönemde Durrell’ın anlatı yöntemini kendine sorun edinen bir yazar olarak ortaya çıkması çok ilginçtir. Einstein ile Freud’un bilimsel kuramlarından esinlenerek geliştirdiği anlatı yöntemiyle roman biçiminde yeni bir devrimi dener Durrell… İngiliz yazınının Elizabeth çağı yazarları gibi, Shakespeare gibi, Joyce gibi, dilin bütün olanaklarının tadını çıkarma çabasında bir yazardır. En kabasından en incesine değin türlü insan yaşantısını, güzeli, çirkini, gülüncü acıklısı, yücesi aşağılığı, açığı kapalısıyla coşkuyla yazar. Bu bakımdan dörtlü dizisi, her şeyden önce sözcüğün gücüne, unutulmuş bir söylem biçimine yeniden dönüştür.” Şimdi, 1970’ten sonra iyice yaygınlık kazanan “metin üretme” döneminde dilin yazınsal yapıtın merkezine oturtulduğu savını ileri sürenler çıkabilir. Doğrudur, son otuz yılda, yazınsal yapıtın her şeyden önce bir dilsel yaratı olduğu elbette anlaşılmıştır ama yazınsal yapıtın içermesi gereken “şey”de iyice ihmal edilmiştir. Bu “şey”, yani tarihsel, toplumsal, felsefi, insani katmanlar Lawrence Durrell’ın yapıtının “serüven” örgüsünde ve kurgusunda bütün görkemleriyle yer alırlar. Yaşam, aşk, ölüm ve zaman kavram ve süreçleri; bunların irdelenmesini yazınsal yapıtın özeğine oturtmak; insanın inancını ve inançsızlığını bunlar karşısında denemek bir yazarın Yunan tragedyasının yolunu seçtiğini gösterir. Yunan tragedyası çok yalındır ama yolu uçurumlarla döşenmiştir. Durrell bu uçurumlardan hiçbirine düşmemiş, doruklarda ise başı dönmemiştir. Lawrence Durrell, düşünen, düş gören ve “yaratan” bir yazardır; gerçek bir dil ve biçem ustasıdır. Yazımı, Durrell’a sorulan bir soru ve yazarın bu soruya verdiği yanıtı6 aktararak bitireceğim: Soru: “Karşıtlıkları geliştirmeyi seven bir aykırı düşünce (paradoks) adamısınız: Güneyi, Akdeniz’i seçmiş bir Kuzeylisiniz; inançlara ve dinlere karşı büyük bir ilgi duyan bilinmezcisiniz (agnostik), çileciliğe eğilimleri olan (ama) nefsine düşkün ve ehli keyif bir insansınız; zengin bir barok üslupla yazan özlü söz konuşmacısınız, yalnız yaşamayı seven büyük bir toplumcul insansınız… Bu tuhaf davranışların nedeni ne, bu karşıtlıkları kendinizde uzlaştırmayı nasıl başarıyorsunuz?” Yanıt: “Sizi Çinli filozof Zhuangzi’nin bir öyküsüyle yanıtlayacağım. Bir gün çömezlerinden biri ustasının yanına gelip şöyle demiş: ‘Üstadım, elli yıl çalıştıktan sonra suyun üzerinde nasıl yürüneceğini öğrendim.’ Usta onu şöyle yanıtlamış: ‘Bravo ama vazgeçebilir misiniz?’ Aykırı düşüncenin temel olduğunu sanıyorum. Ben, Budizmin Groucho Marx’ı olan Zhuangzi’nin öğüdünü dinledim.”
Özdemir İnce Şişli, 2 Ekim 1992
1
“Outremer”
Paris’ten güneye inen tren, öteden beri bindiğimiz hep aynı trendi; mavimsi ışıklarını alacakaranlık görüntüleri üzerine parıltılı bir solucan gibi uzatan, hep o ağır aksak, uzun katar. Tren, Provence’a şafakta, çoğu kez de çevreyi bir kaplan postu gibi harelendiren benekli ay ışığı eşliğinde varırdı. Ne kadar iyi anımsıyordum, o ne kadar iyi anımsıyordu! Bir zamanlarki ben olan Bruce ve her gün azar azar karaladığım bu sözcükleri yazarken dönüştüğüm Bruce. Beklenmedik duruşları, beklenmedik gecikmeleri olan bir tren; herhangi bir yerde, dağ başında bile uykuya dalabilir, orada öylece düşüncelere dalıp saatlerce kalabilirdi. Belleğin çırpıntıları ve girdapları gibi – örneğin, “intihar” sözcüğünün çevresinde anafora kapılan düşünceler gibi, ürkmüş kurbağa yavruları gibi. Bizim tren, gideceği yere hiçbir zaman zamanında varmadı, hiçbir zaman da varmayacak. Katarın sonunda, ışıkları yanan üçüncü sınıf kompartımandaki yalnız yolcu, bunları düşünüyordu. Bu adam, donuklaşmış aynada kendini seyrediyordu. Bahar başlangıcında hep böyle olurdu, diye geçirdi içinden – ta tıp öğrencisi olduğu günlerde bile. Bu mevsimde, tren yankılar yaparak Dijon’dan çıktı mı bomboş olurdu. (Oraya gitmeyeli ne kadar olduğunu anımsamaya çalışıyordu ama köşesine çekilmiş, yarı uyur yarı uyanık otururken, gerçekte buradan hiç uzaklaşmamış gibiydi. Ya da en azından kendinden bir parça, şehrin gölgeli sokaklarında ve ıssız alanlarındaydı her zaman.) Ama mavi bir telgrafın çağrısı üzerine, Kuzey kışından bahar başlangıcına emekleyerek, eskilerden farklı bir dönüştü bu kez. Hem de böyle bir yolculuk için berbat bir mevsimdi! Kuzeyde kar fırtınası demiryolu trafiğini felç etmişti, burada ise bahar, toprağın donunu neredeyse çözmeye kararlı gibiydi. Dut ağaçlarının yeşil kuşağını geçip zeytin bölgesine gelince, insan buna iyiden iyiye inanıyordu; çünkü şafak kurşuniliğinde bile, altın renkli mandalinalar, Epikuros’un Yunan bahçelerindeki gibi hevenk hevenk salınıyordu. Yolcunun gözleri, iki yandan uçup giden görüntülere, ne olduklarını görmeden değip geçiyordu.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAvignon Beşlisi 1: Monsieur ya da Karanlıklar Prensi
- Sayfa Sayısı344
- YazarLawrence Durrell
- ISBN9789750760366
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Gökyüzümüzdü Okyanus ~ Patrick Ness
Gökyüzümüzdü Okyanus
Patrick Ness
Beyazperdeye de uyarlanan Canavarın Çağrısı’nın Carnegie Madalyalı yazarı Patrick Ness’ten, dünya edebiyatının en önemli klasiklerinden Moby Dick’in hikâyesini yeniden yaratan, görsel bir başyapıt: Gökyüzümüzdü Okyanus. Etkileyici üslubu...
- Aşıklar Korusu ~ Maeve Binchy
Aşıklar Korusu
Maeve Binchy
‘Açgözlülük, ihanet ruhsal sorunlar, yalnızlığın verdiği keyif, modern iş kadının stresi… Yalın dokunaklı bir anlatım… Maeve Bınchy hep bir numara.” Publishers Weekly 1. bölüm...
- Adınla Çağır Beni ~ André Aciman
Adınla Çağır Beni
André Aciman
Aşk birden çıkar insanın karşısına, yakalamak ya da ıskalamak size kalmış. Bazen “aşk” olduğunu anlamazsınız, bazen de anlasanız bile onu tutmak, kendinize saklamak zordur....