Nobel Edebiyat Ödüllü Saul Bellow’un yazarlık hayatında bir zirve, bir dönüm noktası olan Augie March’ın Maceraları unutulmaz bir zihinsel ve ruhsal enerji romanı.
Genç ve yakışıklı kahraman Augie March; Chicago’dan Meksika’ya, Amerika’dan Avrupa’ya sürekli seyahat ederek farklı toplumsal dünyalar arasında mekik dokur. Toplumun en dibindeki yoksullar ve suçlularla vakit geçirmeyi sevdiği gibi zengin züppeler, bohemler ve siyasetçilerin hayatına da meraklıdır. Augie’nin ulusal, fiziksel ve sınıfsal bariyerleri aşan yolculuğu bir aşamada kendi bilincine yönelip modernist bir boyut da kazanır. Toplumsal baskılara bireysel özgürlük ve seyahat arzusuyla direnen Augie March’ın Maceraları umut ve iyimserlik dolu bir büyük deneysel yapıt.
“Saul Bellow, Nobel Edebiyat Ödülü’nü öncelikle Augie March’ın Maceraları’yla hak etmiştir.”
Harold Bloom
“Augie March’ın Maceraları’nı tam anlamıyla kavramak isteyen okur çok katmanlı bir okumaya hazır olmalıdır.”
Robert Dutton
*
I
Ben Şikago doğumlu –Şikago, hani şu kasvetli şehir– bir Amerikalıyım, her şeyi, kuralları umursamadan kendi bildiğim gibi yaparım; anlatacaklarımı da kendi üslubumla anlatacağım: Kapıyı ilk çalan ilk girer;1 bu kapı çalış bazen masumdur, bazen de o kadar masum değildir. Ama Herakleitos’un dediği gibi insanın yazgısını tayin eden onun karakteridir, ve nihayetinde kapıyı ses geçirmez hale de getirseniz, elinize eldiven de geçirseniz bu çalışın niteliğini kamufle etmenin hiçbir yolu yoktur. Herkes bilir ki bazı gerçekleri gizlemek, ancak anlaşılabilirlikten ve doğruluktan taviz verme pahasına mümkündür; bir şeyi gizlerseniz, bir sonrakini de gizlemek zorunda kalırsınız. Anneme çok düşkün olsam da ebeveynlerim benim için çok şey ifade etmiyordu. Annem cahil bir kadındı ve ondan öğrendiğim şeyler onun bana öğrettikleri değil, benim hayattan çıkardığım derslerdi. Öğretecek çok şeyi yoktu zavallı kadının. Kardeşlerim ve ben onu severdik. Her iki kardeşim adına konuşuyorum; büyüğü için bunu rahatlıkla söyleyebilirim; küçüğüne, yani Georgie’ye gelince bir cevabım yok –doğuştan zekâ geriliği var– ama tahminde bulunmam da gerekmiyor; arka avlunun tel çiti boyunca aksaya aksaya, geri zekâlılara has gerginlikle tırıs giderken bir şarkı söylerdi:
Georgie, Machy, Augie, Simey
Winnie, Machy, heykes, heykes sevey Anacığı
Lausch Nene’nin kanişi, aşırı besili, tıknefes bir köpek olan Winnie dışında herkes için doğruydu bu. Ana, Lausch Nene’nin olduğu kadar Winnie’nin de hizmetçisiydi. Köpek gürültülü bir şekilde soluyarak, gaz çıkararak yaşlı hanımın taburesinin yanındaki üzerine tüfekle bir aslana nişan alan bir Berberi resmi işlenmiş minderin üzerinde yatıyordu. Nene’nin özel malıydı, onun maiyetine aitti; biz geriye kalanlar uyruklardık, özellikle de Ana. Ana köpeğin mama çanağını Nene’ye uzatıyor ve Winnie yiyeceğini yaşlı hanımın ayağının dibinde, yaşlı hanımın ellerinden alıyordu. Yaşlı hanımın elleri de, ayakları da küçüktü; bacaklarını İskoç ipliğinden buruşuk bir kumaşla sarıyordu; ayaklarında pembe şeritli gri –ah, şu keçe grisi, ruhların zorba grisi– pantuflalar vardı. Oysa Ana’nın ayakları kocamandı ve evde genellikle bağcıkları olmayan erkek ayakkabıları giyiyordu ve başında hayalî bir beyni andıran türban şeklinde doladığı pamuklu bir kumaş oluyordu. Yumuşak başlı ve uzun boyluydu, Georgie’nin gözleri gibi yumuşak bakışlı, yeşil, yuvarlak gözleri vardı ve uzun çehresinde tatlı bir tazelik. Ev işleri yapmaktan elleri kıpkırmızıydı, neredeyse hiç dişi yoktu –bu ayrıntıları aklıma geldiği gibi anlatıyorum– o ve Simon aynı tarazlanmış kazağı ortaklaşa giyiyorlardı. Yuvarlak gözlü olmasından başka Ana’nın yuvarlak camlı gözlükleri vardı; onları almak için onunla birlikte Harrison Sokağı’ndaki bedava dispansere gitmiştim. Oraya Lausch Nene’nin öğrettiği şekilde yalan söylemek için gittim. Şimdi yalan söylemenin o kadar da gerekli olmadığını biliyorum, ama o zamanlar herkes gerekli olduğunu düşünüyordu, özellikle de gençlik yıllarımda yoksul semtimizin sokaklarını doldurduğunu gördüğüm sürüsüne bereket Machiavellilerden biri olan Lausch Nene. Böylece biz evden çıkmadan önce her şeyi hazırlamış olan, gerekli düşünceleri ve cümleleri bir araya getirebilmek için buz gibi odasında kuştüyü yorganının altında büzüşerek uzun saatler geçirmiş olması gereken Nene kahvaltıda bana ayrıntılı açıklamalar yaptı.
Ana’nın bu işin altından kalkabilecek kadar zeki olmadığını düşünüyordu. Belki de zeki olmaya gerek olmadığı hiç aklımıza gelmiyordu; bizim için oynanacak bir oyundu bu. Dispanser gözlük parasını neden Hayır Kuruluşları’nın ödemediğini bilmek isteyecekti. Bu yüzden Hayır Kuruluşları hakkında bir şey söylememek, ama babamdan bazen para geldiğini, bazen de gelmediğini ve Ana’nın eve pansiyoner aldığını söylemek gerekiyordu. Ayrıca bu doğruydu da, bazı gerçekleri görmezden gelmek, sessizce geçiştirmek gibi bir yola başvurdunuz mu hakikatin ta kendisiydi. Her halükârda onlar için yeterince doğruydu ve ben bunu dokuz yaşımda mükemmelen anlıyordum. Hem de bu tür manevralar yapamayacak kadar patavatsız olan ve kitaplardan İngiliz okul çocuklarına has bir tür onur kavramı edinmiş olan kardeşim Simon’dan daha fazla. Yıllar yılı Tom Brown’s Schooldays2 onun üzerinde bizim durumumuzdakilerin kaldıramayacağı bir etkide bulunmuştu.
Simon çıkık elmacık kemikli, kocaman gri gözlü sarışın bir çocuktu ve bir kriket oyuncusunun kollarına sahipti; gördüğüm resimler üzerinden hüküm veriyorum, yoksa softball’dan3 başka bir şey oynamışlığımız yoktu. Ama onun o İngiliz tavırları III. George’a duyduğu yurtsever öfkeyle çelişiyordu. Zamanın belediye başkanı okul yönetim kurullarına, krala karşı daha sert ifadeleri olan tarih kitaplarını kullanmalarını emrediyordu ve Simon, Cornwallis’e4 verip veriştiriyordu. Bu yurtsever coşkuyu, generale sanki kişisel düşmanıymış gibi duyduğu öfkeyi ve onun Yorktown’da teslim olmasından duyduğu ve çoğu defa öğlen yemeğinde sosislerimizi yerken gösterdiği memnuniyeti takdir ediyordum. Nene öğleleri bir parça haşlanmış tavuk yerdi ve bazen kirpi saçlı, küçük Georgie için kursak bulunurdu, kursağı çok seven Georgie bu çizgili şeyi soğutmaktan çok ondan alacağı zevki uzatmak için üflerdi. Ama Simon’un bu savaşçı, safkan gururu dispanserde yapılacak nazik görev için onu uygunsuz kılıyordu; o, yalan söyleyemeyecek kadar gururluydu ve bunu yapmaktansa herkesi ele verebilirdi. Bu işte bana güvenebilirlerdi, çünkü ben bundan hoşlanıyordum. Biraz strateji uygulamayı seviyordum. Bu beni heyecanlandırıyordu da; benim kendi ilgi duyduğum konular olduğu gibi, –Cornwallis beni pek sarmasa da– Simon’ın ilgi duyduğu konulara da Lausch Nene’ninkilere de ilgi duyuyordum. Söylemem istenen cümlelerin hakikate uygunluğuna gelince, bir pansiyonerimiz olduğu doğruydu. Lausch Nene bizim pansiyonerimizdi, akrabamız falan değil. Masraflarını biri Cincinnati’de, biri Racine, Wilconsin’de oturan iki oğlu karşılıyordu. Gelinleri onu istememişti ve Odessalı kudretli bir işadamının –düğmelerini sıkı sıkıya iliklediği kruvaze bir ceket ve yelek giyinmiş, bize yukarıdan bakan, dazlak, favorili, iri burunlu bir ilah (Bay Lulov’un büyütüp rötuşladığı resmi salonda asılıydı; boy aynasıyla, sobanın borusu arasında)– dulu olan o bizimle yaşamayı seçmişti, çünkü yıllardan beri bir evi yönetmeye, emretmeye, hükmetmeye, çekip çevirmeye, konuştuğu bütün dillerde komplo kurmaya ve entrika çevirmeye alışkındı. Rusça, Lehçe ve Yidiş dilinin yanı sıra Fransızca ve Almanca da konuşuyor olmakla övünüyordu; ancak Division Sokağı’nın rötuş sanatçısı Bay Lulov’dan başka kim onun Fransızca bilip bilmediğini doğrulayabilirdi ki? O da az sahtekâr, az pişkin değildi, hani. Paris’te bir zamanlar araba sürücülüğü yapmış olmasından başka, doğruysa, dediğine göre başparmağını masa boyunca dans ettirdiğinde çınlayan bir avuç dolusu bozuk parayla tempo tutarken bir kurşunkalemi dişlerine vurarak müzik yapmak ve bu arada satranç oynamak gibi şeylerin yanı sıra Fransızca da biliyormuş.
Lausch Nene ister satranç ister klabyasch5 olsun gözlerinde parıldayan altın sarısı bir ışıkla Timur gibi zalimce oynuyordu. Klabyasch’ı oyunu kendisine öğreten komşumuz Bay Kreindl ile oynuyordu. Kreindl kütük gibi elleri olan, iri göbekli, güçlü kuvvetli bir adamdı; kartlarını masaya, “Shtoch! Yasch! Menel! Klabyasch!” diye bağırarak atarken Nene ona alaycı gözlerle bakardı. O gittikten sonra bazen, “Eğer bir Macar dostun varsa, düşmana ihtiyacın yok,” derdi. Ama Bay Kreidl’in düşmanlıkla bir ilgisi yoktu. Sadece, eğitim çavuşu gibi havlaması nedeniyle bazen tehdit edici bir havası oluyordu. Eski bir Avusturya-Macaristan askeriydi ve görünüşünde, tavırlarında askerce bir şeyler vardı: top kundağı itmekten gerilmiş bir boyun, sefere katılmış bir erin kırmızı yüzü, güçlü bir çene, altın kaplama dişler, biraz şaşı bakan yeşil gözler ve yumuşak, tümüyle Napolyon dönemine has kısa bir saç. Ayakları Büyük Frederick’i hoşnut edecek bir açıyla dışa doğru bakıyordu, fakat boyu muhafız olmak için gerekenden otuz santim kısaydı. Fevkalade bağımsız bir görüntüsü vardı. O ve karısı –komşuların yanında sakin ve alçakgönüllü, ama evde kavgacı bir kadın– ve dişçilik okuyan oğlu evin önündeki yarı gömülü bodrum tabir edilen bir yerde yaşıyorlardı. Oğul Kotzie akşamları köşedeki eczanede çalışıyor ve Belediye Hastanesi yakınlarındaki bir okula devam ediyordu; bedava dispanserden Nene’ye söz eden oydu. Ya da daha doğrusu, devlete ve belediyeye ait kurumlardan ne kadar yararlanabileceğini öğrenmek için onu çağırtan yaşlı kadındı. Yaşlı kadın her zaman birilerini, kasabı, manavı, seyyar meyve satıcısını çağırtır ve March ailesine indirim yapılması gerektiğini açıklamak için onları mutfağa alırdı. Ana genelde sessizce yanlarında dikilirdi. Yaşlı kadın, “İşte kendiniz de görüyorsunuz… daha fazla şey söylememe gerek var mı?” derdi onlara. “Evde erkek yok, büyütecek çocuklar var.” Bu onun en çok kullandığı tezdi. Sosyal hizmetler görevlisi Lubin, tanıdık silueti, dazlak kafası, altın çerçeveli gözlüğüyle ve dudaklarında sabırsız bir gülümsemeyle gelip kendini bütün ağırlığıyla mutfakta bir sandalyeye bıraktığında Nene hemen saldırıya geçerdi: “Çocukların yetiştirilmesini nasıl beklersiniz ki?” Adamcağız dinlerken sakin kalmaya çalışır, ama yavaş yavaş elindeki çekirgelerden bir tekini bile kaçırmamaya kararlı bir adama dönüşür ve “Sevgili hanımefendi, Bayan March kiranızı artırabilirdi,” diye karşılık verirdi. Lausch Nene buna çoğu kez –çünkü onunla yalnız kalmak için bizi dışarı çıkardığı da olurdu– şöyle cevap verirdi; “Ben olmasam, başlarına ne gelir, siz biliyor musunuz? Onları bir arada tuttuğum için bana müteşekkir olmalısınız.” Hatta hiç şüphem yok ki, “Yarın öldüğümde, Bay Lubin, sırtınıza nasıl bir yük bindiğini göreceksiniz,” bile demiştir. Buna yemin edebilirim. Bize, egemenliğinin bir gün sona erebileceğini ima edip otoritesini zayıflatacak hiçbir şey söylemezdi. Bundan başka, bunu duymak bizi şoke ederdi; bizi çok iyi tanıyan, mucizevi şekilde düşüncelerimizi okuyabilen o –tebaalarının yüreklerinde ne oranlarda sevgi, nefret ve korku olduğunu tam olarak bilen hükümranlardan biriydi– bizim nasıl şoke olacağımızı anlardı. Ama Lubin’e, siyaset icabı ve gerçekliğinden şüphe edilemeyecek duygularını ifade etmesi gerektiği için bunu mutlaka söylemiş olmalıdır. Bay Lubin her zaman duruma hâkimmiş gibi görünmeye çalışmakla birlikte, “Beni böyle müşterilerden kurtar” duygusuyla sabrı taşmak üzereymiş gibi bir havaya girerdi. Melon şapkasını bacaklarının arasında tutar (her zaman daracık olan pantolonu, beyaz çoraplarını ve ayak parmakları civarında pörtlemiş, kırış kırış, kara ayakkabılarını açıkta bırakırdı) ve elindeki çekirgeyi bir süre içine bıraksa mı bırakmasa mı diye kendisiyle boğuşuyormuş gibi bakardı şapkaya.
“Gücümün yettiği kadar ödüyorum,” derdi Lausch Nene. Şalının altından sigara tabakasını çıkarır, bir Murad’ı6 dikiş makasıyla ikiye böler ve ağızlığını alırdı. Henüz kadınların sigara içmediği bir dönemdi. Aydın kesim dışında, ki ihtiyar kadın kendini öyle nitelerdi. Ağızlığını küçük, kara dişetleri arasına kıstırdığında bütün kurnazlığı, kötülüğü, otoriterliği ortaya çıkar, en iyi stratejilerini geliştirirdi. Eski bir kâğıt torba gibi buruşuktu; inatçı, entrikacı bir zorba; yırtıcı bir bolşevikti; pembe şeritli gri pantuflaları içindeki küçük ayakları Simon’ın elişi dersinde yaptığı taburenin üzerinde durur, taburenin yanındaki minderde kötü kokusu bütün evi dolduran ihtiyar Winnie uyuklardı. Zekâ ve memnuniyetsizliğin illa bir arada bulunmasının gerekmediği yaşlı kadından öğrendiğim bir şey değildi. Onu tatmin etmek imkânsızdı. Her konuda güvenebileceğimiz Kreindl’i alın mesela, Ana hasta olduğunda kömürü yukarı taşıyan, ilaçlarımızı bedava hazırlaması için Kotzie’ye talimat veren Kreindl’e “şu beş para etmez Macar” veya “Macar domuzu” derdi. Kotzie’ye “pişmiş elma”; Bayan Kreindl’e “sinsi kaz”; Lubin’e “ayakkabıcının oğlu”, dişçiye “kasap”, kasaba “çapsız hilebaz” derdi. Birçok defa kendisine takma diş yapmaya çalışan ve başarısız olan dişçiden nefret ediyordu. Dişlerinin izini çıkarırken dişetlerini yakmış olmakla suçluyordu onu. Ama dişçinin ellerini ağzından itmeye çalışmıştı. Ben buna bizzat şahittim; kısa kolları bir ayıyı zapt edebilecek kadar güçlü, soğukkanlı, yapılı bir adam olan Dr. Wernick ona karşı elinden gelen özeni göstermiş, boğuk feryatlarına ve kendisini tırmalamasına kararlılıkla dayanmıştı. Nene’nin böyle mücadele etmesini seyretmek hiç de kolay bir şey değildi ve biliyorum ki Dr. Wernick benim de orada olmamdan hiç hoşnut değildi, ama Nene nereye giderse gitsin ya Simon ya da ben ona kavalyelik ederdik. Bu defa bitkin bir şekilde eve dönerken yaslanacak bir omuz kadar, Dr. Wernick’in zalimliğine ve beceriksizliğine tanıklık edecek birine de ihtiyacı vardı. Daha on yaşımda ondan azıcık kısa ve onun pek de fazla olmayan ağırlığını taşıyacak kadar kuvvetliydim.
“Nefes almamı engellemek için pençelerini nasıl yüzüme koyduğunu gördün,” dedi. “Tanrı onu kasap olsun diye yaratmış, o gitmiş dişçi olmuş. Elleri çok ağır. Dokunuş bir dişçi için her şeydir. Elleri bu işe uygun değilse bu mesleği yapmasına izin verilmemeli. Ama karısı onu okula göndermek ve ondan bir dişçi yaratmak için çok çalıştı. Ben de tuttum dişetlerimi yaksın diye ona gittim.”
Biz, geriye kalanlar, dispansere gitmek zorundaydık; yüzlercesi bir askerî teçhizat deposu kadar geniş bir alanda toplanmış onca dişçi koltuğuyla bir rüya gibiydi dispanser; camdan üzüm desenleriyle süslü yeşil küvetler, böcek bacaklarını andıran kablolarının ucunda asılı matkaplar, porselen döner tepsiler üzerindeki gaz alevleri… pencereleri kafesli, önlerinde ve arkalarında muhteşem tamponlar bulunan kırmızı tramvayların doldurduğu, kesme taştan belediye binalarıyla çevrili Harrison Sokağı’nın kasvetli gürültüsüne, patırtısına doğru yürüyorduk. Tramvaylar gürültüyle yavaş yavaş ilerler, pnömatik frenleri kış ikindisinin grimsi çamurları üzerine ya da yaz günleri kül ve duman kokusu sinmiş tozlu çıplak taşlar üzerine solur; aksakları, kamburları, tek bacaklıları, koltuk değneklileri, diş ve göz ağrısı çekenleri ve kimbilir daha ne dert sahiplerini indirmek için sağlık merkezlerinin önünde uzun uzun dururdu.
Bu yüzden gözlük için anneme eşlik etmeden önce her zaman oturup büyük dikkatle dinlemek zorunda olduğum talimatlar alırdım yaşlı kadından. Annem de bir gaf yapmasın diye bu derslerde hep hazır bulunurdu. Ona asla ağzını açmaması tembihleniyordu. “Unutma, Rebecca,” diye tekrarlıyordu Nene, “bırak her şeye Augie cevap versin.” Ana evet demek için bile ağzını açmaksızın boyun eğiyor, elleri yaşlı kadının giymesi için ona seçtiği şişe yeşili elbisenin yanardöner kıvrımları üzerinde sessizce oturuyordu. Çok sağlıklı ve pürüzsüz bir cildi vardı, hiçbirimiz onun o sağlıklı cildini miras almamıştık ya da delikleri geriye doğru dönük olan ve aralarındaki küçük bölmeyi gösteren burnunu. “Hiçbir şeye karışmayacaksın. Eğer sana bir şey sorarlarsa, Augie’ye şöyle bakacaksın.” Ve annemin dönüp bana nasıl bakacağını gösteriyordu; her zamanki yüceliğinden sıyrılıp onu o kadar güzel taklit ediyordu ki. “Bir şey söyleme. Sadece sorulara cevap ver,” diyordu bana. Annem benim saygın ve güvenilir biri olduğumu görmeye can atıyordu. Simon’la ben onun için mucize ya da kazaydık; sadece Georgie mutlu ve hak edilmemiş bir başarıdan sonra yazgısına geri döndüğü gerçek eseriydi. Yaşlı kadın planını açıkladıktan sonra annemin söylemeye cesaret edebildiği tek şey, “Augie, Nene’yi dinle. Ne dediğine kulak ver,” olurdu.
“Sana ‘Baban nerede?’ diye sorduklarında, sen, ‘Bilmiyorum, Matmazel,’ diyeceksin. Soran kadın kaç yaşında olursa olsun, ‘Matmazel’ diye hitap etmeyi sakın unutma. Eğer ondan en son ne zaman haber aldığını öğrenmek isterse, son defa iki yıl kadar önce Buffalo, New York’tan para havalesi gönderdiğini söyle. Hayır Kurumları hakkında sakın tek kelime etme. Bundan asla söz etmeyeceksin, iyice anladın mı? Asla. Kira ne kadar diye sorarsa, ona on sekiz dolar de. Paranın nereden geldiğini sorarsa, pansiyonerlerinizin olduğunu söyle. Kaç kişi? İki pansiyoner. Şimdi, söyle bana kira ne kadar?”
“On sekiz dolar.”
“Peki, kaç pansiyoner?”
“İki.”
“Ne kadar ödüyorlar?”
“Ne kadar demeliyim?”
“Her biri haftada sekiz dolar.”
“Sekiz dolar.”
“Ayda altmış dört dolarla özel doktora gidemiyorsunuz. Bir özel doktora gittiğimde sadece bir göz damlası bana beş dolara mal oldu, üstelik gözümü yaktı. Şu gözlüklerse –kutusuna eliyle hafifçe vururdu– on dolar çerçeve, on beş dolar camlar.”
Sadece ve sadece böyle zamanlarda, mecburiyetten, babamdan söz ederdik. Ben onu hatırladığımı iddia ediyordum; Simon bunun doğru olmadığını söylüyordu ve Simon haklıydı; ben hayal kurmayı seviyordum.
“Bir üniforması vardı,” diyordum. “Kesinlikle hatırlıyorum. O bir askerdi.”
“Nah, askerdi. Bu konuda bir şey bildiğin yok.”
“Belki de denizciydi.”
“Nah, denizciydi. Marshfield’deki Hall Kardeşler Çamaşırhanesi için kamyon sürüyordu, yaptığı şey buydu. Bir üniforma giydiğini sana söyleyen bendim. Maymun görür, maymun yapar, maymun duyar, maymun konuşur.” Maymun hayatımızda önemli bir rol oynuyordu. Büfeyi süsleyen Türkistan işi dar örtünün üzerinde hiçbir şey göremeyen, hiçbir şey işitmeyen, hiçbir şey demeyen ve evde tanıdık bir teslis oluşturan gözleri, kulakları ve ağzı kapalı üç maymunumuz vardı. Daha aşağı mertebedeki tanrılara sahip olmanın avantajı, adlarını istediğiniz gibi ağzınıza alabilmenizdir. “Mahkemede sessiz olun, maymun konuşmak istiyor; konuş, maymun, konuş.” “Maymunla bambu çimlerin üzerinde oynuyor…” Yine de maymunlar kudretli, üstüne üstlük etkileyici ve yaşlı kadın büyük bir lama gibi –çünkü o benim için eninde sonunda bir Doğuluydu– ağzı ve burun delikleri kan rengi bir kırmızıyla ve büyük bir zekâyla boyanmış üç çömelmiş kahverengi maymunu işaret ederek yüceliğe yaklaşan bir nezaketsizlikle, “Hiç kimse sizden herkesi sevmenizi istemiyor, dürüst olun yeter, ehrlich. 7 Yerli yersiz konuşmayın. İnsanları ne kadar severseniz, o kadar keyfinizi kaçırırlar. Bir çocuk sever, yetişkin bir insan saygı gösterir. Saygı, sevgiden evladır. Saygıyı temsil edense ortadaki maymun,” dediğinde sosyal eleştirmen olabilirdi. Nene’nin, elleriyle ağzını kapatmış, konuşmayan maymuna karşı fesatlıkla günah işlediği hiç aklımıza gelmemişti, ama hiçbir zaman onu eleştirmeyi düşünmedik, hele de karşılıklı anlayış ilkesi bütün mutfağı doldurduğunda. Nene zavallı Georgie’yi çıldırtmak pahasına bize dersler verirdi.
Georgie köpeği öperdi. Yaşlı kadının bir zamanlarki bu hırçın kölesini. Şimdi bütün gün uyuklayan ve iç çeken, tam olarak sevilesi olmasa da makul sayılabilecek aktif yıllarının hatırına saygı gören miskin bir hayvandı. Ama Georgie onu seviyordu; aynı şekilde eteğini, dizini öptüğü Nene’yi de, yaşlı kadının dizini ya da kolunu iki eliyle tutar, sonra iffetli, bön, okşayıcı, tatlı ve hamarat alt dudağını uzatırdı; taneleri dökülmüş bir ayçiçeğini andıran beyazımsı, kısa ve gür saçlı kafasıyla eğildiğinde gömleği üstünden sarkardı. Yaşlı kadın çocuğun kendisini öpmesine izin verir ve onunla şöyle konuşurdu: “Benim akıllı çocuğum, prensim, şövalyem benim, sen yaşlı neneni seviyorsun, ha? Çok güzel, kim sana iyi davranıyor, kim kursak ve boyun veriyor, biliyorsun. Kim? Kim sana erişte hazırlıyor? Evet, erişteler kaygan, çatala gelmiyor, parmakla tutmak da zor. Küçük kuşlar solucanı nasıl yakalar, biliyor musun? Küçük solucan toprağın içinde kalmak ister. Küçük solucan dışarı çıkmak istemez. Yeter, elbisemi ıslatıyorsun.” Ve Simon’la beni hedef alan yaylım ateşini bitirdikten sonra birden bakımlı, yaşlı elleriyle sert bir şekilde Georgie’nin alnını itip onu kendinden uzaklaştırırdı; bizi eğitme görevini hiçbir zaman savsaklamazdı; kalleş ve kalbi nasır bağlamış insanlarla çevrili güvenen, seven ve saf varlıklar üzerine, kuşların savaşçı karakteri ve solucanlar üzerine, duygulardan yoksun umutsuz insanlık üzerine yeni bir eleştirel ders verirdi. Bütün bunların örneği Georgie’ydi. Fakat asıl örnek Georgie değil Ana’ydı; onun sevgiden doğan köleliği, saflığı, üç çocukla terk edilmişliğiydi. Yaşlı kadın Lausch’un lafı getirmek istediği yer burasıydı; şimdi, yaşlılık günlerinin bilgeliğiyle yol göstereceği ikinci bir ailesi vardı.
Her fırsat çıktığında lafın babama getirilmesi hakkında Ana ne düşünebilirdi? Uslu uslu otururdu. Babamla ilgili şu ya da bu ayrıntıyı aklına getirdiğini hayal ediyorum; onun sevdiği bir yemeği, belki patates-köfte, belki kabak veya kızılcık sosu; belki kolalı bir yakadan hoşlanmadığını ya da yumuşak bir yakadan; ya da eve American Evening veya Journal getirdiğini. Bunları düşünüyordu, çünkü düşünceleri her zaman çok basitti; ama kendini yapayalnız hissediyordu ve basitliği üzerine zihinsel ıstırapların koyu bir gölge düşüreceği acılar çekiyordu. Daha önce, babam bizi terk ettiği vakit kendimizi yapayalnız bulduğumuzda işin içinden nasıl çıkıyordu bilmiyorum, ama Nene çıkageldi ve dizginleri eline aldı. Ana, belki de sahip olduğunu hiç bilmediği yetkilerini ona devretti ve cezasını bitmez tükenmez işlere koşulmakla ödedi; Zeus’un hayvan kılığına girerek elde ettiği –sonra da öfkeli karısının intikamından korkarak saklanmak zorunda kaldığı– kadın kahramanlar gibi üstün bir aşka kendini kaptıran kadınlar arasında yerini aldı sanırım. Benim iri yarı, yumuşak başlı, yırtık pırtık giysiler içindeki, silip süpüren, canı burnundan çıkan annemi yüce bir öfkeden kaçan bir güzel, babamı da mermer bacaklı bir Olimpos tanrısı olarak hayal ediyor değilim. Annem Wells Sokağı’nda bir çatı katı atölyesinde mantolara ilik gözü açmıştı, babamsa bir çamaşırhanede kamyon şoförüydü; kaçıp gittiğinde geriye bir resmini bile bırakmamıştı. Fakat annem yine de çilesi bir türlü bitmeyen o bahtsız kadınlardan biriydi, çünkü hâlâ bedel ödüyordu. Bir kadından intikam almaya gelince, evli kadınların büyük çoğunluğunu temsilen Lausch Nene meşruiyet adına cezaları vermek üzere oradaydı.
Yine de yaşlı kadın insaflıydı. Aksini söyleyemem. Odessa’da yaşadığı debdebeden, hizmetçilerinden ve mürebbiyelerinden söz ederken burnu havada ve acımasızdı, başarıyı tatmıştı, ama düşmenin ne demek olduğunu da biliyordu. Kütüphaneden bana getirttiği kitaplardan bazılarını daha sonra okuduğumda anladım ben bunu. Bana Rus alfabesini öğretmişti, bu yüzden kitapların isimlerini okuyabiliyordum. Yılda bir defa Anna Karenina’yı ve Yevgeni Onegin’i okurdu. Ara sıra istemediği bir kitabı getirdiğimde bana demediğini bırakmazdı. “Üstünde roman yazmıyorsa getirmeyeceksin diye sana daha kaç defa söylemem gerekiyor? İçine bakmamışsın. Parmakların bir kitabın sayfalarını çeviremeyecek kadar zayıf mı? Öyleyse top oynayamayacak ya da burnunu karıştıramayacak kadar da zayıf olmalı. Ama bunlara gücün yetiyor! Bozhe moy! Tanrım! Kuş kadar beynin yok, üç kilometre yürüyüp sırf kapağında Tolstoy yazıyor diye bana bir din kitabı getiriyorsun.”
Yaşlı grand-dame’ı8 yanlış tanıtmak istemiyorum. Kalıtım zincirindeki bir hata nedeniyle ailesel bir kötülüğün bizim istismar edilmemize yol açabileceğinden şüpheleniyordu. Tolstoy’un din hakkında yazdığı şeyleri okumak istemiyordu. Ona bir aile babası olarak güvenmiyordu, çünkü kontese az kahır çektirmemişti. Kendi asla sinagoga gitmese ve hamursuz bayramında ekmek yese de, Ana’yı etin daha ucuz olduğu domuz kasabına gönderir, konserve ıstakozu ve diğer yasaklanmış yiyecekleri severdi; bir tanrıtanımaz ya da serbest düşünür değildi. Yaşlı kadının (nedeninin hiç bilmiyorum) Ramses dediği –belki Kutsal Kitap’taki Pithom adlı şehir nedeniyle, ancak nereden esinlendiğini hiçbir zaman söylemedi– eskici, yaşlı Bay Anticol öyleydi. Tanrı’ya karşı tam bir isyankâr. Nene buz gibi ve ihtiyatlı bir tavırla adamın söylediklerini dinler, kendi fikrini hiç açık etmezdi. Bay Anticol kırmızı suratlı ve mahzun bir adamdı; kayış gibi olmuş şayak şapkası kafatasını düzmüş gibi gösteriyordu; eskiler ve hurdalar için bağırmaktan –eeeskiciii, huuurdacııı– sesi hırıltılı ve boğuk çıkıyordu. Gür saçları ve kaşları, küçümseyerek bakan kahverengi gözleri vardı; darmadağınık saçlı, şişman, çalışkan, yaşlı bir adamdı. Nene ondan bir Encyclopedia Americana seti satın aldı, sanırım 1892 baskısı… Simon’la bana onu okutuyordu; Bay Anticol da bize her rastladığında, sanırım, ansiklopedinin dinsizlik aşıladığı inancıyla, “Okuma nasıl gidiyor?” diye soruyordu. Onu tanrıtanımaz yapan şey doğduğu şehirde yapılan Yahudi katliamıydı. Gizlendiği mahzenden karısının küçük kardeşinin henüz sıcak cesedine bir işçinin işediğini görmüştü. Bu yüzden, “Bana Tanrı’dan söz etmeyin,” derdi. Ama Tanrı’dan sürekli söz eden kendisiydi. Bayan Anticol dindar kalmaya devam ederken, büyük bayramlarda arabasını sinagoga sürüp –inancından dönmenin dik âlâsı– pembe gözlü, yaşlı ve güçsüz beygirini bir tiyatro gösterisindeymişçesine şapkalarını başlarından çıkaran zengin Yahudilerin lüks gezinti arabalarının arasına park etmek onun fikriydi; ömrünün sonuna kadar onun için büyük bir eğlence olan bir tür adilik. Yağmurda şifayı kaptı ve zatürreden öldü.
Nene yine de Bay Lausch’un ölüm yıldönümlerinde mum yakar, hamur işi yaparken bir tür sunu niyetine kömürlerin üzerine bir topak hamur atar, sütdişlerine büyülü sözler okuyup üfler ve kem gözlere karşı sihirli sözler mırıldanırdı. Bu bir mutfak diniydi ve denizi yaran, Gomora’yı yerle bir eden Yaratılışın Tanrı Baba’sıyla hiçbir ilgisi yoktu, ama yine de din mi, dindi. Söz buraya gelmişken iki çift laf da mutfak duvarlarındaki şişmiş, kanayan yürekleri, aziz resimleri, kapıya bağlanmış kuru çiçek sepetleri, komünyonları, Paskalyaları ve Noelleriyle Polonyalılar –Polonya mahallesinde topu topu bir avuç Yahudi’ydik– hakkında edeyim. Bazen kovalanır, taşlanır, ısırılır ve dövülürdük, çünkü Georgie dahil hepimiz, hoşlanalım ya da hoşlanmayalım, İsa’nın katili olarak görülüyorduk. Genelde fazlasıyla delidolu ve şamatacı olduğumdan bundan özel olarak üzüntü duymuyor ya da bunu dert etmiyordum; sokak çetelerinin taşlı sopalı dövüşlerinden ya da sonbaharda karanlık çöktüğünde mahalledeki serserilerin sürüler halinde tel çitleri yırtarak kızları yuhalayıp onlarla alay etmelerinden ya da yabancıları dövmelerinden daha fazla açıklama gerektirdiğini düşünmüyordum. Her ne kadar dostlarımdan ve oyun arkadaşlarımdan bazıları evlerin arasındaki dar geçidin iki başını tutarak bizi kıstıran bu çetelerin arasında birdenbire ortaya çıksa da bu karanlık işlerin ortasında doğmuş olmaktan dolayı kendime işkence etmek benim tabiatımda yok. Simon onlarla pek takılmazdı. Okul onu daha çok çekiyordu ve kendine has duyguları vardı; kendi içine kapanmasına yol açan Natty Bumppo, Quentin Durwar, Tom Brown, Kaskaskia’dan Clark, Ratisbon’dan zafer haberleri getiren ulak, ve benzerlerinin karışımından elde edilmiş yoğun duygular. Ben onun yanında sadece bir yedek oyuncuydum, onun Sandow vücut geliştirme aletinde veya bilek tendonlarını geliştirme zımbırtısında saatler geçirmeme hiçbir zaman izin vermedi. Ben kolay dost oluyordum, ama bu dostluklar çoğunlukla daha önceki bağlantılar nedeniyle kısa ömürlü oluyordu. En uzun süreli dostluğum annesi, Milwaukee Caddesi’ndeki Ebelik Okulu’ndan mezun bir ebe olan Stashu Kopecs ile oldu. Hali vakti yerinde Kopecslerin elektrikli bir piyanoları vardı ve bütün odaları muşamba kaplıydı, ama Stashu bir hırsızdı ve ona ayak uydurmak için ben de çalıyordum; kamyonlardan kömür, kuruması için iplere asılmış giysiler, ucuzcu dükkânlarından kauçuk toplar, gazete büfelerinden bozuk paralar. Çoğu defa bunu ustalığını kanıtlamak için yapardı, ayrıca Stashu mahzende soyunup çamaşır ipinden aşırılmış kadın çamaşırları giyinmekten ibaret bir oyun icat etmişti. Sonra soğuk bir ikindi, çok az kar bulunan bir yerde, donmuş çamurun üzerindeki bir sandığa oturmuş Nabisco gofreti yediğim sırada, ağzım gofretin tatlı tozuyla doluyken bana baskın veren bir çetenin içinde boy gösterdi. Çetenin başında olduğundan daha küçük gösteren on üç yaşlarında, hüzünlü görünüşlü sert bir çocuk vardı. Çocuk gelip beni suçlamaya başladı, arkasında St. Charles Islahevi’nden yeni çıkmış olan ve Pontiac’taki çeteye katılmaya hazırlanan büyük Moonya Staplanski vardı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAugie March'ın Maceraları
- Sayfa Sayısı705
- YazarSaul Bellow
- ISBN9789750529641
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2020
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bir İnsan Yüreği ~ William Boyd
Bir İnsan Yüreği
William Boyd
Her yaşam hem sıradan hem de sıradışı unsurlar barındırır, ömrü 20. yüzyılın başından sonuna rastlayan Logan Mountstuart’ın yaşamında her ikisinden de bolca bulunuyor. İlhamını...
- Pasifik Sürgünleri ~ Michael Lentz
Pasifik Sürgünleri
Michael Lentz
Aynı zamanda bir müzisyen ve şair olan Michael Lentz, canlı kelimesinin hakkını sonuna kadar veren anlatım gücü ve diliyle bugününün güvensizliği ve süfliliği arasında...
- Kızıl Harf ~ Nathaniel Hawthorne
Kızıl Harf
Nathaniel Hawthorne
19. yüzyılın ortası ile son çeyreği arasındaki, Amerikan Rönesansı diye bilinen dönemde, Melville, Whitman gibi edebiyatçılarla birlikte önemli bir yeri olan Hawthorne, Kızıl Harfte...