20. yüzyılın en büyük öykü yazarlarından biri olan D.H. Lawrence’ın bu alandaki dehasının örneklerini sunduğumuz kitaptaki on üç öykü, 1924-1928 yılları arasında yazıldı. Yazarın Birinci Dünya Savaşı sonrasında New Mexico, Meksika, İtalya, Almanya ve İngiltere’deki deneyimlerinden, gözlemlerinden yola çıkarak kaleme aldığı öyküler bunlar. Farklı coğrafyalara, farklı sosyal sınıflara odaklanan öykülerin karakterleri şaşırtıcı birer kendini keşif yolculuğuna çıkmıştır aslında, yaşadıkları tüm maceraların atlattıkları tehlikelerin ardından bir tür aydınlanma yaşar, konumlarının, en içten duygularının farkına varırlar.
D.H. Lawrence’ın büyük gözlem gücünü ve gerçek olaylarla kişileri kusursuz biçimde kurgusal dokuya yerleştirmesini yansıtan öyküler türün meraklıları için gerçek bir hazine.
İçindekiler
İki Mavi Kuş…………………………………………………………….. 11
Güneş …………………………………………………………………….. 31
Atını Sürüp Giden Kadın…………………………………………… 61
Gülümseme …………………………………………………………… 107
Sınır Hattı……………………………………………………………… 115
Jimmy ve Umutsuz Kadın………………………………………… 147
Son Kahkaha ………………………………………………………….. 179
Âşık………………………………………………………………………. 201
Adaları Seven Adam………………………………………………… 221
Mutlu Hayaletler…………………………………………………….. 253
Hiçbiri…………………………………………………………………… 309
Şampiyon Sallanan At……………………………………………… 337
Hoş Hanımefendi……………………………………………………. 357
İKİ MAVİ KUŞ
Kocasını1 seven bir kadın vardı ama onunla yaşayamadı. Koca da kendi açısından karısına içtenlikle bağlıydı ama o da kadınla yaşayamadı. Her ikisi de kırkına gelmemişti, ikisi de güzel, ikisi de alımlıydı. Birbirlerini içtenlikle beğeniyorlar ve tuhaf bir şekilde birbirleriyle ebediyen evli olduklarını hissediyorlardı. Birbirlerini başka hiç kimseyi tanımadıkları kadar yakından tanıyorlardı ve birbirlerine herkesten daha fazla tanıdık geliyorlardı. Ama yine de bir arada yaşayamadılar. Genellikle aralarında bin mil mesafe bulundurdular, coğrafik olarak. Ancak adam İngiltere’nin kasvetinde otururken, aklının bir köşesinde hüzünlü bir sadakatle karısının ve onun sadık ve vefakâr olmaya duyduğu tuhaf özlemin ve güneşin altında, güneyde yaşadığı ateşli ilişkilerin farkındaydı. Ve kadın, denizin üzerindeki terasta kokteylini içip alaycı bakışlarını gerçekten çok hoşlandığı hayranının koyu esmer yüzüne çevirmişken, kafası aslında genç ve yakışıklı kocasının keskin yüz hatlarıyla meşgul, onun sekreterinden kendisi için bir şey yapmasını nasıl istediğini düşünüyordu: isteğinin memnuniyetle yerine getirileceğini bilen bir adamın o iyi huylu, kendinden emin sesiyle. Sekreter tabii ki ona hayrandı. Çok becerikliydi, oldukça genç ve oldukça güzeldi. Kadın adama tapıyordu. Ama zaten bütün hizmetkârları ona her zaman hayrandı: özellikle kadın hizmetkârlar. Erkek hizmetkârları onu muhtemelen söğüşlerdi. Bir adamın sekreteri ona hayran ve sen de adamın karısıysan ne yaparsın? Aralarında yanlış bir şey –bilmem anlatabiliyor muyum– olduğundan değil. Aldatma denecek bir şey değildi aslına bakılırsa. Hayır, hayır! Yalnızca genç patron ve onun sekreteriydiler. Adam ona dikte ederdi, kadın onun için köle gibi çalışır ve ona tapardı ve her şey yolundaydı. Adam, kadına “hayran” değildi. Bir adamın sekreterine hayran olmasına gerek yoktur. Ama ona güvenirdi. “Ben Miss Wrexall’a tek kelimeyle güvenirim.” Karısınaysa asla güvenemedi. En sonunda, onun hakkında öğrendiği tek şey de onun kendisine güvenilmesi gerektiği gibi bir niyetinin olmadığıydı. Böylece, bir zamanlar evli olanların o dile gelmeyen berbat samimiyetiyle arkadaş kaldılar. Genellikle her yıl birlikte bir tatile çıktılar ve eğer karıkoca olmasalardı birlikte eğlenir birbirlerini tahrik edebilirlerdi. Evli olmaları, son bir düzine yıl boyunca evli kalmış olmaları ve son üç dört yıldır birlikte yaşayamamaları gerçeği, birbirlerine sinir olmalarına neden oldu. İkisinin de diğeriyle ilgili kendine ait tatsız hisleri vardı. Yine de son derce kibarlardı. Adam bir âlicenaplık abidesiydi ve kadının ne kadar çok ateşli ilişkisi olursa olsun ona her zaman gerçekten sevecen bir saygı gösterirdi. Kadının ateşli ilişkileri onun modern gereksinimlerinin bir parçasıydı. “Ne de olsa yaşamam gerek. Sadece ikimiz bir arada yaşayamayacağımız için beş dakika içinde bir tuz sütununa1 mı dönüşeyim. Benim gibi bir kadının bir tuz sütununa dönüşmesi yıllar sürer. En azından ben öyle olduğunu umarım.” “Sus!” diye yanıtladı adam. “Sus! Al hepsinin turşusunu kur, kendin kristalleşmeden onlardan hıyar turşusu yap. Benim tavsiyem bu.” Tam adama göreydi: korkunç zeki ve anlaşılmaz. Kadın hıyar turşusu fikrini iyi kötü kavrayabildi ama “kendi kristalleşmesi” – bu ne anlama geliyordu? Acaba adam kendisinin de gayet güzel turşulaştırıldığını ve daha fazla bekletilmesinin gereksiz olduğunu, bunun tadını bozacağını mı ima ediyordu? Demek istediği bu muydu? Ve kadının kendisi, kendisi de turşunun salamurası ve dünyanın çilesi miydi? Erkek, gerçekten zeki ve anlaşılmaz, üstelik biraz da acayip olunca, ne kadar sinsi olduğu asla kestirilemez. Adam daha uzunca üstdudağı, kibirli ve kıpır kıpır ağzındaki kıvrımla hayran olunacak derecede acayipti. Öte yandan böylesine yakışıklı, düzgün, artist gibi bir genç adam, nasıl olur da kendini beğenmezdi? Kadınlar onu bu hale getirdi. Ah şu kadınlar! Erkekler ne kadar iyi olurlardı eğer başka kadınlar olmasaydı. Bir koca, insana dikte eden, kelimelerini aynen yazıp sonra temize çektiğin bir patrona, bir amire kıyasla olsa olsa bir erkek müsveddesi olabilir. Kocasının söylediği her şeyi yazan bir eş hayal edin. Ama bir sekreter! Patronun her “ve”sini ve “ama”sını sonsuza dek korur sekreter. Menekşe şekeri2 yanında hiç kalır.
Kuzeyde evin olarak kabul etmen gereken bir yerde, iyi tarafları olduğunu kabul etmekle birlikte nefret edemeyecek kadar aşırı küçümsediğin; ancak yine de pek sevmediğin bir sekretere dikte eden bir koca varken güney güneşi altında ateşli ilişkiler yaşamak gayet iyi, hoştur. Gözüne bir şey kaçmışken ateşli bir ilişki yaşamak pek de hoş olmaz. Veya aklının bir köşesinde bir şey varken. Ne yapmalı? Koca tabii ki karısını yollamadı. “Sekreterin ve işin var,” dedi kadın. “Bana yer yok.” “Sırf sana ait bir yatak odası ve oturma odası var,” diye yanıtladı adam. “Bir bahçe ve bir arabanın yarısı. Sırf canının istediğini yap. En çok hoşuna giden neyse onu yap.” “Bu durumda,” dedi, “kış için güneye gideceğim.” “Peki, git!” dedi adam. “Bundan her zaman hoşlanırsın.” “Her zaman,” diye yanıtladı kadın. Ardında bir nebze de olsa ateşli duygular barındıran bir kızgınlıkla ayrıldılar. Kadın bazı bakımlardan tat veren ateşli ilişkilerine döndü. Erkek de işinin başına. Adam çalışmaktan nefret ettiğini söylerdi ama çalışmaktan başka bir şey yapmazdı. Günde on veya on iki saat. İnsanın kendisinin efendisi olması diye buna denir! Böylece kış yavaş yavaş geçti ve kırlangıçların eve, yani bu durumda kuzeye doğru uçtukları bahar geldi. Bu kış daha önceki bir dizi benzerleri gibi tüketmesi zor bir kış olmuştu. Ateşli kadının gözüne kaçan şey, gözünü kırptıkça daha çok batıyordu. Esmer yüzler karanlık olabilirdi ve buzlu kokteyller biraz parıltı sağlayabilirdi; gözüne kaçan şeyi çıkarmak için olanca gücüyle gözünü kırptı ama nafile. Mimozanın kokulu topları altında, kendi kocası olacak kütüphanesindeki adamı ve daima onun söylediklerini kaydeden o tertipli, ehil ama sıradan küçük sekreterini düşündü!
“Bir adam nasıl buna tahammül eder! Kadın nasıl tahammül eder, o sıradan küçük haliyle, bilmiyorum,” diye bağırdı kendi kendine kadın. Bu dikte etme işini kastediyordu, bu, günde on saatlik ilişkiyi, à deux1 , aralarında bir kurşunkalemden başka bir şey olmadan, bir de kelimelerin akışı. Ne yapılmalıydı? İşler düzeleceğine kötüleşmişti. Küçük sekreter, annesini ve kız kardeşini getirmişti mekâna. Anne bir çeşit aşçıkâhya, kız kardeş bir çeşit üst sınıf hizmetçiydi – ince çamaşır işini yapıyor ve “adam” ın elbiseleriyle ilgileniyor ve şahane bir valelik yapıyordu. Gerçekten de mükemmel bir düzenlemeydi. Yaşlı anne şahane, düz bir aşçıydı, kız kardeş bir valet de chambre’dan2 istenecek her şeye sahipti, iyi bir çamaşırcı, üst düzey bir sofra hizmetçisi ve garson. Ve hepsi de bir dereceye kadar ekonomik. Adamın bütün ilişkilerini ezbere biliyorlardı. Sekreteri bir alacaklı tehlikeli hale gelince kasabaya uçar ve parasal krizleri her zaman yumuşatırdı. “Adam”ın tabii ki borçları vardı ve onları ödemek için çalışıyordu. Karıncaları yardıma çağıracak bir masal prensi olsaydı bile, bu, sekreteri ve ailesini kapatmaktan daha muhteşem olmazdı. Neredeyse hiç para almıyorlardı. Her gün ekmek ve balık mucizesini gerçekleştiriyorlardı. “Kadın” tabii ki kocasını seven bir eşti; ama onun borçlanmasına yardım ediyordu ve hâlâ pahalı bir nesneydi. Ama kendi “evinde” ortaya çıktığında sekreter ailesi onu en itinalı ilgi ve saygıyla karşılardı. Haçlı Seferleri’nden dönen şövalye bile böylesine bir heyecan yaratmamıştı. Kadın kendisini sadık tebaasını ziyaret eden bir hükümdar, Kenilworth’deki Kraliçe Elizabeth gibi hissetti. Ama yine de çorbasına her zaman bir saç gizlenirdi. Benden yeniden kurtulmaktan nasıl da mutlu olurlardı! Ama itiraz ettiler. Hayır! Hayır! Bekleyip onun gelmesini umut ediyorlar ve bunun için dua ediyorlardı. Onun orada olması için yanıp tutuşuyorlardı: ev hanımı, “onun” karısı. Ah “onun” karısı. “Onun” karısı! Adamın halesi kadının başının üstünde bir kova gibi duruyordu. Aşçıanne “halktan” birisiydi, yani buyrukları almaya gelen, üst sınıf hizmetçi olan kızdı. “Yarın öğle ve akşam yemekleri için ne emredersiniz, Mrs. Gee?” “Genellikle ne yersiniz?” “Hayır, biz sizin söylemenizi istiyoruz.” “Hayır, siz genellikle ne yersiniz?” “Belli bir şey değil. Anne gider ve bulabildiği en iyi şeyleri seçer, yani güzel ve taze olanı. Ama ona ne alacağını sizin söyleyeceğinizi düşündü.” “Bilmem ki! Bu tip işlerde pek de iyi değilimdir. Her zamanki gibi yapmasını isteyin; en iyisini bildiğine eminim.” “Belki bir tatlı önerirsiniz?” “Hayır, tatlıdan hoşlanmam – ve biliyorsunuz Mr. Gee de hoşlanmaz. Yani benim için tatlı yapmayın.” Bundan daha olanaksız bir şey olabilir miydi! Ev pırıl pırıldı ve rüya gibi işliyordu; onların bu şahane ve neredeyse ilahî tasarrufunu gören beceriksiz ve müsrif bir kadın nasıl olur da onlara karışmaya cesaret edebilirdi! Evi basbayağı hiç masrafsız yönetiyorlardı! Tek kelimeyle muhteşem insanlardı! Ve nasıl da ayaklarının altına gül yapraklarını sererlerdi. Ama bu onun kendisini yalnızca daha budala hissetmesine sebep oldu, sanki kendisi eşekmiş ve çarmıha germe gelecek haftaymış gibi.1 “Bu ailenin evi iyi çekip çevirdiğini düşünmüyor musun?” dedi adam çekinerek. “Son derece iyi. Neredeyse romantik derecede iyi!” diye yanıtladı. “Ama sanırım sen de son derece mutlusun?” “Son derece rahatım,” diye yanıtladı adam. “Öyle olduğunu görebiliyorum,” dedi kadın. “Şaşılacak kadar! Böylesine bir rahatlık hiç görmemiştim. Bunun senin için kötü olmadığına emin misin?” Kadın çaktırmadan adamı süzdü. Çok iyi gözüküyordu, kendine özgü aktör havasıyla aşırı yakışıklıydı. İnsanı şaşırtacak kadar iyi giyimliydi ve uşağı tarafından çok iyi bakılmıştı. Ve bir erkeğe çok yakışan ve ancak kendi çöplüğünün efendisi olan horozların edindiği ve çoğu kendi tavukları tarafından yaratılan o özgüvenli ve güler yüzlü havaya sahipti. “Hayır!” dedi piposunu ağzından çıkarıp ona tuhaf bir şekilde otuz iki dişiyle birden gülümseyerek. “Benim için kötüymüş gibi mi gözüküyorum?” “Hayır, gözükmüyorsun,” diye yanıtladı derhal: bugünlerde bir kadının doğal olarak düşünmesi gerektiği gibi, bütün mutluluğun temeli olan adamın sağlığını ve rahatlığını düşünerek. Sonra, tabii ki artçıllara devam etti. “Belki işin için olabilir ama senin için olduğu kadar iyi değil,” dedi oldukça kısık sesle. Bir an için bile işiyle dalga geçilmesine dayanamayacağını biliyordu. Ve adam da onun bu kısık sesini biliyordu.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıAtını Sürüp Giden Kadın
- Sayfa Sayısı384
- YazarD.H. Lawrence
- ISBN9789750764776
- Boyutlar, Kapak14 x 20 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Brodie Raporu ~ Jorge Luis Borges
Brodie Raporu
Jorge Luis Borges
Bu öyküleri sarkıtmadan, kısa kısa yazmaya özen gösterdim, ne derece başarılı oldum bilmiyorum. Yalın olduklarını söylemeye cesaretim yok; en belirgin özelliği karmakarışıklık olan evrenin...
- Belki Yaz Erken Gelir ~ Yekta Kopan
Belki Yaz Erken Gelir
Yekta Kopan
Kitapçıdasın. Rafların arasında dolanıyorsun. Bir kitap dikkatini çekiyor. Kapağında bir kadın var. Kumsalda. Devasa bir can simidi tutuyor. Deniz hafiften dalgalı. Kadının nereden gelip,...
- Korkma! İyi Bir Annesin ~ Saniye Bencik Kangal
Korkma! İyi Bir Annesin
Saniye Bencik Kangal
Kim şu en iyi anne dediğimiz kişi? Bebeğini hiç ağlatmayan mı? Çocuğu yemek seçmeyen anne mi en mükemmel, sabaha kadar deliksiz uyuyan mı? Buldum!...