Vahşi katil Aşkın’ın ve gizli örgüt lideri Ateş’in yolları bir girdabın içinde kesişmiştir. Aşkın ilk defa Ateş’e yenilmiştir ancak Ateş daha büyük bir yenilginin içine düşmüştür. İkisi de o girdabın içinde sürüklenirken birbirlerine oyunlar oynayıp kendilerini büyük bir iç savaşın içine çekmişlerdir. Ancak bilmedikleri bir şey vardır: Bu oyunun sonu en başından bellidir.
Ateş ve Aşkın aralarındaki tutku ve çekime karşı koyamayarak her geçen gün biraz daha yakınlaşırken kendilerini sürekli durdurmaya çalışırlar ancak bu çekime ikisinin de karşı koyması artık mümkün değildir. Sadece hisleriyle değil, aynı zamanda karşılarına çıkan büyük düşmanlarıyla da savaşmak zorundadırlar.
Düştükleri yangın ikisini de canlı canlı yakmaya başlamıştır, yangının büyüklüğünü fark etmişlerdir ancak ikisi de bunu durduramayacaktır.
“Perdelediğimi savunduğu kuşkularımı oldukları yere bıraktım. O, kuşkuları yok ettiğimi sanabilirdi ama belki de o kuşkular Ateş ve ateş parçasından daha yakıcı olacaktı. Bu lavların üstünde oynanan bir kumardı, sadece bir kişi dengesini bulacaktı.”
*
1. BÖLÜM: HİLEKÂR DOKUNUŞLAR
Öldürmek zor değildi, bir insanın canını almak belki de en kolay şeydi. Zor olan, öldürdüğün canlarla yaşayabilmekti. Kötüleri öldürüyorum, diye kandırıyordum kendimi ama öldürdüğüm her ruhun ağırlığı tıpkı kambur gibi sırtıma yükleniyordu. Geceleri rüyalarıma çöküyor, gündüzleri zihnimi karartıyordu. Öldürdüğüm her kötüyle daha kötü oluyordum, o kadar oynuyordum ki artık gerçek kimliğimi bulamıyordum.
Bir ay boyunca esir tutulduğum küçük ada karşımdaydı; serin hava, dalgaları hırçınlaştırmıştı yine. Sigaramdan derin bir nefes çekerken Pusat bana yaklaşıyordu. Yanıma ulaştığında iri cüssesinin gölgesi üstüme düştü.
“İçe içe çürüttün içini,” diye söylendi, yüzünde bir yorgunluk vardı. Hâlâ uçaktaki kıyafetleri vardı üzerinde, iyi gözüktüğü söylenemezdi.
“Artık duş al ve uyu. Kokuyorsun,” dememle burnunu omzuna doğru yaklaştırarak kendini kokladı, aldığı koku hoşuna gitmemiş olacak ki yüzünü buruşturdu. Yere, çimenlerin üstüne oturduğunda yanına yerleştim.
“Uçaktan indiğimden beri ilk defa oturuyorum, duş alacak vaktim olmadı.”
“İnanırım, gaddar bir patronun var.” Bacaklarını çimenlere uzattı, ben de onu taklit ederek konuşmaya devam ettim: “Kız güvende işte, gidip dinlen.”
“Ferda’yı bulduktan sonrası daha yorucuydu, bu işte kimin parmağı varsa ortaya çıkarmaya çalışıyoruz.” Bu işte çok kişinin parmağı vardı, sadece aldığımız isimle sınırlı değildi. “Ateş o kadar kudurdu, adama işkence etti ama konuşturamadı… Sen geldin, beşinci dakikada aldın ismi. Helal sana!” dedi başını ağır ağır, hayret içinde sallarken.
“Ya kendinizi bir halt sanıyorsunuz ya da beni yabana atıyorsunuz.”
“Öyle değil o.” Derin bir nefes aldı. “Ateş güçlü bir adam, bakma sana karşı yumuşak olduğuna. Senin ona ettiğin hakaretleri başka biri etse çoktan sürünmeye başlamıştı. Hatta sürünmeyi bırak, ölmüştü. Sense ağzına geleni sayıyorsun, sonra çekip gidiyorsun. Kim görse şaşıp kalıyor, bugüne kadar kimse sesini bile yükseltmeye cesaret edememişti.” Onun da patronunun hareketlerine anlam veremediği belliydi.
“Belli, prens hazretleri burnundan kıl aldırmıyor. Çok şımartılmış.” Pusat yarım ağız sırıttı koyu gözleri manzaradayken.
Yüzünde, sen hiçbir şey bilmiyorsun ifadesi vardı. Belki anlatmadı ama gözleri bana bir sır verdi: En şımartılmamış çocuk o, dedi. Dudaklarıysa sadece, “Ateş’i hiç tanımıyorsun,” dedi.
“Tanımak gibi bir derdim yok zaten.”
“Sana karşı çok sabırlı, bazen ben bile şaşırıyorum. Onu ilk defa böyle görüyorum, o kadar tuhaf ki… Seni Bahar’la tehdit etmesine şaşırmıyorum, o böyle bir adam. İstediğini almak için sınırları aşar, kendi sınırlarını çizer. Ama seninleyken öyle değil, senin de sınırlarına saygı gösteriyor, sanırım seni kaçırmak istemiyor.”
“Sana diyorum, âşık oldu bana patronun.” İmalı imalı güldü, kafasını kesin öyledir der gibi salladı. “Tehdit konusunda onu affettin mi?” dedim konuyu hızlıca değiştirerek.
“Hayır, küsüz şu an,” dedi hemen, küçük bir çocuk gibi küskün şekilde omzunu silkti.
“Öfkeliyim çünkü Ateş boş konuşmaz. Gelmeseydin gerçekten de durdururdu o ameliyatı. Hasta bir kızın hayatını kumar malzemesi yapamaz! Son zamanlarda çok korkunç bir insana dönüştü ama bu kadarı onun için bile fazla!” Sonlara doğru öfkelenmişti, biten sigaramı söndürdüm. Ne kadar kötü bir insana dönüşmüştü? “Sen çıktın ya Ferda’yla binadan, ben Ateş’i ilk defa öyle perişan gördüm. Utandı senin karşında, donakaldı. Bir kolunu koparsaydın bu kadar koymazdı ona.” Kara gözlerini kırpıştırdı, sessizleşti ve gözü manzaraya daldı.
“Hak etti bunu.” Daha beterini de hak etmişti aslında. Ama gururun incinmesi, kalbe bir kurşun yemekten daha çok acı verirdi.
Yeni bir sigara yakmak için paketten çıkarmıştım ki Pusat söylenerek elimden aldı. Kendi dudaklarına götürdü. “Çok içiyorsun, kızım,” dedi, gıcık. Normalde sigara içmezdi ama bugün içesi gelmişti anlaşılan.
Ona ters ters baktım. “Sen neden içiyorsun?”
“İçmem ben pek, öyle içim daraldığında yakarım.” Kendime bir tane daha çıkardım, yaktım ve çakmağı ona uzattım.
“Neye daraldın şu an?”
“Bahar’a,” dedi hiç düşünmeden, şaşırtıcı derecede dürüst olarak. “O iyi, yaşayacak. Onu görmeyeli kaç saat oldu ki? Gören de yıllardır onunlayım sanır, kısa bir süre yan yanaydık ama sanki yıllar gibiydi ve şu an içimde değişik bir his var. Her şeyi silip atmak istiyorum.” Derin bir nefes çekti sigaradan.
“Sanırım buna özlem deniyor.” Kafasını sallayarak beni onayladı.
“Hemen iyileşsin, yanına gideyim istiyorum.” Kafasını bana çevirip kaşlarını çatarak baktı.
“Sen de girme artık aramıza!” Ah Pusat, aslında sen bizim aramıza giriyorsun, sana az bile. “Anlıyordum seni, çok da haklıydın ama artık sal bizi.”
“Yok öyle bir şey, Pusat,” dediğimde kaşları daha da çatıldı.
“Neden ya, neden? İyileşiyor işte. Ben ona zarar vermem ki! Korurum, severim, öperim, alır onu-” Bir bebekten bahsediyor gibi konuşuyordu.
Sözünü sertçe kestim: “Kızımla ilgili fantezileri at kafandan! Tamam, iyileşiyor ama sence seni tanıyor mu? Bahar küçük bir kız çocuğu gibi, tek istediği şey sevgi. Senin eli kanlı bir katil olduğunu bilse ne hisseder? Birbirimizi kandırmayalım, iki farklı Pusat var ve ikisi de birbirinden ölesiye farklı.”
“Sen de bir katilsin!” dedi savunmaya geçerek.
“Bahsettiğim bu değil.” Bahar, Pusat’ın ona silah doğrulttuğunu bilmiyordu, Bahar aslında hiçbir şey bilmiyordu.
“Onunla oynamıyorum, onun mavi gözlerine baktığım an unutuyorum derdimi tasamı, bazen adımı bile. Kasıtlı yapmıyorum, Aşkın; onu kandırmaya çalışmıyorum. Aksine onun yanında hiç olmadığım kadar benim. Asıl oynayan kişi sensin, kandıran sensin. Ablan seni gerçekten tanıyor mu? Senin na-”
“O cümlenin devamını getirmek istemezsin, Pusat. Haddini aşma.” Ses tonum sakindi ama ileri gittiğini anlaması için yüzüme bakması yeterliydi.
“Bundan bahsediyorum, hiçbirimiz mükemmel olamayız. En büyük oyuncu sen iken bana Bahar’ı kandırdığımı söyleyemezsin. Lütfen Bahar’la olan ilişkimize daha fazla karışma, zaten bu yaşına kadar hep acı çekmiş. Bırak da artık onu mutlu edeyim.”
“Nasıl mutlu edeceksin?” Katiller insanları mutlu edemezlerdi, kendimden biliyordum.
“Seveceğim,” dedi sadece. Sigarasını söndürdü sıkıntıyla, yerinden kalktığında iri gövdesinin gölgesi üstüme düştü yine ve başka bir şey söylemeden uzaklaştı.
Sigaramın külü zayıfça düşüp esen rüzgâra karıştı. Oturduğum yerden kalktım, vücudumu esnettim. Bedenimde keskin bir yorgunluk vardı, uyumam gerekiyordu.
Küçük adayı ve hırçın denizi arkamda bırakıp Alanguva’nın malikânesine yürüdüm. Dört katlı, oldukça geniş bir alan kaplıyordu. Ön bahçesinde heykeller, mevsimin güzelliğini götürdüğü çiçekler vardı. Ona ait koca ormana başka neler koyduğu da merak konusuydu. Her yer estetik zevkle döşenmiş, izlerken insanı çeken köşelerdi. Bu arazinin iyi bir mimarı vardı.
Verandanın kısa mermer merdivenlerden çıkıp kapıyı çaldım, daha önce görmediğim orta yaşlı bir kadın açtı. “Hoş geldiniz,” dedi içten bir gülümsemeyle.
“Hoş buldum, Ferda’ya bakmıştım.” Ferda’nın adını duyar duymaz üzüntüyle kaplandı kadının yüzü.
“Biraz rahatsız kendisi, önce haber vereyim,” dedi ne yapacağına bir an karar veremeyerek.
“Gerek yok, haberi var geleceğimden,” dedim beklemeyi sevmediğim için ve Alanguva malikânesine adım attım. Evin içi de aynı dışı gibi zevkli dekore edilmişti. Beyaz rengin, kaliteli duvar kâğıtlarının ve taşlarının kapladığı duvarlar, başarılı sanatkârların ellerinden çıktığı belli olan küçük heykeller, duvarlara asılı çizimler ne kadar klasik parçalar olsa da evin sıcak havasını öldürememişti. Tüm şatafata rağmen hâlâ bir yuva gibiydi.
Kadın önden giderken ben de arkasından merdivenleri çıktım. İkinci kata geldiğimizde bir odanın önünde durdu ve bana döndü.
“Bir isteğiniz olursa aşağıdayım.” Kadının içten tavrına tebessümle karşılık verdim.
“Teşekkürler.” Yanımdan geçip aşağı indiğinde koridoru inceledim. Yaramazlık yapma isteğimi bir kenara bıraktım ve kapıyı tıklattım.
“Gel,” dedi Ferda’nın ince sesi. Beyaz, ahşap, işlemeli kapı kolunu aşağı indirerek kapıyı ittirdim. Odanın köşesinde, kral yatağına benzeyen yatakta yatan Ferda Alanguva’nın gözleri beni gördüğünde heyecanla irileşti.
“Merhaba,” dedim. Yerinden doğrulmaya çalıştı yavaşça.
“Hoş geldin,” dedi yorgun yüzüyle gülümseyerek. Yüzündeki yaralara pansuman yapılmıştı ama hâlâ soluk duruyordu. Kapıyı arkamdan kapattım ve odanın ortasına doğru birkaç adım attım. Canlı renklerin hâkim olduğu odası, onu yansıtıyordu. Duvarları duvar kâğıdıyla kaplı değildi; rengârenk çizilmiş, yağlı boyayla süslenmişti.
“Sen mi yaptın?” dedim duvarları incelerken. Onun yaptığını biliyordum ama yine de sormak istedim.
“Evet, resim çizmeyi çok severim.” Biraz daha doğrularak sırtını yatak başlığına yasladı. “Otur lütfen,” dedi beni yanına davet ederek. Onu kırmayıp yatağına oturdum. “Şey… Ben yarım yamalak hatırlıyorum, bir yerden sonrası hiç yok,” dedi yutkunarak. “O-Onlar bana dokundular… Daha ileri gideceklerdi ama…” Durdu, zorlukla konuşuyordu. “Sen geldin, bu sefer direkt öldürüp kaçmayı düşündüler. Eğer sen olmasaydın…” Gözleri birazdan taşacakmış gibi doldu.
“Her şey çok bulanık ama sen netsin, beni kurtardığın anı aklımdan silemiyorum. Çok teşekkür ederim; sadece hayatımı değil, ruhumu da kurtardın.”
Diyecek bir şey bulamadım. Abisiyle aynı renk olan saçlarına yarıdan itibaren sarı ombre yapılmıştı. Koyu bal gözleri iri, yüzü küçüktü. Çenesinin sağ tarafındaki küçük ben, ona seksi bir hava katsa da güzelliği çok duruydu.
“Kim olduğunu biliyorum,” dedi birden. Ateş söylemiş miydi? Söylemezdi. Kendisi mi tahmin yürütmüştü? Ya da gerçekten bilmiyordu.
“Kimmişim?” Gülümsedi.
“Abimin adada sır gibi sakladığı kadınsın, değil mi?” Öyleydim. “Ama seni benim içim gönderen abim değildi. Ajan mısın?” Ajan kulağa havalı geliyordu, seri katil ise biraz korkunç kaçıyordu. Ajan sanabilirdi, bunun mahsuru yoktu. Her türlü çok havalıydım.
“Cebonayan’dan olsan kesin bilirdim,” dediğinde onu onaylayarak kafamı ağır ağır salladım.
Ancak sanırım Ferda, bir Alanguva olarak abisi kadar mafya değildi ki bir ajanın, ajan olduğunu kabulleneceğine hemen inandı.
“Çok havalı!” Durdu, iri gözlerini kırpıştırdı. “Abimle birlikte misiniz?” diye sordu birden heyecanla.
“Hayır, neden?”
“Didem’i kudurtan kişi senmişsin, ondan sordum. Emin misin birlikte olmadığınıza?” İri gözlerini biraz daha irileştirmiş, cevap bekliyordu.
“Eminim, Ferda.”
“Bana hiç de öyle gelmedi ki yakışıyorsunuz da bence,” derken fazla hevesliydi.
“Didem’le arkadaş olduğunuzu sanıyordum,” dediğimde onları bu kadar tanımam onu şaşırtmıştı. Bir ajan olduğumu düşünürse şaşırması saçmaydı, demek tüm Alanguvalar üstün zekâlı olmuyordu.
“Evet, arkadaşız,” dedi sessizce. Yatağın üstünde duran elime uzanıp iki eliyle tuttu. “Sana yaşamımı borçluyum.”
“Bana hiçbir şey borçlu değilsin.”
“Hayatımda gördüğüm en havalı insansın.” Gülümsediğimde onun da gülüşü genişledi.
“Sen de gördüğüm en sevimli Alanguva’sın.” Kıkırdadı ancak gülmek canını yakmıştı. Eli karnına giderken yüzü acıyla kasıldı.
“Beni neden kaçırdıklarını biliyor musun?” Kafamı iki yana salladım. Tahmin etmesi zor değildi. Amaç, Ateş Alanguva’nın kolunu kanadını kırmaktı. “O kadar yoruldum ki…” Kendini yeni tanıştığı birine değil, ruhunu kurtaran kişiye açıyordu. “Herkesi aldılar bizden, herkesi!” Ferda’nın sesi biraz daha incelmişti.
“Abin hâlâ seninle.” Aslında bir abin daha seninle, sadece beyni var ama olsun…
“Değil. Baybora abim öldükten sonra asla eskisi gibi olmadı. Burada ama değil; onu suçlamıyorum, onu bu hâle getiren hayatımızı suçluyorum. Yine de çekilebilirdi, bu aptal topluluğun lideri olmak zorunda değildi.” Ferda’nın yüzüne uzun uzun baktım, bilmiyor muydu? Baybora’nın beyninin hâlâ onlarla olduğunu ya bilmiyor ya da bir sır olduğu için belli etmiyordu. Ama yüzündeki tepetaklak ifade hiç de öyle durmuyordu.
“Belki de zorundaydı.” ‘Belki’si fazlaydı, Ateş Alanguva onun için biçilen kusursuz kaftanı üstünde taşıyordu ama o kaftandan nefret ediyordu. Çok tanımak gerekmiyordu, sarı gözlerine bakmak yetiyordu. Güçlü ve hâkimdi ama bazı anlarda yüzünde beliren bıkkınlığı ve yorgunluğu saklayamıyordu.
(…)
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli) Romantik
- Kitap AdıAteşpare 2
- Sayfa Sayısı400
- YazarCeren Melek
- ISBN9786258133622
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviEphesus / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Tehlikeli Oyunlar ~ Oğuz Atay
Tehlikeli Oyunlar
Oğuz Atay
ÖNSÖZ Ey Sevgili Okur, Şu elinde tuttuğun Tehlikeli Oyunlar’ı okumak üzere olduğun için seni ne kadar kıskandığımı açıklamakla başlamak istiyorum bir solukta yazıp bitirmek...
- Kuzular Vadisi ~ Üstün Dökmen
Kuzular Vadisi
Üstün Dökmen
İyi insanlara ilişkin bir roman… Yaşam çatışmaların, çelişkilerin sürdüğü bir döngü… Bu döngü içinde yer alan insan ilişkilerindeki roller genellikle “kurt” ve “kuzu” ikilemi...
- Yedi Gezegenin Sırrı ~ Mustafa Öncel
Yedi Gezegenin Sırrı
Mustafa Öncel
Erken uyarı uydularında, görevliler şaşkınlıklarını gizleyemediler. Önlerindeki filonun çokluğundan yıldızların ışıkları görünmüyordu…. Geçmişlerinden gelen bir sır, geleceklerini yok etmek isteyen bir düşman, büyük bir...