Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Ateş Ten Gölge
Ateş Ten Gölge

Ateş Ten Gölge

Uğur Deveci

Uğur Deveci, Buzdan Top adlı romanının ardından, okuru bu kez de Ateş Ten Gölge adlı öykü kitabında on altı ayrı öykünün evrenine çağırıyor. Gücünü…

Uğur Deveci, Buzdan Top adlı romanının ardından, okuru bu kez de Ateş Ten Gölge adlı öykü kitabında on altı ayrı öykünün evrenine çağırıyor.

Gücünü nahifliğinden alan, her birinin kendi içinde bir derdi olan öykülerinde Deveci, eril ve hoyrat bir dilden alabildiğine uzak üslubuyla bizi apayrı insanların, farklı zamanlara ve mekânlara uzanan hikâyeleri arasında dolaştırıyor. Yeri geldiğinde, bir özlemi dindirebilmek için kâğıtlara ormanları yazıyor, bazen de eski trenleri yâd edip, “bitmeyen son”a kalmadığımız için şükrediyoruz. İsmiyle müsemma olmayan bir ağacın “manzarayı kapadığı” gerekçesiyle kesilmesinin yasını tutuyor, unutanların utancına ortak olmayı reddediyoruz. İçimizden dışarı çıkmayı isteyen ama bundan korkan yaşamı fark edip ona kucak açıyor, “Bir balığı kediden, köpekten ayıran neydi?” sorusuna kafa yoruyoruz. Denizi kaplayan dertle dertlenip, limonu ağacından düşüren mahzun kelebekle hüzünleniyoruz.

“Bir an da olsa güldü, ben de güldüm, güldük, gülebildik… hiç utanmadan!”

İÇNDEKLER
O, An……………………………………………………………………………………. 9
…sonra………………………………………………………………………………… 15
Eksik Kalan…………………………………………………………………………. 25
Yel Koğan……………………………………………………………………………. 33
Tövbe De!……………………………………………………………………………. 53
Çamlar Altında Bir Sandal ………………………………………………….. 59
Borç ……………………………………………………………………………………. 66
Ateş Ten Gölge ……………………………………………………………………. 71
Acı Terzisi…………………………………………………………………………… 89
Delice …………………………………………………………………………………. 91
İçparazit ……………………………………………………………………………. 103
Altıkahve…………………………………………………………………………… 111
Faydası Yok……………………………………………………………………….. 118
Limonçiçeği………………………………………………………………………. 127
Sana Şimdiden İyi Yolculuklar…………………………………………… 137
Bin Dokuz Yüz Doksan Beş ………………………………………………. 149
Teşekkür…………………………………………………………………………….. 159

O, AN

Şehrin denize kör sokaklarından birinde, gövdesi bahçe içinde, asi dalları sokağa taşmış incir ağacının altında yaşandı her şey. Ahşap sandalyeli, mavi beyaz pötikare örtülü masada. Sonu olmayan aylardan biriydi. Evet bazı ayların sonu, bazılarınınsa başı yoktur. Kapı ayları derim ben onlara. Mesela mart. Kimse martın ilk günleri demez, onlar baharın ilk günleridir. Şubat belki de bahar erken gelsin diye yirmi sekiz gün. Bu hikâyenin kapısız ayıysa ağustostu, yani yaz sonu. Yaz sonunda bir akşamüstü

Akşamüstü sofralarını oldum olası sevmişimdir. Rakının su katınca aklaşmasını, günün fıstıki makam geceye dönmesini. Masaya bütün günün yükünü ata ata gelir oturursun. İçinde sadece küçük tortular kalır. Onları da bir simyacı misali, peynir, zeytinyağı, alkolden yaptığın karışımla temizlersin. Gerçek hâlin ortaya çıkar. Hüzünse saf hüzün, coşkuysa saf coşku, aşksa saf aşk. Saflık; öze giden yolun başlangıcı, kirlenen suyun buhar olup göğe karışması misali.

O akşamüstü, sözleştiğimiz saatten epeyce erken gelip, üstümde günün kalan tortusu, gün boyu topladığım kitaplarla oturmuştum masaya. Misafir olmanın tadını çıkardığım yedi tepeli koca şehirden, tek tepeli, tek tepesi de denize nazır küçük kasabama taşınalı henüz bir yıl olmamıştı. Neden taşındın diye soranlara, “Kedim öldü,” diyordum. Genelde anlamıyorlardı, anlamalarını da beklemiyordum.

Einstein, “Eğer arılar ölürse sonraki yıllarda insanlar da ölür,” demiş. Bense biliyordum ki eğer kediler ölürse İstanbul da ölür. Kedim, kentsel dönüşüm denen delilik yüzünden ölmüştü. Bu delilik başladığından beri sadece otoyollarda değil, ara sokaklarda da kediler ezilip ölüyordu. Ben, ne bu cinayetlere daha fazla tanıklık etmek ne de atomu parçalamak istediğimden, kaçıp gitmiştim. O An’dan aylar sonra bana, “İstanbul’u özlüyor musun?” diye sorduğunda, “Evet ama özlediğim İstanbul bu değil,” demiştim.

Özlediğim İstanbul’u O’nu tanıdıkça daha çok özleyecektim.

O’nun kim olduğunu merak ettiğini biliyorum. Sokağın köşesinden dönüp göz göze geldiğimiz ilk ana kadar bunu ben de tam olarak bilmiyordum. Elbette hiçbir fikrim yok değildi. Aynı yayınevine kelimeler taşıyan emekçilerdik; O kitap çeviriyor, bense yazmaya çabalıyordum. İki insan herkese sunulan paylaşımlardan birbirini ne kadar tanırsa o kadar tanışmıştık. Sonra bir süre, sessiz sedasız daha sık bakmaya başladık birbirimize. Hayatı kelimelere bulanmış iki insan uzun süre sessiz kalamadık. Söz, başta mesajlarla yazıya, peşi sıra telefonlarla sese dönüştü. Bazen sık, bazen uzun aralıklarla görüşüyor ancak belirli bir noktada duruyor, birbirimize daha fazla yaklaşmıyorduk. Sadece ayrı şehirlerde yaşadığımız için değildi bu mesafe. Hani insan bazen hisseder de ne hissettiğini, hislerinin gerçekliğini bilemez ya. Ben de bilmiyor, bilmediğimden korkuyordum. Büyüdükçe, yaşadıkça, kırıp kırıldıkça öğrenmiştim korkmayı.

İki insanın arasındaki mesafe, içlerinden sadece biri yoldaysa azalmaz diyerek davet bekliyordum. Yazdıklarında, konuştuklarımızda bu daveti arıyordum. Bazı zamanlar teneffüse çıkan ilkokul öğrencisi savrukluğunda O’na doğru koşmak istiyor, bazı zamanlarsa bileklerimde demirden yükler varmışçasına tek bir adım bile atmak istemiyordum. Davet etme cesaretini de gösteremiyor, saklanıyordum.

Zamanla, iki kıyı arası gidip gelen kelimelerimiz, kıyıya vuran dalgalarmışçasına ruhumu okşamaya başlamıştı. Şimdi dönüp baktığımda, o sıralar hayat tüm koşturmasıyla akıp giderken yaptığımız o kısa sohbetleri, sayfalarına kaçtığım, sevdiğim kitaplara benzetiyorum. Balkonda susmayan ağustosböcekleri eşliğinde en çok yazıdan konuştuğumuzdan belki de. Belki de ağustosböcekleri bizi dinlemeye doyamadıklarından ocak ayına kadar öttüler. Biz onlara Ahmet Cemaller dedik onu yeni kaybetmenin burukluğuyla. Sevdiklerimize ölümü yakıştıramadığımızdan vakitsiz geliyordu duyduğumuz her acı haber.

“Vakitsiz öten Ahmet Cemaller yoktur, Ahmet Cemallerin ötmediği vakitler vardır,” cümlesi, o zamanlar atılan bir tohumun vakti gelince patlamasıyla döküldü kalemden kâğıda. Biz, kokulu domateslerin, kurtlu elmaların, çürüğü bol cevizlerin, yani kısaca vakitli yeşeren tohumların dünyasını düşlüyorduk. Bu yüzden de vakti gelene kadar, yani O An’a kadar görmedik birbirimizi.

Ektiğimiz tohumların kabuklarının çatlamaya başlamasıyla yolumun İstanbul’a düşmesi çakışınca, “Bu sefer bir kahve içelim,” demiştik. Buluşma konusunda kararlı, kahve konusundaysa bulanıktım. Uzun uzun konuşacaktık ve kahve bu kadar sohbetten sıkılıp çarpıntı yapacak, biliyordum. Görüşeceğimiz günün sabahı rakı içmeyi teklif ettim. Ben bunu sormasaydım, O, “Tamam,” demeseydi, hafta sonu olduğu için avludaki masaları günler öncesinden ayrılmış meyhane sokağa taşar mıydı, bilmiyorum. Yer bulabilme umuduyla erken gitmiştim. Boş yer olup olmadığını sorduğum garson, sokaktaki masalardan birini gösterip, yüzünü ekşiterek, bana saygılı, sokağa küstah bir ses tonuyla, “Sadece burası var, oturmak isterseniz,” dedi. Ben üzüldüm ama sokak hiç alınmadı. Sokaklar hiç alınmaz zaten. Uğradıkları onca haksızlığa rağmen hep dost kalırlar. Zamansız, davetsiz, rezervasyonsuz gidebildiğin, her hâlinle kabul edildiğin tek yerdir sokak. Sessiz sırdaşındır. “İsterim,” deyip oturdum dostumun kenarına. Çantamdaki kitapları çıkartıp bekledim. Ben beklerken, O, Arnavut kaldırımlı sokakları ezmeden, su gibi akarak yaklaşıyordu denize kör sokağa döneceği köşeye, O An’a.

İçimdeki deniz çalkalanmaya başlayınca masadaki kitaplara eğilmiş başımı, bakışımı sokağa çevirdim. Önce yerde güneşin son demleriyle dans eden yaprak gölgeleri gördüm. Sonra incir ağacının dallarını, dalında iki kediyi. Sokağın sonunda başlayan merdivenleri. Baktıkça eskidi sokak. İki karış toprakta direnen güçsüz bir gül gördüm. Eski bir binanın yaşlı kapısını, kapının yanındaki pencereyi, pencerenin şişkin karınlı ferforjelerini. İnsanları fark ettim. Geçip giden adımlar, yaşamlar. İçimde kabaran bir deniz olmasa hepsine ayrı ayrı, uzun uzun bakabilirdim. Yürüyüşlerinde, yüzlerinde, kıyafetlerinde kim olduklarına dair ipuçları arardım. Bu sefer kimsenin kapısını çalmadı bakışlarım. Birden dönüp ardıma bakmak istedim. İnsanlar, kediler, direnen gül, eski bina, kapılar, pencereler görünmez olmaya başladı. Ardıma dönüp baktığımda O da köşeyi döndü ve ben sokağa kör oldum, denize kör sokağın gözleri dalgalandı. Biz ilk defa göz göze geldik.

Göz göze gelmek: yalnızca üç kelime, ikisi de aynı. Ağızdan bir çırpıda çıkar, kâğıda kolayca yazılır. Hakkınca kaç kere yaşanır, o bilinmez. Biz yaşadık. Sadece birbirimize baksaydık yaşadığımız o an belki de böylesine sonsuz, tekrarsız olmayacaktı. Gözlerimizin ardına, ötelere baktık. Geçmişten gelen, geleceğe uzanan bir anın içinden ötelere. Bembeyaz sayfalar uçuştu havada. İki çift göz, anın içinde baş başa kaldılar. Bir âna bir sürü söz sığdırdılar.

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Öykü
  • Kitap AdıAteş Ten Gölge
  • Sayfa Sayısı160
  • YazarUğur Deveci
  • ISBN9786052654965
  • Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
  • Yayıneviİthaki Yayınları / 2024

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Papatya Kokulu Hikayeler ~ Ender Haluk DerincePapatya Kokulu Hikayeler

    Papatya Kokulu Hikayeler

    Ender Haluk Derince

    “Papatya Kokulu Kitap!” Hayata Bir Bardak Çay Molası Hiç kimsenin yanınızdan mutsuz ve kötü ayrılmasına izin vermeyin. Bulunduğunuz konumda mutlu olmaya bakın. Çiçek büyütün,...

  2. Bir Adam Girdi Şehre Koşarak ~ Tarık TufanBir Adam Girdi Şehre Koşarak

    Bir Adam Girdi Şehre Koşarak

    Tarık Tufan

    “Gidelim buradan. Senin masumiyetini, bilgelik zamanlarından kalma sırları, dünyanın bütün sabahlarını yanımıza alıp da gidelim.” Tarık Tufan yüreğimize ve zihnimize dokunan kelimelerle şehirde akıp...

  3. İt Gözü ~ Deniz Tarsusİt Gözü

    İt Gözü

    Deniz Tarsus

    Ufuğa boydan boya uzanmış güneşin yayvan ışığı tersten yüzüne vurdukça ayrıntılar netlik kazandı.Örümcek ağı parladı önünde, sonra yaprağın damarları gölge. Nefes aldım. Ciğerlerim göğsümde...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur