Türklerin Atası olarak kabul edilen Oğuz Kağan kimdir? Bu soruya onlarca yanıt verebiliriz.
Geçmiş zamanlardan beri Oğuz Kağan hakkında birçok araştırma yapılmış, birçok tez ortaya konulmuştur. Bu araştırmalardan yola çıkarak, Oğuz Kağan’ın Zülkarneyn, Makedonların efsanevi kralı Büyük İskender, Saka Hükümdarı Alp Er Tunga, Hun İmparatoru Mete Han, 2.Göktürk Devleti’nin kurucusu Bilge Kağan, olduğu iddia edilegelmiştir. Bu kişilerin her biri içinde güçlü kanıtlar sıralanmıştır.
Peki ya gerçekte Oğuz Kağan kimdi?
Onu bu denli özel kılan, tarihe bu denli derinden işlemesini sağlayan özellikleri nelerdi?
Atam Oğuz, sizi Orta Asya’da, Türklerin kadim memleketinde efsanevi bir yolculuğa çıkarıyor ve Oğuz Kağan’ın izinde dört başı mamur bir maceranın içine sürüklüyor.
***
Dualarıyla gökleri aralayan annem
Vahide Ateş’e
Sevgilerle
…
“Andolsun ki biz, Allah’a kulluk edin diye her Ümmet’e bir Peygamber gönderdik…”
(Nahl s.36)
“Rabbin, kendilerine ayetlerimizi okuyan bir Peygamberi memleketlerinin ana merkezine göndermedikçe, o memleketi helak edici değildir.
“(Nahl s.59)
“Sana da Senden önceki Elçilere Söylenenler söylenmekte. Şüphesiz ki, Rabbin; hem bağışlanma, Hem de elem dolu bir azap sahibidir.”
(Fussilet s. 43)
ATAM OĞUZ,
Bu ayetlerden yola çıkarak Türklere de gelmiş olabileceği düşünülen bir uyarıcıyı anlatmak hayali ve inancıyla kurgulanmıştır.
Her ne kadar bazı tarihsel gerçekliklerden yola çıkılsa da Mutlak doğruyu yalnız Allah bilir.
***
TARİHSEL GERÇEKLİKLER
Değerli okuyucularım, bu kitabı bir soruya maddi ve manevi yanıt alabilmek için yazıyorum? Türklerin atası olarak kabul edilen, Oğuz Kağan kimdir? Bu soruya onlarca yanıt verebiliriz. Tarihten bu yana Oğuz Kağan hakkında birçok araştırma yapılmış, birçok tez ortaya konulmuştur. Bu araştırmalardan yola çıkarak, Oğuz Kağan’ın şu kişiler olabileceği düşünülüyor:
Zülkarneyn (a.s), Makedonyalı Büyük İskender, Saka Hükümdarı Alp Er Tunga, Hun İmparatoru Mete Han, II. Göktürk Devletinin Kurucusu Bilge Kağan.
Bu kişilerle birlikte kainatta 4,5 milyar yıldan bu yana insanoğlu, yaklaşık 150.000 yıldır varlığını korumakta. Bu yüzyıllar içerisinde insanoğlu hep kendini sorgulamış, yaşama dair, yaşantıya dair, geçmişe ve geleceğe bir umut içerisinden bakmıştır. Bu umudun kaynağını maddeden çok manada aramak gerekir ki madde gelip geçicidir. O nedenle İslam toplumunun bir ferdi olarak yüce yaratıcıyı bize gösterdiği yolda geçmişte veya gelecekte hep arayacağız. Bu iman ve inanç çerçevesi içerisinde kalarak, bugüne kadar diğer kavimlere birçok Peygamber geldiği vaki. Şimdi ayetlerin ışığında bu konuyu aydınlatmaya çalışalım: Cenab-ı Allah, Kur’an-ı Kerim’inde; “Andolsun ki biz, Allah’a kulluk edin diye her Ümmet’e bir Peygamber gönderdik…”(Nahl s.36) buyurmaktadır. Bir başka ayetinde; “Rabbin, kendilerine ayetlerimizi okuyan bir Peygamberi memleketlerinin ana merkezine göndermedikçe, o memleketi helak edici değildir.”(Nahl s.59) buyurmaktadır.
Her kavme mutlaka bir Peygamber gönderildiğini bu iki Ayet-i Kerime’den anlamaktayız. Hatta bir rivayete göre 24.000 peygamber gönderildiği söylenir. Allah bütün kavimleri muhakkak bir uyarıcı göndermiştir Yahudilikten, Hıristiyanlıktan, İslamiyet’ten tutun da birçok din bu uyarıcıların geldiği fikrine şahitlik eder. Peki, Türklere gelen bir Peygamber yok mudur? Kur’an ı Kerim’de direk Türklere gelen bir peygamberden söz etmemektedir ancak Orhun abidelerinden yola çıkarsak Gök Tengri inancını görebiliriz ki bu inanç Tek tanrılı bir dine yani İslamiyet’e benzer bir inanışa kapı aralar. Sonuç olarak Türklere bir peygamber gönderildiği fikrine varabiliriz. Peki, bu peygamber kim olabilir?
Elmalılı Hamdi Yazır Hazretleri bu soruya zımnen Zülkarneyn Aleyhisselam olarak yanıt veriyor. Çünkü yaptığı fetihler ve ortaya koyduğu inanış onun hem bir Cihangir hükümdar olduğunu hem de peygamber olabileceğini düşündürüyor. Elmalılı Hamdi Yazır bir başka açıdan ise durumu şu şekilde ele alıyor Kur’an ayetlerinden Kehf suresini şu şekilde yorumluyor: “Demir kütleleri gibi dayanıklı ve sağlam olan vücutlarına akıtılan Allah feyzi ile meydana gelmiş, maddî ve manevî bir set” yani Yecüc Mecüc Kavmine karşı hem maddi hem manevi set olarak Türklerin olabileceğini söylüyor. Çünkü Orta Asya’da büyük topraklara sahip olan Türkler, inanış olarak putperestliği Budizmi benimseyen Çin’e ve aynı şekilde Moğollara karşı büyük engeller oluşturmuşlardır. Peki bu fikirden yola çıkarsak Zülkarneyn Aleyhisselam bir Türk hükümdar olabilir mi? Bence mümkün. Peki Zülkarneyn Aleyhisselam olabilecek bazı şahsiyetlere bir göz atalım. Alper Tunga, Metehan, Bilge Kağan ve Makedonyalı İskender. Bu seçenekler içerisinden Makedonyalı İskender’e baktığımız zaman, evet o büyük bir hükümdar, batıdan tutun Orta Asya’ya, Çin’e kadar büyük fetihler yapmış Helenizm fikrini oluşmasına olanak sağlamış, Aristo’nun düşüncelerini neredeyse tüm dünyaya yaymıştır. Ancak Büyük İskender’in hayatına baktığımız zaman onun ne bir dini inanış içinde yaşadığını görüyoruz ne de bir dini gaye için bunları yaptığını söyleyebiliriz. O güç ve kudreti eline almak kendi ve kavmi için bu fetihleri gerçekleştirmiştir. Zaten görmekteyiz ki Hindistan seferi sonrası arkadaşları ve savaşçıları memleketlerine dönmek istemişler, o da onlara ayak uydurmak zorunda kalmıştır. Bir peygamber olsa idi eğer, hak bildiği yoldan kata dönmezdi. O nedenle hem Türk olmayışı hem de dini bir gaye gütmeyişi nedeni ile onun Türklere gelen bir uyarıcı olamayacağı düşüncesini taşıyorum.
Bir diğer isim ise Alper Tunga. Öncelikle “Alper Tunga kimdir?” sorusuna cevap arayalım. Alper Tunga, Saka hükümdarıdır. Siz de bilirsiniz ki Şu Destanında İranlıları, yani Persleri yenilgiye uğratan büyük komutandır. Şehname’de Zaloğlu Rüstem ile Alp Er Tunga’nın savaşı çokça yer tutmuştur, bu büyük hükümdar çok büyük fetihlerde bulunmuş, dört bir tarafı zapturapt altına almıştır. Özellikle Perslerle mücadelelerinde elde ettiği zaferler dilden dile dolaşmıştır. O zamanın Kisrası Keykâvus bu Büyük hükümdarı yenemeyeceğini anlayarak bir hile ile zehirlemiştir. Ve hala dilden dile dolaşmaktadır,
“Alper Tunga öldü mü
Esiz Ajun kaldı mı
Ödlek öçün aldı mı
Emdi yürek yırtılır”
dizeleri. Orta Asya’yı bir boydan bir boya fethetmiş bu insan, bir uyarıcı olabilir mi? Engin bir ferasete sahip Alper Tunga bilgeliğiyle göz dolduran, düşmanlarına göz açtırmayan bir cihangirdir, ancak Şu destanına, Şehname’ye ve Çin Kaynaklarına baktığımızda Alper Tunga, Oğuz Kağan destanıyla hiçbir şekilde uyuşmuyor. Bu da demek oluyor ki Alper Tunga, Oğuz Kağan değildir. Peki bir uyarıcı olabilir mi? Nihayet bütün toprakları fethetmek bir insanı Peygamber ya da veli bir zat yapmaz. Öyle ki Cengiz Han tam bir zalimdi. Ancak Alper Tunga zalim değil, feraset, ve bilge biriydi. Yine de onun bir uyarıcı olmasını gerektiren Allah’ın varlığını birliğini anlatan, insanlara tebliğ eden konumunda görmüyoruz. Bunları anımsatan unsurlar olsa bile, yeterli değil.
Tekrar sorumuza dönecek olursak bir diğer cevabımız Bilge Kağan. Bilge Kağan’ın hayatına kısaca bir göz atacak olursak:
Bilge Kağan, 683 yılında doğdu. Babası Göktürk Devletini yeniden kuran İlteriş Kutlug Kağan, annesi İlbilge Hatum’dur. 8 yaşında babasını yitiren Bilge, 24 yıl boyunca Göktürk Devleti kağanlığı yapan amcası Kapkaç Kağan’ın elinde büyüdü.
Bilge Kağan, amcası öldüğünde yerine geçen oğlu İnal’ı devirerek 32 yaşında Göktürk Devleti’nin başına geçti. Devletin yönetimini ele alan Bilge’nin ilk işi iyi bir yönetim oluşturmak oldu. Bunun için, ordunun başına 31 yaşındaki kardeşi Kül Tegin’i, vezirliğe de Tonyukuk’u getirdi.
Bilge Kağan’ın en büyük hayali milletini yerleşik hayata geçirip onları şehirlerde oturtmak idi. Ama buna vezir Tonyukuk karşı çıkarak, “Türkler, Çinlilerin yüzde biri kadar bile değildirler. Su ve otlak peşindedirler. Avcılık yaparlar. Belli bir yerleri yoktur ve savaşçıdırlar. Kendilerini güçlü görünce, orduları yürütürler. Güçsüz bulunca kaçarlar ve gizlenirler. Çinlilerin sayı üstünlüklerini böylece etkisiz kılarlar. Türkleri surlarla çevrili bir kentte toplarsanız ve bir kez Çin’e yenilirseniz, onların tutsağı olursunuz ” dedi.
Bilge Kağan, bir dönem de Türkler arasında Budizm’i yaymak hevesine kapıldı. Tapınaklar yaparak Türkleri Budist yapmak arzusunu taşıdı. Vezir Tonyukuk, bu düşünceye de karşı çıkarak, Budizm’in insandaki hükmetme ve iktidar duygusunu zaafa uğrattığını, kuvvet ve savaşçılık yolunun bu olmadığını, eğer Türk milletinin yaşaması isteniyorsa bu din ve tapınakların ülkeye sokulmaması gerektiğini söyledi. Bilge Kağan, çok itibar ettiği veziri Tonyukuk’un tavsiyelerine uyarak, aklından geçen bu planları yapmadı.
734 yılının yazında K’i-tan ve Tatabılara karşı Töngez Dağında kazanılan savaş, Bilge Kağanın en son zaferi oldu. Bütün ömrünü milletinin birliği ve büyüklüğü için geçirmiş olan Bilge Kağanın, 19’u “şad” 19’u da “kağan” olmak üzere 38 senelik bir hizmeti vardır. Son zamanlarında, Çinli bir prenses ile evlenme arzusu, Çin imparatoru tarafından kabul edilmişse de, Çinlilerce aldatılan Buyruk-çor tarafından zehirlenmiş ve 25 Kasım 734 tarihinde, milleti büyük bir yas içinde bırakarak 50 yaşında vefat etmiştir. Adına, oğlu tarafından Baykal Gölünün güneyinde, Orhun Nehri Vadisinde, Koşo Tsaydam Gölü civarında Bilge Kağan Abidesi diktirilmiştir. Abideyi, yeğeni Yollug Tigin kaleme almış ve 34 günde tamamlatmıştır.
Kitabelerde görüleceği üzere, Bilge Kağan, milletine bağlı, dindar bir hükümdardır. Böyle olmasına rağmen, yeni bir dinin arayışı içinde olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü onun yerleşik hayata geçmek isteği ve kuracağı şehirlerde Budist mabetlerine yer verme teklifi, kayın babası Tonyukuk tarafından reddedilmiştir. Şayet sağlıklarında İslamiyet, ülkelerine ulaşabilseydi, Türklüğün eski yurdunda alperenlerin, gazilerin daha erken görüleceği büyük ihtimal dâhilindeydi. Tonyukuk’un, Bilge Kağanı bu iki düşüncesinden men edişi, Çin’e karşı kendilerini müdafaa şuuru iledir. Fakat bu fikir, netice olarak sonraları Türk dünyasının İslam’a girmesine zemin hazırlamıştır. Bu düşünceler ve hayatı göz önünde alındığında Bilge Kağan’ın İslamiyet’in indiği o yıllarda yeni bir uyarıcı olarak ele almak mümkün değil. Aynı zamanda Oğuz Kağan destanı ile ilgili herhangi bir uyumsallık yoktur, diyebiliriz.
Son olarak ele alacağımız kişi Mete Han. Birçok kaynakta da geçmekte ki Mete Han, Oğuz Kağan’dır. Nasıl böyle bir yargıya varabiliriz diye soracak olursanız şunları göz önünde bulundurmanız, sanırım yeterli olacaktır.
Bir kısım değerli tarihçi ve araştırmacı, Oğuz Kağanın, Büyük Hun Hakanı Mete olduğu görüşündedirler. Reşideddin ve Ebu- l Gazi Bahadır Han’ın nakillerinde bahsedilen Oğuz Kağan ile Hun Hakanı Mete’nin aynı şahsiyet olduğu yönünde kuvvetli emareler bulunmakla birlikte, Uygurca yazılan nüsha da bahsedilen Oğuz için aynısını söylemek pek mümkün gözükmemektedir.
Tarihi kaynaklar Hun Hakanı Mete’nin yaşadığı olaylarla, destanda anlatılan hadiseler arasında bir bağ olduğunu düşündürmekte, Reşideddin ve Ebu- l Gazi Bahadır Han’ın naklettiğine göre; Oğuz, Kağan olmadan önce babası ve amcaları ile çarpışmak zorunda kalmıştır.
Türk tarihi dikkatle tetkik edildiğinde Hun Hakanı Mete’nin ayrıcalıklı ve önemli yeri hemen dikkat çeker. Bozkır coğrafyasında yaşayan göçebe Türk topluluklarının birlik altında toplanması ve teşkilatlanma kabiliyetine sahip güçlü, sistemli bir devletin ortaya çıkışında Mete’nin önemli rolü vardır.
Tarihi kaynaklar Mete’nin iktidara gelirken babası Tuman ile olan çekişmesini naklederler. Çin kaynaklarının bildirdiğine göre; Hun Hakanı, Tuman’ın Mete adında bir veliahdı vardı. Fakat sevdiği bir eşinden başka bir oğlu olmuş ve Tuman, Mete’yi uzaklaştırıp bu küçük oğlunu başa geçirmek istemişti. Bu sebeple Mete’yi, Yüeçi’lere rehin olarak göndermiş ve Mete rehin olduğu sırada Yüeçi’lere ani bir saldırı düzenlemişti. Bu nedenle Yüeçi’ler Mete’yi öldürmek istemiş fakat Mete onlardan kaçarak kendi ülkesine dönebilmişti. Bundan sonra Mete, kendi yetiştirdiği askerlerle bir av esnasında babası Tumanı öldürmüş ve Hakan olmuştu. Bu hadiseden sonra Mete devletin başına geçmiş, onun zamanında Orta Asya’da her yönüyle güçlü ve komşu Çin devletini gerçek manada tehdit eden bir unsur haline gelmişti. Bu nedenle Mete’nin devlet düzeni ve askeri sistemde yaptığı yenilikler ve düzenlemeler de kendisinden sonra gelen Türk toplulukları tarafından aynen kullanılacaktı.
Ayrıca Hun Hakanı Mete’nin tarihte edindiği bu mühim yerle bağlantılı olarak onun yaşadığı hadiseler milletin hafızasında yer etmiş sözlü ve yazılı destanlara konu olmasına neden olmuştu. Pek çok tarihçi ve araştırmacı Reşideddin ve Ebul Gazi Bahadır Han’ın nakillerinde anlatılan hadisenin yukarıda zikredilen baba – oğul çatışmasını yansıttığında hemfikirdir. Reşideddin’in naklinde “Oğuz avdan dönüp evin ya- kınlarına gelince babası ve amcalarını kendi yakınları ile birlikte savaşa hazır halde buldu. Kendi nökerlerinin başında onlarla çarpıştı. Bu savaş sırasında babası Kara Han amcaları Kür Han ve Küz Han öldürüldüler.” (Togan, 1972: 19).
Ebu-l Gazi Bahadır Han’ın naklinde ise İslami tesir çok net görülmekte ve burada; Oğuz Müslüman oldu diye babası Kara Han onu avda öldürmeğe karar verdi. Bunu duyan Oğuz’un küçük Hatumu her şeyi Oğuz’a anlattı. Kara Han ile Oğuz Han, ikisi saf çekip savaştılar. Savaşta Kara Han’ın başına ok değdi ki atanı bilemediler. Kara Han o yaradan öldü. Oğuz Han babasının tahtına oturdu. ( Ebu-l Gazi Bahadır Han; 28-29).
Reşideddin ve Ebu-l Gazi Bahadır Han’ın nakillerini değerlendiren Ziya Gökalp, Osman Turan ve Hüseyin Namık Orkun gibi değerli ilim adamları burada bahsi geçen Oğuz Kağan’ın Hun Hakanı Mete olduğu yönünde kanaat belirtmişlerdir.
Osman Turan; Oğuz Han ile babası Kara Han arasında vuku bulan mücadelenin, M.Ö III. asırda, Hun imparatoru tarihi Mete ile babası Tuman arasındaki savaşın destanî bir yansımasından başka bir şey olmadığını belirtir. Hunlardan, Osmanlılara kadar devam eden idari, siyasi, sağ-sol teşkilatı tarihi ve destanı bu iki hükümdara atıf olunmakta ve bu suretle bu iki şahsiyet birleşmektedir. Mete ve Oğuz Han’ın aynı tarihi şahsiyet olduğu yönündeki kanaat oluşurken beyan edilen delillerden bir diğeri ise, Mete’nin imparatorluğu yirmi dört kumandana taksimidir. Bu durum yirmi dört Oğuz boyu ve beyine tekabül etmektedir.
Orkun da, Hun’larla, Oğuzların kabile teşkilatlarının tamamıyla aynı olduğunu belirterek bu iki topluluk arasında sıkı bir münasebetin ve benzerliğin var olduğunu vurgulamıştır. 24’lü teşkilatın ortaya çıkmasında dini gerekçelerin önemine değinen Orkun, Hun’larda büyük memuriyetlerin 6 tane olduğunu belirterek, altılı teşkilat yapısından yirmi dörtlü teşkilat yapısına geçildiğinde Oğuzlar arasında totemizmin geçerli olduğunu ve bu dinin etkisini kaybettiği sonraki dönemlerde totemlerin çoğaltılmasına lüzum kalmadığı için yirmi dörtlü teşkilatın artmadığı kanaatindedir. (Orkun, 1935: 103-109).
Gökalp de Mete ve Oğuzlar arasındaki ilişkiyi belirtirken; Oğuz kelimesinin anlam olarak “ok eri” yahut “ok aşiretleri manasına geldiğini belirtmiştir. “Mete’nin “ok eri” olması ise ıslık çalan “ok” u icat etmesinden dolayıdır. Oğuzların bu adı alması “Mete’nin tesis ettiği yirmi dört tümen’in torunları olmasındandır. Oğuzların 24 boyu, Mete’nin ordusunun 24 tümeninin devamıdır.
Oğuz Kağan’ın, güçlü bir ihtimalle Hun Hakanı Mete olduğu düşüncesine sahip olan Gömeç, Mete Hakan’ın ölümünden sonra yerine oğlu Kök (Çince Ki-ok) ondan sonrada onun oğlu Kün –içen (çince Chüen-ch’en) geçtiğini belirtir. Yani Mete sonra gelen iki Türk hükümdarının ismi Oguz Kagan Destanı’ndaki Oguz’un destanî çocuklarından iki tanesiyle aynıdır. Bu herhalde, Oğuz ile Motun arasındaki benzerlik konusunda göz-ardı edilemeyecek bir ip-ucudur.
Reşideddin naklinde geçen Oğuz’un babası Kara Han ve amcası Kür Han’ın isimlerinin anlamak noktasında Gökalp; “Eski Türklerde bir hükümdar mağlup olduğu zaman “Kara Han” yahut Moğolca aynı manaya delalet etmek üzere “Kür Han” adını alırdı. İntikamını alıncaya kadar, düşmanlarına galip oluncaya kadar bu unvanı muhafaza ederdi. Esarete düşen bir millet de “Kara” sıfatını alırdı” (Gökalp, 1976: 154) demektedir. Bu durum bize, destanda geçen Kara ve Kür isimlerinin mağlubiyetten ötürü kazanılmış isimler olduğunu düşündürmektedir. Tüm bunlar açıkça ortaya koyuyor ki Mete Han yüksek bir ihtimalle Oğuz Kağan’dır. Peki Oğuz Kağan bir peygamber ya da veli olabilir mi? Oğuz Kağan Zülkarneyn (a.s) mıdır?
Kur’an-ı Kerim’de, Kehf Suresi’nde Zülkarneyn unvanı ile bir cihangirden bahsedilmektedir. Müfessirler, tarihe bakarak, bu cihangirin kim olabileceğini araştırmışlardır. Vanî Mehmet Efendi (ölümü 1684) ve ondan istifade ederek İsmail Hamî Danişmend gibi âlimlerimiz bu konuyu etraflıca inceleyerek bu cihangirin Oğuz Han olduğunu söylemişlerdir. En büyük Türk müfessiri Hamdi Yazır da bu görüştedir. O, Zülkarneyn’in manevî bir set yaptığını, bunun da Türkler olduğunu söylemektedir. Türkleri güçlü hale getirenin de, ataları Oğuz Han olduğuna göre, bu kıymetli âlimimiz, zımnen, “Zülkarneyn Oğuz Han’dır” demektedir. O, milletini bozgunculara karşı set yapmıştır.
“Allah doğrusunu daha iyi bilir ya, Kur’ân’ın bahsettiği bu duvar, Zülkarneyn’den onun yapılmasını isteyen kavmin bizzat kendisidir. Onlar demir kütleleri gibi dayanıklı ve sağlam olan vücutlarına akıtılan Allah feyzi ile meydana gelmiş, maddi ve manevi bir set demek olur. Eğer bu kavim, tefsir âlimlerinin naklettikleri şekli ile Türk idiyse, burada, Zülkarneyn’e kuvvetle yardım eden Türklerin geçmişte yeryüzünü bozgunculuktan kurtarmak için ettikleri hizmetin önemi anlatılmış olduğu gibi, yüce Peygamberimizin gönderilmesinden sonra İslâm’a yapacakları hizmete de işaret edilmiş demektir. Ve şu halde Türklerin yok olması, Ye’cûc ve Me’cûc seddinin yıkılması ve yeryüzü düzenini bozulması demek olacaktır ki, kıyametin alâmetlerindendir.” (Hak Dini Kur’an Dili, 5/3291) Tüm bunları göz önünde bulundurarak Oğuz Kağan’ın Türkler’e gönderilen bir Peygamber yahut veli bir zat olabileceğini düşünüyor, onu ve ideallerini yaşamak ve yaşatmak için sizleri bu gönül yolculuğuna davet ediyorum.
I.
Beklenen,
Gökyüzü maviliğe karalar çalarken, rüzgâr kıl çadırlar arasında bir çığlığı kovalıyordu. Bu tiz çığlık bir acının, bir dirilişin göğü parçalayan, yüreklerin ritmini allak bullak eden yükselişiydi.
Rüzgâr yer yer kara yer yer ak renklerle bezeli, büyük çadırın kapı örtülüğünü aralıyordu. Çadırın içinde yanan ateş ve heyecanlı bir kalabalık kadın seslerinin uğultusu, erkeklerin aralıklı bakışları altında birbirine karışıyordu. ve bütün bir curcunayı bir çocuğun çığlıkları bitirmişti, nihayet.
O an çadırdan fırlayan, müjdeli haberi tez yetiştirmek isteyen , genç bir kadın ellerindeki kanı bir yandan temizleyerek bir yandan da heyecanlı gözlerle “Kağanım bir erkek evladınız oldu, Umay sizi muştuladı…” deyişi, yürekleri ferahlattı.
Tuman Han sert, cesametli, iri yarı hafif çekik gözlerini kısarak sarı benzine bir tebessüm kattı. Kara kömür gözleri kesik kesik bakıyor, hafif keçi sakalına rağmen yüzündeki mutluluk tebessümü belirginliğini koruyordu. Ağır adımlarını çadıra doğru ilerlerken hızlandırdı.
Ay Kağanı aradı gözleri. Bir ay kadar güzeldi eşi. Naif, tatlı çekik gözleri altında hafif al yanaklar, güzel örgülü saçları arasında belirginliğini koruyordu. İnsanın içine mutluluk katan güzelliği her zamanki gibiydi. Çekik gözleri altındaki tebessümü ağlamaklı bir mutluluğu yakalıyordu. Bir acıyı bastıran suretinde mutlu bir tebessümün dokunuşları seziliyordu. Annesinin kucağından yavaşça çocuğu alarak baktı öylece bir zaman. Ve içten içe gülümsemelerini tutamadı. İlk erkek çocuğuydu ne de olsa…
“İşte acunun kağanı…” deyiverdi. Bütün işaretleri onun gelişini sayıklıyordu adeta. Tuman Han, Ay Kağan’la göz göze geldi, anlamlı anlamlı bir şeyleri deruhte edercesine baktı.
Gelecekte büyük bir hükümdar olacaktı, biliyordu. Ay Kağan onu daha doğurmadan rüyasına girmiş, onunla konuşmuştu. Bilgeler de öyle yorumlamıştı, olanları, tüm şamanlar ongunların birer işareti olarak kutsandığını söylemişlerdi. Ancak Ay Kağan’da bir gariplik vardı hanidir. Bebek daha doğmadan önce çok değişmişti. Eski Ay Hatum değildi. Bir kadının davranışları hepten mi değişirdi.
Koyun, kuzu etinden başkaca et yemiyor, kımız içmiyor sürekli gitgellerde düşüncelere dalıyordu. Bunlar neyse de güneşe yönelerek eskisi gibi dua etmiyor, adaklar sunmuyordu. Bir gariplik vardı, sezinliyordu.
Tekrar gözlerine baktı, seviyordu… Her şey onunla güzeldi. Güzel karısı ona acunu fethedecek bir kağan doğurmuştu ya başka ne isterdi. Belki zamanla geçerdi bu hal diye düşündü. Gözlerinin içine baktı, kaçırıyordu gözlerini, bir şeyler saklar gibiydi. Çekiniyordu. Neden çekiniyordu ki kaç yıllık eşiydi sonuçta. Onunla bir çadırdan oba kurmuşlar, obadan buduna, şimdi ise budundan koskoca bir ulusu arkası sıra yürütüyorlardı. Sitemliydi hayat arkadaşını eskisi gibi tanıyamıyordu artık.
Bütün bunlardan sıyrılarak, düşünceli adımlarla çadırdan çıktı. Bütün oba toplaşmıştı. Tuman han çocuğunu gökyüzüne kaldırarak “ongunlar oğlumu kutsasın, acunu fethedecek bir erkek evladım oldu, şükürler olsun.” dedi.
Oba heyecanına ayak uydurarak “Huuuu…” diye, ortalığı inletiyordu. O sıra ihtiyari bir ses yükseldi. Çok yakında bir bozkurt sesiydi. Uluması gökyüzünü telaşa vermişti. İnsanlar silahlarına sarılıp birbirlerine kenetlenmeleri aniden oldu. Gayri ihtiyari Tuman Han, çocuğuna sarılarak bir iki adım çekildi. Herkes şaşkındı. Apak bir kurt obaya kadar inmiş, insanlardan çekinmeden, tek bir noktaya odaklanmıştı sanki. Baktığı taraf Tuman Han gibiydi, çocuğun hareketleriyle birlikte başını aşağı yukarı çevirmesini herkes fark etmişti. Kalabalık ani hareket yapmaktan kaçınarak, birbirlerine bakıp şaşkınlıklarını üstlerinden atmaya çalışıyorlardı.
İlk defa ak bir kurt ara ara duman rengindeki tüyleri ile göz alıyor, dolunayın altında diğer kurtları gölgede bırakacak cüssesiyle etrafa korku salıyordu. Oğuzların arasında “Börke” diye bilinirdi. Hep dilden dile dolaşagelmiş, gerçekliğine çok az insanın şahit olduğu bu kurt, Hun halkı arasında yol gösterici olarak bilinen kutlu bir hayvandı. O nedenle hiç kimse silahına davranmak istemiyor, neler olacağına bakınmakla yetiniyordu.
Ak yeleli bozkurt biraz daha yaklaşarak, bir kez daha uludu. Ses yankılanarak dağlara uzanıyordu. Ve bir an bu sese karşılık yüzlerce kurdun sesi ardı sıra yükseldi. Bir karşılık gibiydi.
İnsanların beti benzi atmış, kurtların toplu saldırı yapacağını düşünmüşlerdi. Kış zordu ancak kurtlar bu kadar aç kalmış olamazlardı. Ak yeleli bozkurt, sesler tükeninceye kadar dinledi ve ardı sıra karanlığa atılarak gözden kayboldu.
Oba hemen teyakkuza geçti. Kılıçlarını, ok ve yaylarını kuşanıp çadırların etrafında çember oluşturdular. Yanan meşaleler, bir güneş gibi ortalığı aydınlatmıştı. Tüm bunlara rağmen çocuktan tek bir ses yoktu. Tuman Han aceleyle çocuğun annesine bıraktı. Telaşla yayını ve mızrağını kaparak dışarıya fırladı. Adamlarına emirler savurarak, beklemeye koyuldu, bekledi, bekledi, bekledi…
Tan ağarırken, Korkut Ata göründü. Ak sakalları saygınlık ve insanlar üzerinde gayri ihtiyari bir tedirginlik uyandırıyordu. Tuman Han’a ağır bir ses tonuyla bu bir işaret dedi. Bozkurt onun sadece bir koruyucusu, yol göstericisi olacaktır, bize saldırmak niyetinde değildir, Kağanım dedi.
Tedirgin gözlerle ihtiyari dinleyen Tuman Han biraz rahatlamıştı. Zaten kurtlarda gündüz gözüyle avlanmazlardı. Adamlarına baş işaretiyle dağılmalarını söyledi. Bilgeyi otağına davet etti, ne demek istediğini detayıyla konuşmak istiyordu.
Yanan ateşin yanı başında oturarak ne ola ki bu durum dedi. Sanırım Kağanım, kundaktaki çocuğa göz ucuyla bakarak evladını Gök Tengri tarafından kutsanmış. Bu sözü duyan Tuman Han sinirli sinirli Korkut Ataya baktı. Ancak ihtiyar bilginle tartışmak istemedi. Ne demek istiyorsun dedi, hararetle. İleride çok büyük bir kağan olacak… Acunu dize getirecek, Kağanım.
Korkut Ata, bu karagözlere daha fazlasını anlatmanın çocuğa zarar getirebileceğini düşünerekten, yarıda kesti. Bu karagözlerde kibrin, fıskın ve ihtirasın vahşetini görüyordu. Bir insanın ruhunu parça parça etmişlerdi. Daha kaç masuma kıymıştı kim bilir, güç uğruna…
Yarı tedirgin kalkarak “Kağanım siz istirahat buyrun…” dedi. Tuman Han düşünceli gözlerle kafa salladı. İhtiyar zorla doğrularak, kundaktaki çocuğun mavi gözlerine baktı. Bir umut sardı yüreğini ve bir tebessüme sarılarak ayrıldı, çadırdan.
Tuman Han’ı düşünceleriyle baş başa kalmıştı. Bütün bunlar ne demekti… Aklı havası almıyordu. Odunun yanışını seyrederek, ince, seyrek, kırçıl sakallarını karıştırarak düşüncelere daldı.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli) Tarihi Roman
- Kitap AdıAtam Oğuz
- Sayfa Sayısı178
- YazarRamazan Ateş
- ISBN9786052394120
- Boyutlar, Kapak13,50 x 19,50 cm, Karton Kapak
- YayıneviPergole Yayınları / 2017
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Perina ~ Naşide Gökbudak
Perina
Naşide Gökbudak
Albay başını önüne eğmiş düşünüyordu, aniden atıldı. “Çok üzgünüm Mikail! Kızını kaybettiğin için cidden üzgünüm. Ne olur ölüm haberini evdekilere duyurmadan birazcık daha düşün!...
- Leylan ~ Selahattin Demirtaş
Leylan
Selahattin Demirtaş
“Bu hayatta her şeyiyle güvenebildiğiniz en az bir kişi olmalı. Yoksa kendinizi hep yalnız hissedersiniz. İnsanların çoğu yalnızdır o yüzden, yapayalnız. Yaşananlar kelepir bir...
- 4 Gün 3 Gece ~ Ayşe Kulin
4 Gün 3 Gece
Ayşe Kulin
“Gece ertesi sabaha kavuştuğunda Türkiye Cumhuriyeti’nde yeni bir dönem başlamıştı.” 27 Mayıs 1960. Ülkedeki tüm vatandaşlar askerî darbe haberiyle uyanıyor sabaha. Sokaklarda tanklar, radyodan...