Hayat insanı yalanlara alıştırabilir ama ben içimdeki sesi dinleyip bu sahte dünyanın dışına çıkacağım…
O ses ısrarla ölmediğini söylüyordu; efsanevi pilot Vahşi Bill Maitland, yani babam, acımasızca hazırlanmış bir oyuna alet edilmiş olabilir miydi? Yaşanan trajedinin üzerinden yirmi yıl geçmesine rağmen gerçekleri gün yüzüne çıkarmalıydım; daha dün gibi hissettiğim hüznü dindirmemin tek yolu buydu. Ama izlerin peşine düştükçe birileri hunharca öldürülüyor, geçmişe doğru attığım her adımda biraz daha dibe çöküyordum. Tek başımaydım, güçsüzdüm ve etrafımda güvenebileceğim kimse yoktu; ta ki onunla karşılaşana kadar…
Romanları dünyada milyonlarca okuyucuya ulaşmış usta yazar Tess Gerritsen, alışık olduğumuz tarzının dışına çıkarak bizleri bambaşka bir yönüyle tanıştırıyor. İçine romantizm de serptiği macera yüklü kitabı Asla Arkana Bakma heyecan ve gerilimin sınırlarını zorluyor.
***
Giriş
1970
Laos – Kuzey Vietnam sınırı
Muong Sam’in otuz kilometre dışında, ilk mermilerin gökyüzünü yarıp geçtiğini gördüler.
Pilot William “Vahşi Bill” Maitland, gövdenin arkasından bir yerden aldıkları yarayla birlikte, DeHavilland Twin Otter’in bir kısrak gibi sıçradığını hissetti. İçgüdüsel olarak irtifanın beraberinde getireceği güvenliği tercih edip hemen yükselişe geçti. Sisli dağlar altlarından kayıp giderken, yeni bir mermi tufanı, arkalarında çizgiler bırakarak yanlarından geçti; kokpiti uçaksavarla tarıyorlardı.
Maitland yardımcı pilotuna, “Lanet olsun Kozy, sen uğursuz bir adamsın,” diye homurdandı. “Ne zaman seninle uçsak ağzımda kurşun tadı beliriyor sanki.”
Kozlowski, koca bir çikleti ağzına atıp sesli bir şekilde çiğnemeye devam etti. Paramparça olan ön camı işaret ederek, “Endişelenecek bir şey yok,” diye ağır ağır söylendi. “Seni en az beş santim ıskaladı.”
“Üç desek?”
“Arada büyük fark var.”
“İki santim, inanılmaz derecede büyük bir fark yaratabilir.”
Kozy güldü ve pencereden dışarı baktı. “Evet, karım da aynısını söylüyor.”
Kokpitin kapısı hızla ardına kadar açıldı. Kargocu Valdez, omuzları paraşüt çantası yüzünden çökmüş bir halde kafasını içeri uzattı. “Burada lanet olası…” Diğer bir mermi daireler çizerek yanlarından geçince donup kaldı.
Kozlowski, “Buradaki sivrisinekler muazzam büyüklükte,” dedi ve ellerini kocaman açarak tarif etti.
Valdez, “O da neydi?” diye sordu. “AK-47 mi?”
Maitland, “Daha çok .57-milimetreye benziyor,” dedi.
“Bize .57’lere dair hiçbir şey anlatmadılar. Her neyse, siz nasıl bir bilgi aldınız?”
Kozlowski omuz silkti. “Bunlar sadece senin vergi adı altında ödediğin dolarlarla alınabilecek türden şeyler.”
Maitland, “Kargomuz nasıl korunuyor?” diye sordu. “Kıçındaki pantolon hâlâ kuru mu?”
Valdez öne doğru uzandı ve itiraf etti: “Adamım, garip bir yolcumuz var.”
Kozlowski, “Ee, ne var bunda?” dedi.
“Demek istiyorum ki, gerçekten garip. Her tarafta mermiler vızıldıyor ama o gözünü bir kez olsun kırpmadı. Bir nilüfer yaprağı üzerinde suda yüzüyormuş gibi öylece oturuyor. Boynundaki madalyonu görmelisiniz, en az bir kilo çekiyor olmalı.”
Kozlowski, “Hadi ama,” dedi.
“Söylüyorum sana Kozy, adamın düz ve küçük boynundan bir kiloluk altın sallanıyor. Kim o?”
Maitland, “Bir Lao, üst düzey,” dedi.
“Size sadece bu kadarı mı söylendi?”
“Ben sadece teslimatçıyun. Bundan daha fazlasını bilmeme gerek yok.” Maitland, Dehavilland’ı iki yüz kırk beş metre irtifaya sabitledi. Açık kokpit kapısından dışarı bakınca, teçhizat sandıkları arasında uysal uysal oturan yalnız yolcularını fark etti. Loş kabinde, Lao’nun yüzü vernikli bir maun gibi yanmaktaydı. Gözleri kapalıydı, dudakları da kımıldıyordu. Maitland, dua mı ediyor diye merak etti. Evet, bu adam kesinlikle en ilginç kargolarından biriydi.
Maitland daha önce de garip yolcular taşımıştı. Air America’da çalıştığı şu on yıl içinde, Alman kurt köpeklerini, generalleri, şebekleri ve kız arkadaşlarını taşımış, onları gitmeleri gereken her yere götürmüştü. Eğer cehennemin bir iniş pisti olsaydı, onları oraya götüreceğini büyük bir memnuniyetle söylerdi; tabii biletleri olduğu sürece. Her şey, her zaman, her yere; Air America’nın kuralıydı.
Kozlowski, gür ormanların üzerinden akan sise bakarak, “Song Ma River,” dedi. “Bitki örtüsü çok kalın. Eğer ellerinde daha fazla .57’lik varsa, inmekte oldukça zorlanacağız.”
Maitland, her iki taraflarında uzanan kadifemsi yeşil yamaçlara bakarak, “Her halükârda iniş zor olacak zaten,” dedi.
Vadi dardı; hızlı ve alçaktan ilerlemeliydi. Bu çok kısa bir iniş pistiydi, ormandaki bir iğne çiziği gibiydi. Ayrıca rapor edilmemiş bir pusu olasılığı da mevcuttu. Ama verilen emir, kim olduğu bilinmeyen üst düzey Lao’nun orada, Kuzey Vietnam sınırının dibinde teslim edilmesiydi. Geri dönülüp iade edilmesi yönünde hiçbir bilgi verilmemişti; bu Maitland’a sanki unutuluşa yapılan tek yönlü bir seyahat gibi geldi.
Omzunun üzerinden arkasındaki Valdez’e, “Bir dakika içinde alçalıyoruz,” diye seslendi. “Yolcuyu hazırlayın. Yere koşarak inmek zorunda kalacak.”
“Sandığın da kendisiyle birlikte geleceğini söylüyor.”
“Ne? Bana sandık hakkında bir şey söyleyen olmadı.”
“Son dakikada yüklediler. Nam Tha’dan teçhizatları aldıktan hemen sonra. Oldukça ağır bir sandık. Yardıma ihtiyacım olabilir.”
Kozlowski uysal bir tavırla emniyet kemerini çözdü. İç çekerek, “Pekâlâ,” dedi. “Ama şunu unutma, bana sandık taşımak için para vermiyorlar.”
Maitland güldü. “Ne için para alıyorsun?”
Kozlowski tembel tembel, “Ah, birçok şey var,” dedi. Valdez’in yanından geçip kafasını eğerek kokpit kapısından çıktı. “Yemek yiyorum. Uyuyorum. Pis fıkralar anlatıyorum…”
Ağzından çıkan son kelimeler Maitland’ın kulak zarlarını parçalayan sağır edici bir patlamayla yarıda kesildi. Patlama Kozlowski’nin -ya da Kozlowski’den geriye her ne kaldıysa onun- gerisin geri kokpite uçmasına sebep oldu. Kontrol paneli kana bulandı, altimetre kadranı tamamen kırmızı sıvıyla kaplandı. Maitland’ın aşağıya büyük bir hızla indiklerini anlayabilmesi için altimetreye ihtiyacı yoktu zaten.
Valdez yardımcı pilottan artakalanlara bakarak, “Kozy!” diye haykırdı. “Kozy!”
Ağzından dökülen kelimeler, rüzgârın uluyan kargaşası içinde neredeyse kaybolmuştu. DeHavilland titredi, aynen havada kalmaya çalışan yaralı bir kuş gibiydi. Maitland kumandalarla boğuşurken, hidroliklerin tamamen boşaldığını fark etti. Umabileceği en iyi şey, ormana karınüstü inebil- mekti.
Hasarı anlamak için arkaya baktı ve anafor gibi dönen enkaz bulutu arasından Laolu yolcunun kanlara bulanmış haldeki sandıklara doğru savrulan cesedini gördü. Aynı zamanda garip bir şekilde burulmuş çeliklerin arasından parlayan güneş ışığını fark etti ve kargo kapısının bulunması gereken yerden kısa bir an için mavi gökyüzüne ve bulutlara baktı. Neler oluyordu? Patlama uçağın içinde mi gerçekleşmişti?
Valdez’e, “Paraşütle atla!” diye haykırdı.
Kargocu cevap vermedi; hâlâ dehşet içinde Kozlows- ki’ye bakıyordu.
Maitland onu dürttü. Kargocu kokpitten dışarı doğru tökezledi, kırık sandık ve parçalanmış metal keşmekeşinin içine girdi. Açık kargo kapısında durakladı. Rüzgârın çığlıkları arasından, “Maitland?” diye haykırdı.
Bakışları kenetlendi ve daha o saniye içinde anladılar. İkisi de anladı. Bu birbirlerini canlı görecekleri son andı.
Maitland, “Ben de atlayacağım!” diye bağırdı. Hadi, git!
Valdez birkaç adım geri attı. Ardından kendini kargo kapısından aşağı fırlattı.
Maitland, Valdez’in paraşütünün açılıp açılmadığını görmek için bakmadı; endişelenmesi gereken başka şeyler vardı.
Uçağın motoru öksürüyordu, dalışa geçmişti.
Kolan takımı salıverme tertibatına uzandığında dahi, artık şansının kalmadığının farkındaydı. Paraşütüyle uğraşmak için ne zamanı kalmıştı ne de irtifası uygundu. Aslında paraşüt takmanın bir faydasının olacağına zaten hiç inanmamıştı. Bunu insanın sırtına kayışla bağlaması, bir pilot olarak becerisine güvenmediğini itiraf etmesi gibi bir şeydi ve Maitland -ve diğer herkes- kendisinin en iyisi olduğunu biliyordu.
Sakin bir şekilde kolan takımını tekrar bağladı ve komuta kollarını kavradı. Parçalanmış kokpit camından ağaçlarla kaplı zemini seyretti; gür, yeşil ve kalp burkucu derecede güzeldi, onu karşılamaya hazır şekilde uzanıp gidiyordu. Her nasılsa bu işin böyle sonlanacağının hep farkındaydı: Rüzgâr delik deşik olmuş uçakta ıslıklar çalıyor, hızla yere yaklaşıyor, elleri kumanda kollarını sıkıca kavrıyordu. Bu kez sıyıramayacaktı…
Faniliğinin farkına aniden varması şaşırtıcıydı. Kafasında parmak ısırtan bir düşünce vardı. Öleceğim.
Ve DeHavilland ağaç tepelerine çarpıp parçalanırken hissettiği şey kesinlikle şaşkınlıktı.
Vientiane, Laos
Saat 19.00’da, Air America 5078 numaralı uçuşun ortadan kaybolduğu raporu geldi.
ABD Kara Kuvvetleri harekât odasında, Albay Joseph Kistner ile Merkezi ve Savunma İstihbaratı’ndan arkadaşları bu haberi şaşkınlıkla ve sessizlik içinde karşıladı. Oldukça büyük bir dikkatle düşünülmüş, ABD çıkarları açısından bu son derece hayati harekât başarısızlıkla mı sonuçlanmıştı?
Albay Kistner hemen bir onay talep etti.
Air America’daki komuta, detayları sağladı. Nam Tha’ya saat 15.00’da inmesi beklenen 5078 numaralı uçuş ulaşmamıştı. Farz edilen rotada yapılan araştırmada -karanlık basıncaya kadar yürütülmüştü- kazaya dair en ufak bir ipucu bulunmamıştı. Sınıra yakın bölgede uçaksavar ateşi raporlanmış, Muong Sam’ın hemen dışında .57-milimetre silah mevzilenmesi not edilmişti. Tüm bunları daha da kötü hale getiren şey, bölgenin dağlarla kaplı olması, hava durumunun önceden tahmin edilemeyişi ve alternatif iniş yeri sayısının sınırlı olmasıydı.
5078 numaralı uçuşu yapan uçağın düşürüldüğü tahmini mantıklıydı.
Masanın etrafında toplanan adamların suratlarına amansız bir kabulleniş yerleşti. En parlak umutları, ölüme mahkûm edilen bir uçağın içinde biraz evvel yok olup gitmişti. Kistner’e baktılar ve kararını vermesini beklediler.
“Gün ağarır ağarmaz araştırmanıza geri dönün,” dedi.
CIA görevlisi, “Bu, ölenlerin ardından hayattaki insanları da ateşe atmak olacaktır,” dedi. “Hadi ama beyler, mürettebatın öldüğünü hepimiz biliyoruz.”
Kistner, acımasız piç, diye düşündü; ancak her zamanki gibi haklıydı. Albay kâğıtlarını toparlayıp ayağa kalktı. “Aradığımız şey insan değil,” dedi. “Enkaz. Yerinin belirlenmesini istiyorum.”
“Ne için?”
Kistner evrak çantasını sertçe kapattı. “Eriteceğiz.” CIA görevlisi, başını hemfikir olduğunu belirtir şekilde salladı. Hiç kimse bu konu hakkında yorum yapmadı. Harekât başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Yapılacak başka şey yoktu. Kanıtı ortadan kaldırmak dışında.
BİRİNCİ BÖLÜM
Günümüz
Bangkok, Tayland
General Joe Kistner terlememişti. Bu, pamuklu iç çamaşırını, sonra kolsuz bluzunu geçip kırışık fitilli eteğine çıkacak kadar terleyen Willy Jane Maitland’ı inanılmaz derecede hayrete düşüren bir durumdu. Oysa Kistner, bu sıcakta şıpır şıpır terleyecek türden bir adama benziyordu. Yanağından kan damlayan bir yapısı, buldoklannkini andırır bir çenesi vardı. Burnu, örümcek ağını andırır kırmızı damarlarla kaplıydı. Boynu o kadar kalındı ki, gömlek yakasını neredeyse patlatacak gibi duruyordu. Keskin ve az konuşan, kuvvetli bir yaşlı asker, diye düşündü. Gözleri hariç. Bunlar endişeli ve kaçamak bakıyor.
İnsanın içini ürperten o soluk mavi gözler şimdi verandadan ileriye bakıyordu. Uzaktaki ormanlık Tayland yamaç-
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAsla Arkana Bakma
- Sayfa Sayısı344
- YazarTess Gerritsen
- ÇevirmenÖzlem Gültekin
- ISBN6053480051
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviMartı Yayınevi / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Assassin’s Creed Rönesans – Suikastçının İnancı ~ Oliver Bowden
Assassin’s Creed Rönesans – Suikastçının İnancı
Oliver Bowden
Hakikat kanla yazılacak! İtalya’nın soylu ailelerinin ihanetine uğrayan genç bir adam destansı bir intikam yolculuğuna çıktı. Yozlaşmanın kökünü kazımak ve ailesinin onurunu temizlemek için...
- Güneşin Kızları ~ Corban Addison
Güneşin Kızları
Corban Addison
Hem hikâyesiyle hem de verdiği mesaj itibariyle Addison inanılmaz güzellikte bir roman yazmış. Güneşin Kızları geniş bir okur kitlesiyle buluşmayı hak eden bir yapıt....
- Sırbistan Üzerinde Beyaz Kartallar ~ Lawrence Durrell
Sırbistan Üzerinde Beyaz Kartallar
Lawrence Durrell
Methuethuen Londra'da bulunduğu zamanların çoğunu kulübünde geçirmesine rağmen, barda ya da dumanlı sigara salonlarında nadiren görülürdü.