Bu öykü, birbirlerini amansızca seven, böylece sıradan bir varoluştan kendilerini sakınan bir kadınla bir erkeğin öyküsüdür. Bu öyküyü zaman aşımına karşı koyarak belleğimde gizledim; şimdi artık bu yerin ıssız gecelerinde size anlatabilirim. Bunu, onlar ve ötekiler için yapacağım. Çünkü onlar bana yaşamlarını emanet ettiler ve şöyle dediler: Al, yaz, yoksa rüzgâr onu silip yok edecek. Yazarlık serüvenini, “gerçekliğin bütün boyutlarını görebilmek ve yazabilmek” olarak niteleyen Allende, bu kitapta, bir cinayetin perde arkasını araştıran iki gazeteciye odaklanıyor. Gene karanlığı dile getiriyor, ardından aydınlığı; umudu, peşi sıra umutsuzluğu; acımasızlığı, dayanışmayı… Her şeye rağmen karamsar değil. Hatta bir parça “mutlu son” bile var. “Keşke yalnızca mutlu sonları yazabilseydim, ne yazık ki yaşam hiç öyle değil,” dese de…
Bu öykü, birbirlerini amansızca seven, böylece sıradan bir varoluştan kendilerini sakınan bir kadınla bir erkeğin öyküsüdür.
Bu öyküyü, zaman aşımına karşı koyarak belleğimde gizledim; şimdi artık bu yerin ıssız gecelerinde size anlatabilirim. Bunu, onlar ve ötekiler için yapacağım. Çünkü, onlar bana yaşamlarını emanet ettiler ve şöyle dediler: “Al, yaz, yoksa rüzgâr onu silip yok edecek.
Birinci bölüm
BİR BAŞKA İLKBAHAR
“Bizi, bilimiyle böylesine masum kılan yalnızca aşktır.”
VIOLETA PARRA
Güneş, yüzünü gösterdiği ilk gün, kış aylarında toprakta birikmiş olan nemi buharlaştırdı ve bahçenin ortopedik yollarında yürüyebilen yaşlıların kırılgan kemiklerini ısıttı. Yatakta kalan, yalnızca melankolik hastaydı; gözleri kendi karabasanlarından başka şey görmeyecek, kulakları kuşların cıvıltılarına sağır kalacak olduktan sonra, onun, açık havaya çıkması boşunaydı. Josefina Bianchi, o aktrist olan, yarım yüzyıl önce Çehov oynarken giydiği uzun ipekli giysisine bürünmüş, çatlak porselene benzer cildini korumak için güneş şemsiyesini açmış, yakında arılara ve çiçeklere boğulacak olan fundaların arasında yavaşça ilerliyordu. Onun geçişini izlemek için bitkilerin arasına saklanan, onu gizliden gizliye seven hayranlarının varlığını unutmabenilerin kımıltısından fark edince, “Zavallı çocuklar,” dedi seksenlik oyuncu. Albay, pamuksu bacaklarına dayanak olsun diye iteklediği yürütecini birkaç santim ileriye kaydırdı. Yeniden doğan ilkbaharı kutlamak ve her sabah olduğu gibi ulusal bayrağı selamlamak için Irene’nin kendisi için yaptığı karton ve teneke madalyalarını göğsüne takmıştı. Akciğerlerindeki tıkanıklık izin verdikçe, birliğine emirler yağdırıyor, titrek dedelere Campo de Marte’den uzaklaşmalarını buyuruyordu. Ne de olsa, canlı yürüyüşleriyle geçen piyadeler, cilalı çizmeleriyle onlara çarpabilirdi.
Bayrak, telefon tellerinin yanında, kuş gibi çırpındı ve Albay’ın askerleri “hazır ol”a geçtiler; hepsinin gözleri ileri çevrilmişti, davullar gümbürdüyor, sadece bu yaşlı adamın işittiği erkek sesleri kutsal millî marşı haykırıyordu. Saha üniforması giymiş olan bir hemşire, bazı kadınlara özgü bir halle, sessizce ve fark ettirmeden ona yaklaştı, ağzının kenarından akıp gömleğini ıslatan salyasını silmek için elinde bir de peçete tutuyordu. Albay, ona bir madalya takmayı ya da rütbesini yükseltmeyi önerdiyse de genç kadın onu iyi niyetiyle yalnız bırakarak arkasını dönüp giderken, üstünü yeniden kirletirse tokat yiyeceğini, artık başkalarının pisliğini temizlemekten bıktığını sözlerine ekledi. “Acaba neden söz ediyor bu anlamsız kadın,” diye kendi kendine sordu Albay, ne de olsa, krallığın bu en zengin dulundan bıkmıştı.
Bu karargâhta kâğıt bez kullanan bir tek oydu, çünkü bir top ateşi sırasında yaralanmış, sindirim sistemi parçalanmış ve tekerlekli bir iskemleye tutsak olmuştu. Ne var ki, bu bile onun saygı görmesine yetmiyordu. En küçük bir dalgınlığında firketelerini, kurdelelerini alıveriyorlardı, şu dünya terbiyesiz ve sahtekârlarla doluydu! “Hırsızlar! Terliklerimi çalmışlar!” diye bağırdı, yaşlı, dul kadın.
“Susun nineciğim, komşular duyacak,” dedi bakıcısı, kadının iskemlesini güneşe iterken. Sakat ve yaşlı kadın, soluğu kesilinceye kadar suçlamalar yağdırmaya devam etti, sonunda ölmemek için susmak zorunda kaldı ama son kalan gücüyle gizlice önünü açıp penisini kadınlara gösteren o ahlaksızı işaret etmek için romatizmalı parmağını ileriye uzattı. O adam, hiç kimsenin umrunda değildi; sadece hâlâ yas giysileriyle dolaşan ufak tefek bir kadıncağız, o kuru organı belli bir hayranlıkla seyrediyordu. Bu organın sahibine âşıktı ve geceleri, olur ya, karar verir de gelir diye, odasının kapısını açık bırakıyordu. “Utanmaz kadın!” diye mırıldandı zengin dul ama gülümsemeden de edemedi; çünkü kocasının hayatta olduğu, şişman bacaklarının arasına girmek için ona altın liralar verdiği ve bunu pek sık yinelediği o uzak zamanlar gelmişti aklına.
Sonunda öyle ağır bir çantası olmuştu ki, benim diyen denizci sırtında taşıyamazdı. “Benim altın liralarım nerede?” “Neden söz ediyorsunuz nineciğim?” dedi, tekerlekli iskemlenin arkasındaki dalgın hemşire. “Sen çaldın onları! Polis çağıracağım!” “Uzatmayın, Tanrı aşkına,” dedi öteki, aklını pek ona vermeden. Yarı felçli yaşlıyı, bacaklarına bir battaniye sarıp banka oturtmuşlardı, yüzünün yarısının deforme olmasına, bir elinin hareketsizce cebinde durmasına rağmen, ceketinin dirseklerine deri yamalar yapılmış bu İngiliz şıklığındaki adam, sağlam elinde boş piposuyla, kendinden emin ve huzurlu bir biçimde oturuyordu. Postayı beklemekteydi, bu yüzden giriş kapısının karşısına oturtulmayı istemişti;
Irene’yi girer girmez görmek, mektup olup olmadığını onun gözlerinden anlamak istiyordu. Yanında oturmuş güneşlenen kederli yaşlı adam, onunla konuşmuyordu, birbirlerine düşmandılar ama bu düşmanlığın nedenini ikisi de çoktan unutmuştu. Arada bir yanlışlıkla birbirlerine bir şey soruyorlar ama bir yanıt alamıyorlardı; bunun nedeni ise dargınlıktan çok sağırlıktı. Begonvillerin henüz ne yaprak ne çiçek verdiği ikinci katın balkonunda, Beatriz Alcántara de Beltrán göründü. Çimen yeşili süet pantolon ve aynı tonda bir Fransız gömleği giymişti. Bu renkler, gözkapaklarına sürülen far ve parmağındaki yüzüğün taşıyla uyum sağlamaktaydı.
Sabah makyajını tazelemiş, gecenin düşlerini unutmak ve gerilimden kurtulmak için Doğu mistisizmine ait alıştırma oturumunu yapmış, tenini parlak, sindirimini kolay kılmak için bir bardak meyve suyunu içmişti; son derece hoş ve huzurlu bir görünümü vardı. Havadaki bu yeni ısınmayı fark ederek derin bir soluk aldı ve tatil yolculuğuna kaç gün kaldığını hesaplamaya koyuldu. Kış soğuk geçmişti, teninin yanıklığı solmuştu. Ayaklarının altında uzanan bahçeyi ciddi bir yüzle inceledi, ilkbaharın ilk filizleri çevreyi güzelleştirmişti ama o duvarın taşlarına vuran ışığı ve ıslak toprağın kokusunu duymadı bile. Sarmaşık gülleri, hâlâ gece yağan çiğlerle ışıldarken konuk pavyonu, ahşap panjurları, kemerli tavanıyla hüzünlü bir görünüme bürünmüştü. Beatriz, evi boyatması gerektiğine karar verdi.
Gözleriyle yaşlıları bir bir saydı ve buyruklarının yerine getirilip getirilmediğini anlamak için her yanı inceledi. Herkes tamamdı, bir tek o bezgin zavallı yatağındaydı, o da, kaygılarından ötürü canlıdan çok ölüye benziyordu zaten. Sonra hizmetlileri gözden geçirdi, her birinin önlüğü bembeyaz ve ütülüydü, saçları toplanmıştı, ayaklarında lastik ayakkabılar vardı. Kendi kendine mutlu bir biçimde gülümsedi, her şey yolundaydı, peşinden bir dizi salgın hastalık getiren yağmurları atlatmışlar, hiçbir müşterisi salgın hastalıklara kapılıp gitmemişti. Şansı biraz daha yaver giderse, birkaç aylık kazanç daha garantiydi, çünkü prostatlı hasta, yazı atlatacak gibiydi. Beatriz, gözetleme noktasından bakarken kızı Irene’ nin, “Tanrı’nın İsteği”1 adlı huzurevinin bahçesine girdiğini gördü. Kızının özel bahçeye açılan yan kapıyı kullanmadığını fark ederek biraz öfkelendi. Bu kapı ikinci kattaki konut için açılmıştı. Beatriz, eve girip çıkarken yaşlıların bahçesinden geçmekten hoşlanmıyordu, yaşlılık onu kederlendiriyordu; onları uzaktan gözlemeyi yeğliyordu.
Kızı ise sanki onların arkadaşlığından hoşlanırmışçasına, konuklara uğramadan edemiyordu. Sanki sağırlığı ve bellek yitimini yenmek için bir dil geliştirmiş gibiydi. Şu anda takma dişlileri sevindirmek için yumuşak şekerlemeler dağıtarak onların arasında geziniyordu. Onun, yarı felçli adama yaklaştığını, ona bir mektup gösterdiğini, tek eliyle açamadığı için zarfı yırtmasına yardımcı oluşunu ve yanında kalıp ona bir şeyler fısıldayışını seyretti. Sonra genç kız, öteki yaşlı ile bir yürüyüş yaptı ve annesi balkondan sözlerini işitmese bile, onların, yaşlının oğlundan, gelininden, bebekten, yani hastayı ilgilendiren o tek konudan söz ettiklerini anladı. Irene, her birine tek tek gülümsedi, kimini okşadı, her birine zamanının birkaç saniyesini ayırdı, bu arada Beatriz, balkonda, ortak hiçbir yanı olmayan o delişmen genç kızı asla anlayamayacağını düşünüyordu. Birdenbire, erotik dede, Irene’ye yaklaştı, ellerini kızın göğüslerine yapıştırdı, onları, hazdan çok merakla yokladı. Kız, annesine bitmez tükenmez gibi gelen birkaç dakika boyunca kımıldamadan durdu, derken, görevlilerden biri onu görerek hemen koşup araya girdi. Ama Irene, onu bir el işaretiyle durdurdu.
“Bırak yapsın. Kimseye bir zararı yok,” diyerek gülümsedi. Beatriz, dudaklarını ısırarak, gözetleme noktasından ayrıldı. Hizmetçi Rosa’nın radyodaki oyunu dinleyerek öğle yemeği için sebzeler doğradığı mutfağa yöneldi. Rosa’nın yuvarlak, esmer, yaşı olmayan bir yüzü vardı; göğüsleri kocaman, karnı yumuşacık, kalçaları pek iriydi. O denli şişmandı ki, ne bacak bacak üstüne atabilir ne de tek başına sırtını kaşıyabilirdi. Irene, küçükken onun her yıl bir kilo artan bu şişkoluğuna şaşarak, “Sen poponu nasıl siliyorsun Rosa?” diye sorardı. “Neler geçiyor senin aklından miniğim! Şişman olmayana güzel mi denir!” derdi, Rosa, atasözleriyle konuşma alışkanlığından ayrılmayarak. “Irene beni kaygılandırıyor,” dedi evin hanımı, oradaki taburelerin birine tüneyip meyve suyunu yudumlarken.
Rosa, hiçbir şey demedi ama dertlerini döksün diye, radyonun sesini kapattı ve evin hanımı içini çekti: “Kızımla konuşmalıyım, kim bilir başını ne işlere sokmuştur gene, birlikte çıktığı o umutsuz tiplerin kim olduklarını bile bilmiyorum. Neden kulübe gidip tenis oynamaz, kendi sınıfından delikanlılarla tanışmaz ki? İş bahanesiyle, canı ne çekerse onu yapıyor, oysa gazetecilik bana hep kuşku uyandıran bir meslek gibi gelmiştir, hani nasıl derler, pek güven vermeyen bir iş gibi; nişanlısı Irene’nin aklından geçenleri bir bilse, ona dayanamazdı hiç, çünkü ordunun gelecekte subayı olacak birinin karısına yakışmaz böyle tuhaflıklar, ah bunları kaç kere söyledim, bin kere yineledim. Bana gelip de söylentilere kulak asmamamı söylemesinler, yok neymiş zamanlar değişmişmiş, anladım zamanlar değişti ama bu kadar da değil.
Zaten, biliyor musun Rosa, şimdi askerler en iyi sınıf sayılıyorlar, eskisi gibi değiller. Irene’nin tuhaflıklarından bıktım, çok kaygılıyım, yaşantım hiç de kolay değil, bunu sen de pekâlâ iyi biliyorsun. Eusebio, beni, dondurulmuş banka hesabı ve bir sefireye yaraşır harcamalar yığınıyla baş başa bırakıp gittiğinden beri, onurlu bir düzeyde kalabilmek için mucizeler gerçekleştirmem gerekiyor; ama artık her şey çok zor, yaşlılar yük sayılır, düşünüyorum da, artık yarardan çok yük ve yorgunluk yaratıyorlar, ellerinden aylık aidatları almak güçleşti, hele o dul cadı, hep geç ödeme yapıyor. Bu işin artık pek para bırakmadığı ortada. Kızımın peşinden dolaşıp yüzüne krem sürmesi, nişanlısını ürkütmemek için Tanrı’nın emrettiği gibi giyinmesi gerektiğini söyleyemiyorum.
Artık kendi kendine bakacak yaşa geldi, sen ne diyorsun? Bir de bana bak; bunca uğraşmasaydım ne halde olurdum kim bilir? Öteki arkadaşlarım gibi, kırış kırış, tavuk pençesi iz bırakmış gibi bir harita olurdu yüzüm, gözlerimin altına torbalar inerdi. Oysa bak, pırıl pırıl ve gergin bir tenim var. Yok, hiç kimse, benim tembellik ettiğimi ileri süremez; tam tersine, bu kargaşa öldürecek beni sonunda.” “Siz olup bitenlere bambaşka bir yorum getiriyorsunuz, hanımefendi.” “Kızımla neden sen konuşmuyorsun, Rosa? Sanırım, sana benden daha çok kulak verir.” Rosa, bıçağı masaya bıraktı ve hanımını pek de sevgi kokmayan gözlerle süzdü. İlke olarak, onunla her zaman değişik düşüncelerde olmuştu, hele ki konu Irene olunca. Bu kez hanımının haklı olduğunu kabul etse bile, minik kızının eleştirilmesine hiç dayanamıyordu.
O da, Irene’nin Yüzbaşı Gustavo Morante’nin kolunda, havaya kaldırılmış kılıçların altından geçerek kiliseden çıktığını, tüllere, çiçeklere bürünmüş o halini görmek isterdi elbette ama bu dünyada edindiği deneyimler –radyo oyunları ve televizyon aracılığıyla– bu yaşamda ne çok acı çekildiğini ve gerçek mutluluğa kavuşmadan önce pek çok sıkıntıya katlanmak gerektiğini öğretmişlerdi. “Onu rahat bırakalım daha iyi, hanımefendi. Cırcırböceği, tek bir yaz ötermiş. Irene’nin de önünde uzun bir yaşam yok, yitik gözlerinden okunan bu.” “Tanrı aşkına! Neler saçmalıyorsun sen?” Irene, dağınık saçları ve bol eteği ile mutfağa daldı. Her iki kadını da yanaklarından öptükten sonra buzdolabını açıp içini gözden geçirdi. Annesi tam ona doğaçlama bir nutuk çekmeye girişecekken aniden zihninde her şeyi apaçık gördü ve sözcüklerin fayda etmeyeceğini anladı, çünkü sol göğsünde parmak izleri olan bu genç kızla arasında dünyalar vardı.
“İlkbahar geldi Rosa, yakında unutmabeni çiçekleri açacak,” dedi Irene ve bunu söylerken, karşısındakinin pek iyi anlayıp yorumlayacağı bir biçimde göz kırptı. Her ikisi de çatı penceresinden düşen o yavruyu düşünüyorlardı. “Ne haberler var bugün?” “Gazete için bir yazı hazırlayacağım, anne. Bir tür azizeyle konuşmaya gidiyorum? Sözde mucizeler gerçekleştiriyormuş.” “Ne tür mucizeler?” “Nasırları yok ediyormuş, uykusuzluğu ve hıçkırığı iyileştiriyormuş, insanlara moral veriyor ve yağmur yağdırıyormuş,” bunları söyleyince kendi de güldü. Beatriz, kızının bu neşesini anlamayarak içini çekti. Rosa, tekrar havuçları doğramaya ve radyodaki oyunla kederlenmeye koyuldu, bir yandan da kendi kendine diri azizlerin ortaya çıkmasıyla, ölü azizlerin işe yaramayacağını mırıldanıyordu. Irene, işe giderken ona arkadaşlık eden ve haberlerin fotoğraflarını çeken Francisco Leal’i beklerken, üstünü değiştirip ses kayıt aygıtını almaya gitti. Digna Ranquileo, kırlara şöyle bir baktı ve mevsimin değişimini müjdeleyen izleri fark etti. “Yakında hayvanların kızgınlık dönemi başlayacak ve Hipólito, sirki ile yola çıkacak,” dedi, iki dua arasında kendi kendine.
Tanrı’yla konuşma alışkanlığı vardı. O gün, bir yandan sabah kahvaltısını hazırlarken, bir yandan da derin dualara ve itiraflara gömülmüştü. Çocukları ona, bu alışkanlığının herkesçe yadırgandığını söylerlerdi. Şu konuşmaları sessizce, dudaklarını kıpırdatmadan yapamaz mıydı? Ama anneleri onlara kulak asmıyordu. Tanrı’nın, yaşamında fiziksel bir varlık olduğunu kabul ediyor, onu kocasından daha yakın ve yararlı buluyordu. Ne de olsa kocasını kıştan kışa ancak görebiliyordu. Tanrı’dan çok fazla şey istememeye özen gösterirdi, çünkü bitip tükenmek bilmeyen isteklerin göksel yaratıkları bıktırdığını anlamıştı. Olsa olsa sonsuz kuşkuları konusunda onlara akıl danışıyor, kendinin ve başkalarının günahlarının affını istiyor, her türlü sevindirici olay için şükranlarını dile getiriyordu: yağmur durduğunda, Jacinto’nun ateşi düştüğünde, bostandaki domatesler olgunlaştığında. Her neyse, birkaç haftadır da Tanrı’dan, Evangelina adına yardım istiyordu.
“Yalvarırım, iyileştir onu,” diye dua ediyordu o sabah, bir yandan da mutfaktaki ocağın ateşini canlandırmaya uğraşıp yanan odunların üzerine o dört tuğlayı oturtmaya çalışırken. “N’olur Tanrım, iyileştir onu, yoksa alıp tımarhaneye kapatacaklar.” Aslında kendisi kızının bu krizlerinin azizlik belirtileri olduğuna asla inanmıyordu. Hele hele ayartıcı, kışkırtıcı şeytanlara hiç inanmıyordu, köy yerinde gördükleri bir filmden sonra, çenesi düşük kadınlar, dudaklardaki köpüklerin, devrik gözlerin, Şeytan’ın izleri olduğunu anlatmaya başlamışlardı sağda solda.
İyi niyeti, doğayla yakınlığı ve bunca çocuğa analık etmenin getirdiği deneyimle, o bunun şeytani ya da ilahî hiçbir yanı olmayan fiziksel ve zihinsel bir hastalık olduğunu düşünüyordu. Kim bilir belki çocukken yapılan aşılar buna neden olmuştu ya da âdet kanamalarının yaklaşması yüzünden ortaya çıkmıştı bu haller. Ev ev dolaşıp çocukları fundaların arasından, yatakların altından çekip çıkartan sosyal yardım derneklerine her zaman karşı olmuştu. Çocuklar, onlara tekmeler atar, anneleri, çocukların iyi bakıldığını yineler ama onlar gene de acımadan aşılarını yaparlardı. Kanda biriken bu sıvıların, organizmanın dengesini bozduğuna emindi.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAşktan ve Gölgeden
- Sayfa Sayısı320
- YazarIsabel Allende
- ISBN9789755103723
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Macera ~ Jack London
Macera
Jack London
Jack London, bir kez daha karanlığın yüreğine yolluyor bizi. Bu kez, Conrad’ın romanında olduğu gibi Kongo’da değil, sömürgeciliğin istasyonlarından biri olan Pasifik’teki Solomon Adaları’ndayız....
- İlk Gece ~ Marc Levy
İlk Gece
Marc Levy
“Bellekler tablasını parçalara ayırdım, parçaları grupların etkili ve bilge kişilerine emanet ettim…” On beş yıl sonra karşılaştılar… İki eski sevgili Keira ve Adrian. İkisi...
- Asansör ~ Djuna
Asansör
Djuna
LK Holding, Patusan adasında bir uzay asansörü inşa etmeye başlar. Patusanlıların öfkesini görmezden gelerek başladıkları bu inşaattan sonra eskiden tropik bir tatil beldesi olan...