İskoç Tutkusu
Mackintosh “Vahşi Kedisi” diye anılan Leydi Catriona, klanını savunmak için her şeyi yapacak bir kızdır. Ancak ailesinin arazisinde yaralı bir savaşçı bulduğunda, Catriona’nın bağlılığı büyük bir sınavdan geçer. En yumuşak dokunuşuyla tüm Tutkularını alevlendirebilen bu güçlü yabancı, Catriona’yı en mahrem şekilde baştan çıkarabildiği gibi, bir de tehlikeli bir sır taşımaktadır…
İskoç İntikamı
Savaşın ortasında Sör Finlagh Cameron, Mackintosh’ların savaş liderini öldüreceğine dair intikam yemini etmiştir. Ama şimdi düşmanının kızıyla yüz yüze gelen Savaşçı Fin tereddütler içindedir. Genç kadının vahşi güzelliği ve ruhu, savaş yorgunu şövalyenin bastıramadığı bir açlık doğurur ve onu dehşet verici bir tercihle karşı karşıya bırakır. Tutkusuna teslim olmak, yemininden dönmek anlamına gelecektir. İntikam ise Catriona’nın hayatını tehdit edecektir. Aşklarının galip çıkması için, ikili en zor olanı yapmalıdır: İskoç şövalyeleri ve klanlarını yöneten keskin bağlılıklara meydan okumak.
“Günümüzde yazan en iyi İskoç tarihi aşk romanı yazarlarından biri.”
-Midwest Book Review-
***
Bu kitabı anlayacak kadar büyüdüğünde okuması için Paige Lori’ye ve gerçek İskoç vahşi kedilerine ithaf ediyorum.
AŞK, ONUR VE İHANET
“Birbirimize söz verdik, Catriona,” dedi Fin kesin bir şekilde. “Ben sözümü tutacağım, aynı şekilde senden de sözünü tutmanı bekliyorum.”
“Sözümü tutmazsam ne yaparsın? Irzıma mı geçersin yoksa beni döver misin?” Catriona’nın kalbi gümbür gümbür atıyordu ve Fin ona bu şekilde bakarken içinden sadece ona dokunmak geliyordu.
“Seni incitmeyeceğimi ya da zorlamayacağımı biliyorsun,” dedi Fin, öfkesini kontrol altında tuttuğu belliydi.
Odadaki gerginlik on katına çıkmıştı ve bunun büyük bir bölümü Catriona’nın kendi bedenindeydi.
Fin oldukça kararlı görünüyordu ve bu kararlılık, Catriona’nın içinde tarifi olmayan duyguların harekete geçmesine neden oluyordu. Karıncalanan teninden bedeninin merkezine dek tüm sinirleri uyanmıştı. Fin ona doğru bir adım daha atınca, sanki biri telleri vücuduna bağlı bir arpı çalmaya başlamış gibi hissetti.
Fin ona doğru uzandı…
ÖNSÖZ
Perth, îskoçya, Eylül 1396
Koyu renk saçlı, genç savaşçının rakibi yere düştüğünde etrafa derin bir sessizlik çöktü. Çocuk hemen bir diğerine baktı, ama yakınında hiç kimsenin ayakta olmadığını gördü.
Sonra yaralı ve ölmek üzere olan adamların inlemeleri ve haykırışlarını duyan savaşçı, bu sessizlik hissinin, tüm dövüşlere eşlik eden boruların tiz seslerinin kendi dövüşü biter bitmez kesilmiş olmasından kaynaklandığını anladı.
Sadece savaş borularının sesi kesilmemiş, aynı zamanda alana bakan kat kat sıralanmış yerlerinden onları izleyen soylu izleyiciler de sessizleşmişti. Başta tezahürat etmişlerdi, çünkü tüm duyularıyla ilk rakibine odaklanmadan önce onların seslerini duymuştu.
Perth’e bağlı North Inch’in geniş ve genellikle yeşil bir çayırı andıran toprakları, ceset ve kandan oluşan bir alana dönüşmüştü.
İskoçya’nın en güçlü klanlarından ikisi olan Cameron’lar ve Chattan Klanı arasındaki bu toplu düelloda birçok adamı kılıçtan geçirmişti genç savaşçı. Iskoç Kralı’nın emri üzerine her iki klan da dövüşmeleri için otuzar adam çıkarmıştı. Kral’ın amacı topraklar ve diğer ihtilaflı konular sebebiyle yıllardır süren düşmanlığa son vermekti.
Genç savaşçı geriye başka bir rakibinin kalıp kalmadığını görmek için savaş alanını gözden geçirdi. Sadece üç adam ayaktaydı ve biri de diz çökmüştü; kendisi geniş ve hızla akan Tay Nehri’nin yanındayken, diğerleri ondan epey uzaktaydı.
St. Jones’un Perth kenti ve yakınlarındaki Scone Abbey yüzyıllardır asil ve kutsal yerler olarak görüldükleri için, Perth’e bağlı North Inch uzun zamandır düello alanı görevi görüyordu. Kentin güneydoğusundaki alan kentten çitlerle ayrılıyordu ve nehir çitler kadar olmasa da oldukça etkili bir bariyer oluşturuyordu.
Kent, Tay Nehri’nin köprü kurulacak kadar dar olan ağız kısmına bakıyordu. Eğer biri nehre düşecek olursa, güçlü ve hızlı akan nehir onu Tay’ın halicine ve oradan da denize sürükler ya da denize varmadan boğulmasına neden olurdu.
O nedenle, savaşçılar sarp nehir kıyısından olabildiğince uzak durmaya çalışmışlardı. Ama düello alanının zemini akan kan yüzünden kayganlaşıp ölen adamlarla kalabalıklaşınca, suyun kenarındaki alan tek seçenekleri olmuştu.
Hâlâ hayatta olan dört kişiden hiçbiri genç savaşçıyı umursuyor gibi görünmüyordu. Çocuk tetikteydi, ama dinlenebildiği için minnettardı, çünkü biri ya da hepsiyle dövüşmek zorunda kalırsa, büyük ihtimalle öleceğini biliyordu.
Diğerlerinin de üzerinde onunkine benzer kıyafetler vardı – safran rengi, diz hizasında tunikler ve geniş deri kılıç kemerleri. Her biri kılıç darbelerini savuşturmak için bir kollarına deri kalkan takmışlardı. Ve her biri çoğu İskoç savaşçı gibi dövüşürken saçları yüzlerine gelmesin diye uzun saçlarını tek bir örgü halinde toplamıştı.
Bulunduğu yerden klan armalarını göremese de, genç savaşçı onların Chattan Klanı’ndan, yani düşmanlarından olduğunu biliyordu.
“Fin.”
Her ne kadar zayıf olsa da, keskin kulakları sesi duydu ve hemen arkasına döndü.
Etrafındaki bedenler arasında, hafif ama ısrarlı bir hareket gördü; korkuyla ve buz gibi bir çaresizlikle mücadele ederek hemen hareket eden adamın yanına koşup diz çöktü. “Baba!” diye bağırdı.
“Tükendim,” diye homurdandı Teârlach MacGillony, görünüşe bakılırsa onun durumundaki bir adamın harcaması gerektiğinden çok daha fazla çaba harcıyordu. “Ama ben-”
“Konuşma!” dedi Fin telaşla.
“Konuşmam gerek. Bu korkunç günden geriye bir tek sen kalacaksın, evlat. O nedenle, hayatta kalmak senin en kutsal görevin. Düşmanların kaçı hâlâ ayakta?”
“Dört kişi görüyorum,” dedi Fin. “Biri diz çökmüş durumda – sanırım kusuyor.” Sesi titreyerek ekledi: “Ben hariç tüm adamlarımız yenik düştü.”
“O halde biraz soluklan,” dedi babası. “Majesteleri katliamı durdurmazsa onlara karşı ayakta durmak zorundasın. Ama Majesteleri’nin kardeşi Albany, Majestelerinin yanında oturuyor. Kral zayıf, ama Albany değil. O kötü biri. Tüm bunlar onun fikriydi, fakat Majesteleri bu katliamı durduracak güce sahip.”
Fin oturma sıralarına doğru baktı. Kral ve Albany Dükü’nün yanı sıra, kraliyet üyeleri, rahipler sınıfı mensupları ve Perth halkının büyük bir kısmı da orada oturuyordu. Bayraklar dalgalanıyor ve satıcılar hiç şüphesiz, günün başında etkinliğe panayır havası katan bira, viski, poğaça ve şekerlemeleri satmaya hâlâ devam ediyordu.
“Albany, Kral Hazretleriyle konuşuyor,” dedi Fin. “Evet, Cameron’lar ve Chattan Klanı arasındaki kavganın sona ermesi için, ona gerçek bir kazananın olması gerektiğini söylüyordur şüphesiz. Dinle beni, evlat. İnsanlarımız bugün onlara savaşta liderlik edeceğime inanıyordu ve ben onları hayal kırıklığına uğrattım. Sen de onları hayal kırıklığına uğratmamalısın.”
“Bu adamların birçoğunu kılıcınızdan geçirdiniz, efendim,” dedi Fin.
“Evet, öyle, ama senin kılıcın benim kılıcımdan çok daha hızlıydı. Ve eğer gerçekten bizden geriye kalan tek adam sen olursan, yapman gereken bir görevin var demektir.”
“Nedir?”
“İntikam,” dedi babası nefes nefese. “Onların savaş liderlerinden intikam alacağına yemin et… ve… ve… diğerlerinden de. Böylesine bir kıyımdan sonra… intikam almaya hakkın var. Hayatta kalan… tek savaşçı olarak… bu senin için kabul etmen gereken kutsal bir görev.” Aldığı her nefeste daha da zorlanarak ekledi: “Bana… söz ver.” “Evet, efendim, söz veriyorum,” dedi Fin aceleyle. Ölmek üzere olduğu görülen babasına verebileceği başka bir yanıt yoktu.
“Tanrı seni korusun, oğl…”
Teârlach MacGillony son nefesini vermişti.
Fin’in gözleri doldu, ama seyircilerin arasından kopan bir çığlık onu üzüntüsünden kopardı. Oturma sıralarına doğru bakan Fin, Albany’nin dövüşün devam etmesi için işaret ettiğini gördü.
Borular sessizdi. Kral başını eğmiş bir şekilde hareketsizce oturuyordu, ama insanlar bunda bir tuhaflık görmezdi. Kral güçsüzdü ve bu tür kararları majestelerinin yerine krallığı yöneten Albany veriyordu.
Chattan Klanı’nın adamlarına doğru bakan Fin, üçünün oturma yerine doğru dönmüş olduklarını gördü. Uzun boylu, zayıf olan dördüncüsü diğerleriyle konuşuyordu. Sonra kılıcını kaldırıp Fin’e doğru döndü. Diğerleri de onu takip etti, ama gerisinde kalmayı tercih ettiler.
Adam yaklaşırken başını yerden kaldırmadan yerdeki cesetlere basmamaya özen göstererek ilerledi.
Kılıcını kaldırıp derin bir nefes alan Fin kendini hazırladı.
Diğer adam en sonunda kafasını kaldırdığında Fin’le göz göze geldi.
Fin ona baktı ve en sonunda, “Hawk?” diyecek gücü kendisinde buldu.
Diğerleri üç metre ötede durdular. Adam, Fin’in hayal görüp görmediğinden emin olmadığı hafif bir baş hareketiyle sağ tarafındaki nehri işaret etti.
Arkasındaki adamlar neşeli bir şekilde konuşuyorlardı, sonuçtan emindiler. Fin’in konuştuğunu duyamayacak kadar uzaktaydılar, tekrar konuşsa bile onu duyamazlardı.
“Ne söylemeye çalışıyorsun?” diye sordu Fin.
“Git,” dedi Hawk dudaklarını hareket ettirmeden. “Seninle savaşamam. Sizin tarafınızdan biri hayatta kalıp bugün burada olanları sizin gözünüzden anlatabilmeli.”
“Derini yüzerler!”
“Hayır, Lion*. Kahraman olacağım. Ama bunu sonra düşünürsün. Şimdi git, Albany hepimizi yok etmek için kendi adamlarını göndermeden git.”
Hawk, Fin’in sorgusuz sualsiz güvenebileceği birkaç adamdan biriydi, dönüp kılıcını sırtındaki kılıfına geçirdi ve suya girdi, ancak su onu yutarken bir korkak gibi göründüğünü düşündü. O sırada, nehir onu kasabanın kıyısından hızla sürükleyip merhametsizce denize götürdü.
Kılıcının ağırlığı ve hantal yapısı onu suya batırmakla tehdit ediyordu, ama karşı koymadı. Suyun yüzeyine çıkmadan akıntı onu ne kadar uzağa götürürse, o kadar güvende olacaktı ve eğer bu sırada ölürse, buna razıydı.
Ama tam o sırada aklına dehşet verici bir şey geldi. O gün iki kez ant içmişti.
Birincisi, dövüşün sonucunu kabullenip rakip taraftan kimseye zarar vermeyeceğine dairdi. Düello meydanındaki her adam tek bir ağızdan bunu kabul etmişti.
Ve sonra kendi savaş lideri -ölmek üzere olan babası- ondan ikinci bir söz, intikam sözü vermesini istemişti – Fin’in ettiği ilk yemini bozmadan asla tutamayacağı bir söz. Böylesine bir ikilem hem kendi şerefini hem de klanınınkini tehdit ediyordu. Ama tüm yeminler kutsaldı.
Bir yemin diğerinden daha kutsal olabilir miydi? Babası ondan ne istediğini biliyor muydu?
Suyun yüzeyine çıkıp güneye doğru yöneldi, cevabı bulabileceği tek bir yer olduğunu biliyordu. Perth’in karşı kıyısından oraya daha kolay ulaşabilirdi…tabii oraya ulaşabilirse.
Birinci Bölüm
İskoçya, Haziran başları 1401
İskoç alakargasının ötüşünü oluşturan arada sırada kulak tırmalayıcı çığlıkların da eşlik ettiği tuhaf guruldama sesi, kuşun tüneğinin ötesinde, orman zemininde ne olduğuna dair hiçbir ipucu vermiyordu.
Ormanın içinde alakarganın tünediği yüksek çam ağacına doğru sessizce ilerleyen genç sarışın kadın, garip bir şey sezmemişti. Anlaşılan aynı şey sağ tarafında sık çamların, huş ağaçlarının ve titrek kavakların arasından zarif, kirli-gümüş rengi bir hayalet gibi ilerleyen iri yarı kurt köpeği için de geçerliydi.
Karların büyük bir bölümü erimişti ve hava soğuk sayılmazdı.
Yukarıdaki dalların arasında hışırdayan esinti ve on sekiz yaşındaki Leydi Catriona Mackintosh’un çıplak ayaklarının altındaki nemli orman zemini; bitkileri ve toprağı kurutan sıcak havalarla karşılaştırıldığında, ses çıkarmadan yürümeyi daha kolay hale getiriyordu.
Tombul, kabarık tüylü kahverengi bir tarla faresinin yoluna çıktığını ve iki sincabın birbirlerini yakındaki bir ağaca doğru kovaladığını görünce Leydi Catriona gülümsedi, varlığıyla orman yaratıklarını rahatsız etmeyecek kadar sessizce ilerleyebildiği için kendisiyle gurur duydu.
Uzakta hızla akan derenin sesine kulak verdi. Ama derenin sesini duyamadan, rüzgâr şiddetini kaybetti ve dikkat kesilen köpek durup uzun burnunu havaya kaldırdı. Sonra titreyerek kafasını çevirip ona baktı.
Avucu dışarıya bakacak şekilde sağ elini hayvana doğru kaldıran Catriona da durdu ve kurt köpeğinin hissettiği şeyi hissetmeye çalıştı.
Köpek onu izliyordu. Catriona hayvanın havada aldığı kokunun bir kurda ya da geyiğe ait olmadığını söyleyebilirdi. Köpeğinin ifadesi alışılmadık biçimde temkinliydi. Ve tir tir titriyor olması da, sevdiği bir avın kokusunu aldığı zaman sergilediği o gergin ve beklenti dolu heyecandan ziyade, temkinli bir ürkeklik içinde olduğunu gösteriyordu.
Köpek tekrar başını çevirip dişlerini gösterdi, ama ses çıkarmadı. Catriona onu iyi yetiştirmişti. Bir kez daha yeteneğiyle gurur duydu.
Ayak parmaklarını az önce yaptığı gibi orman zeminini halı gibi kaplayan solmuş yaprak ve çam iğnesi karışımının arasına yavaşça gömerek yürümeye devam etti ve tekrar köpeğe baktı. İleride kendilerini bir tehlikenin beklediğini hissederse, köpeği onu durdururdu.
Aksine, köpek yoluna devam ederken daha da hızlanarak, ağaçlar ve çalılar arasında kendi yolunu açıp önünde sessizce ilerledi.
Catriona köpeğinin koruyucu içgüdülerine alışkındı. Bir keresinde, sürüsünden ayrılan ve onun yaklaştığını duyunca iyice hareketsizleşen bir kurtla neredeyse burun buruna gelmiş, o ana kadar da vahşi hayvanın varlığını hissetmemişti. Kurt köpeği hemen aralarına girip onu durdurmuş ve karşısındaki vahşi kurda hırlayarak onu kaçırmıştı. Köpeğinin onu korumak için kurtlara bütün gücüyle meydan okuyacağından hiç şüphesi yoktu Catriona’nın.
Hayvanın biraz ötesinde emin adımlarla ilerlerken arada sırada ona bakmaya devam etmesi, aldığı kokudan hoşlanmamasına rağmen korkmadığını gösteriyordu.
O da korkmuyordu, çünkü kaması yanındaydı ve ağabeyleri onu nasıl kullanması gerektiğini öğretmişti. Ayrıca, köpeğin içgüdülerine güvendiği kadar kendi içgüdülerine de güveniyordu. İleride onu bekleyen şeyin tehlikeli bir insan ya da başka bir yırtıcı olmadığından emindi.
Alakarga hâlâ ötüyor, sincaplar tiz sesler çıkarmaya devam ediyordu.
Kuşlar bir yırtıcı yaklaştığında genellikle sessizleşirdi. Ve sincaplar da tehlikeyi sezip tiz çığlıklar atmaya başladıklarında, bunu öylesine yüksek ve kesik kesik bir sesle yaparlardı ki, işaret tehditten çok daha önce fark edilirdi. Ama iki sincap alakargayı bastırmak istercesine daha da gürültü yapmaya başlamıştı.
Bu garip düşünce aklında belirirken, Catriona sincapları ya da kuşu görmek için kafasını kaldırdı. Ama bunlar yerine, kocaman siyah bir kuzgunun yüksek çam ağacına doğru uçtuğunu ve büyük kuşun alakargayı kaçırırken çıkardığı kalın sesi duydu. Kuzgunun gelişi içini ürpertti. Kuzgunlar hayvan leşi ve ölü şeylerin peşinde olurdu. Bu kuzgun ise, konduğu dalda, hemcinslerine potansiyel bir ziyafet bulduğunu haber vermek için ötmeye devam ederken doğruca aşağı bakıyordu.
Köpek de kuzgunun çağrısını fark etmiş gibi hızlandı.
Catriona hemen onun peşinden koştu ve çok geçmeden ilerideki akarsuyun sesini duydu. Köpeğin peşinden açıklığa çıkınca, hızla akan nehri görmeyi başardı. Yukarıdaki dala konmuş olan iri kuzgun, onun varlığına sertçe karşı çıktı. Diğerleri de havada daireler çiziyor, bulutlarla kaplı gökyüzünde büyük kara gölgeler halinde umutla gaklıyorlardı.
Köpek hırladı ve Catriona en sonunda kuzgunları neyin çektiğini gördü.
İşlenmemiş deriden botlar, safran sarısı bir tunik ve onun üzerine de kırmızı-yeşil renkli geniş bir pelerin – İskoçların ekose dediği türden bir pelerin- giymiş olan bir adam ıslak zeminde yüzüstü yatıyordu, ya baygın ya da ölüydü, bacakları gürüldeyen nehre doğru uzanmıştı. Sırtında kılıfında olan kocaman bir kılıç çaprazlamasına asılıydı ve başının etrafında oldukça kan birikmişti.
Köpek kanın kokusunu almıştı.
Kuzgunlar da öyle.
Sör Finlagh Cameron yavaşça uyandı. Fark ettiği ilk şey başının dayanılmaz bir şekilde ağrıdığıydı. Fark ettiği ikinci şey ise, sağ kulağında sıcak bir esinti ve üfleme sesi olduğu. Yüzüstü yatıyordu ve sol yanağı ot kokulu bir yastığın üzerindeydi.
Ona ne olmuştu böyle?
En sonunda bir tür yapraklı bitkilerin üzerinde ıslak zeminde yattığını anladığı sırada, uzun, ıslak bir dil sağ yanağını ve kulağını yaladı.
Gözlerini açtı ve burnunun dibinde, iki… hayır, dört gümüşi gri bacak gördü.
Gerilmişti, ama hayvan onu yeniden yalarken kıpırdamamaya çalıştı, İskoç ormanlarının kurtlarla dolu olduğunu biliyordu, etrafta daha fazla kurt olup olmadığını anlamak için burnunun dibindeki dört bacağın ötesine baktı. Evet, ileride iki bacak daha görebiliyordu, ama ya görme duyusu bozulmuştu ya da zihni ona oyun oynuyordu.
Gördüğü iki bacak çıplak, biçimli ve bronzdu.
Gözlerini kapatıp yeniden açtı. Bacaklar aynı görünüyordu.
İki yaratığı da daha iyi görebilmek için yavaşça ve dikkatle başını kaldırdı, ancak o sırada başına saplanan ağrı yüzünden suratını buruşturdu. Yine de hayvanın bacakları ile gövdesinin altından gördüğü çıplak ayak ve bileklerle çıplak baldırların bir insana ve kesinlikle bir kadına ait olduğunu görebilmişti.
Gözlerini kısarak bakınca şeyleri de görebilmişti… çıplak dizlerle çıplak…
Bir parmak şıklatma sesi dikkatini dağıttı ve hayvan geri çekildi. Sandığından daha iri ve uzun boylu bir hayvandı bu. Ama bir kurt değildi. Aksine…
“Ya kurt köpeği ya da geyik avında kullanılan iri av köpeklerinden,” diye homurdandı.
“Demek yaşıyorsunuz.”
Duyduğu yumuşak kadın sesindeki şakacı ifade esintiyle birlikte ona ulaştı, ancak artık esintiyi hissetmiyordu. Hiç şüphesiz az önce hissettiği de köpeğin nefesiydi. Bu sonuca ulaşmak, başına ne gelmiş olursa olsun aklını kaybetmediği konusunda içini rahatlattı.
“Konuşamaz mısınız?”
Aynı sesti, ama kadının yaklaştığını hissetmemiş olmasına rağmen bu kez daha yakından geliyordu. Gerçi kula…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı) Tarihi - Aşk Tarihi Roman
- Kitap AdıAşkta İntikam Olmaz (İskoç Şövalyeleri )
- Sayfa Sayısı392
- YazarAmanda Scott
- ÇevirmenKübra Tekneci
- ISBN978994486426
- Boyutlar, Kapak13,5 X 21,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviEpsilon / 2013-3
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Senden Sonra ~ Julie Buxbaum
Senden Sonra
Julie Buxbaum
Arkadaşlığın zorlukları… İhmal edilmiş bir evlilik… Ve edebiyatın kurtarıcı gücü… Julie Buxbaum aşk, aile ve kendimizden bile gizlediğimiz sırlarla dolu, bu kusursuz romanını etkileyici...
- Segu – Toprak Surlar ~ Maryse Condé
Segu – Toprak Surlar
Maryse Condé
“Artık yaşamak için herhangi bir neden kalmadığında yeniden yaşamayı öğrenmek. Artık bir gelecek kalmadığında ertesi günden söz etmek. Artık gündüz kalmadığında güneşin doğuşunu görmek.”...
- Ara Dünya ~ Neil Gaiman,Michael Reaves
Ara Dünya
Neil Gaiman,Michael Reaves
Hugo ve Nebula ödüllü yazar Neil Gaiman ve Emmy ödüllü yazar Michael Reaves’ten sadece gençlere değil tüm okurlara hitap eden, bilimkurguyla fantezinin iç içe...