Clara Wilson, Londra’ya onca yolu adını temizlemek için gelmişti. İnatçılığı, okyanusun öbür tarafında evlenmesini neredeyse imkansız kılarken, yanlışlıkla gittiği bir baloda kendisini Rawdon Markisi Seger Wolfe’un kollarında bulmuştu. Clara daha önce hiç âşık olmamıştı ama markiyle tanıştığında bu hissettiğinin aşk olduğundan hiç şüphe duymamıştı. Ne yazık ki aşk, kafasındaki en son şeydi. Buraya kendisine bir eş bulmaya gelmişti, bir hovarda değil.
Kötü şöhretli Marki ise Clara Wilson ile tanıştığında ona karşı öyle güçlü bir arzu duymuştu ki, kendisini aristokrat Londra’nın girdabına yeniden kapılmaktan alıkoyamamıştı. Şimdi kendisine hiç uygun olmayan bu güzelliğin aşkını kazanmak için mücadele ederken, bu oyunda kendi kalbini de ortaya koyacaktı.
“İşveli bir kadın, enfes bir şekilde hınzır bir erkek ve çok iyi sunulmuş bir Viktoryan atmosferi içinde MacLean okuyucularını büyülüyor. Özel kıvılcımları ve şehvet anlayışı onun zirveye yükselişinin önünü açıyor.”
-Romantic Times-
“Türünün harika bir örneği.”
-Jo Beverley-
“Bu kitabı, iki muhteşem gün boyunca başımı kaldırmadan okumanın keyfine vardım. Hikâye bal gibi akıp gidiyor ve yerinde olmak isteyeceğiniz karakterlerin yaşadıklarını okuyarak sayfaları çevirirken aldığınız lezzetten parmaklarınızı yalıyorsunuz. Muazzam bir hikâye anlatıcı olan ve öykülerine neredeyse şarkı söyletecek denli hayat katan yazarın anlattıklarına gömülüp gidiyorsunuz. Bu kitabı vakit geçirmeden ‘okunması gerekenler’ listenize eklemelisiniz.”
-Suzanne Coleburn-
***
“Neden olmasın, aşkım? Nihayetinde buradasınız, öyle değil mi? Ve aramızda baş döndürücü bir ahenk geliştirdik gibi geliyor bana.”
“Burada derken? Tam olarak neresi burası?”
“Bayım, zannedersem beni bir başkasıyla karıştırmış olacaksınız. Ben hiçbir şekilde..
Seger’ın ifadesi karanlığa büründü. “Nerede olduğunuzu bilmiyor musunuz?”
“Korkarım ki hayır. Eğer beni aydınlatırsanız size minnettar kalırım.”
Daha birkaç saniye önceki sıcaklık ve baştan çıkarma, sıcak ocağa düşen su damlası gibi anında yok oldu adamın sesinden.
“Bu özel bir balo, hanımefendi. Yalnızca davetiyesi olanlar içeri alınır.” Adam gözlerini yumdu. “Lütfen bana evli olduğunuzu söyleyin.”
Clara’nın kaşları, birden yüzüne çok dar gelmeye başlayan göz maskesinin altında havaya kalktı. “Evli mi!” Sesi fısıltıya dönüştü. “Hayır! Eğer evli olsam, sizinle bu yakışıksız konuşmayı yapıyor olmazdım kesinlikle/”
Adam, Clara’nın dirseğine yapışarak onu balo salonuna geri götürmeye yeltendi.
“Gitmeniz gerekiyor. Başka kimseyle konuşmayın. Buradan hemen gidin ve Tanrı aşkına, kimseye nerede olduğunuzu söylemeyin. Anlıyor musunuz?”
“Anladığım şey şu ki, asla sizinle dans etmemeliymişim.”
Adam durup öfke dolu karanlık gözlerle ona baktı. “O konuda sizi düzeltmem gerek. Aslına bakarsanız, benimle dans etmiş olduğunuz için çok şanslıydınız. Her erkek sizin gibi davetkâr küçük bir çiçeği bırakacak denli anlayışlı olmazdı.”
Önsöz
Londra, 1883
Leydi Berkshire, öğlen güneşinin vurduğu yatak odasının dışında dikilerek örtüsünü kışkırtıcı çıplak bedenine doladı. Bir omzunu kapının çerçevesine yaslayarak sevgilisinin paltosunu uzatırken memnun bir şekilde içini çekti. “Perşembe günü tekrar gelecek misin?”
Koridorda upuzun, ihtişamlı görüntüsüyle dikilen, altın renkli saçları alışılmadık bir dağınıklıkla omuzlarına dökülen sevgilisi gülümsedi ve şeytani cazibesi sıcacık, göz alıcı bir ışık huzmesi gibi koridora yayıldı.
Halen öğlen oynaşmalarının heyecanını üzerinden atamamış olan Leydi Berkshire, adamın önünde yağ gibi eriyordu; zira az önce dedikoduların ardındaki gerçeği bizzat tecrübe etmişti. Evet, hepsi gerçekti. Yakışıklı marki alev alevdi. Yatak odasında güçlü, özgür ve sınırsız sevişmekte çok yetenekliydi.
O Seger Wolfe’du, Rawdon Markisi. Geç saatlerde Londra’nın kabul salonlarının karanlık köşelerinde fısıldaşmayı seven kadınların laflarına bakılırsa, İngiltere’nin en çok arzu edilen aşk adamı oydu.
Marki, çocuksu bir albenisi olan yemyeşil gözleriyle, kadının istekle kendisinin cevabını duymayı beklerken ince elini baştan çıkarırcasına boynundan köprücük kemiğine doğru gezdirmesini izledi.
“Korkarım ki perşembe günü erteleyemeyeceğim bir görüşmem var.”
“Cuma o halde? Çilek de ikram ederim.” Sesindeki baştan çıkartıcı tınının altında yalvaran bir hali vardı.
Seger, bu daveti dikkatle gözden geçirdi. Her ne şart altında olursa olsun, hiçbir kadınla aynı hafta içinde ikiden fazla görüşmek âdeti değildi. Çoğu kadın içgüdüleriyle sınırlarını bilirdi. Eğer Seger’ın tekrar yanlarına gelmesini istiyorlarsa, bir şey talep etmemeyi ve sahiplenici davranmamayı bilirlerdi. Zaten genellikle istisnasız olarak isterlerdi de.
Seger’ın aldığından daha fazlasını verme kabiliyeti sayesinde, hepsi bunu kabullenmişti.
Seger derin bir nefes alarak içini çekti. Böyle bir anda alışkın olmadığı bir şekilde karnına saplanan ani memnuniyetsizlik hissi onu şaşırtmıştı.
Leydi Berkshire ihtirasla ona doğru bir adım atarak elini yakaladı. “Lütfen?” Adamın işaret parmağını dudaklarının arasına götürerek hafifçe emdi.
“Belki cuma olur,” dedi Seger, yumuşak bir sesle.
Leydi Berkshire, duyduğu beklentiyle adeta ışıldadı. “Cuma o zaman.”
Yatak odasına geri girerek kapıyı sessiz bir tıkırtıyla arkasından kapattı.
Seger bir an orada durarak önünde uzanan bomboş koridora baktı ve verdiği cevabı kafasında evirip çevirdi. Son zamanlarda böyle kaçamaklara duyduğu istekte bir azalma olmuştu. Bunun hiçbir anlamı yoktu. Leydi Berkshire örtülerin altında becerikli, istekli bir partnerdi. İkisinin de doruğa ulaştığı anlar güçlü olmuştu.
Seger gözlerini kapıya dikerek orada dikilmeyi sürdürdü. Birden bir şeyi fark etti. Bir kadınla onu sevdiği için sevişmenin nasıl olduğunu neredeyse hiç hatırlamıyordu bile.
Onu.
Seger derin bir nefes aldı. Tanrım. Ne kadar zaman geçmişti aradan, hem şimdi neden bunu düşünüyordu ki?
Kahretsin ki, ne kadar zaman geçtiğini biliyordu. Günü gününe hem de. Tam sekiz yıl olmuştu. Evet.
Neyse ki sırf zevk arayışıyla yaşadığı yüzeysel görüşmeler ve anlamsız yakınlıklarla geçen bu sekiz yıl, ona dair anılarını büyük ölçüde kafasından silip atmıştı ve Seger bundan memnundu. Şimdi bunları kurcalamanın hiç anlamı yoktu. O geri gelmeyecekti. Bu yönden ölümün beli bükülmezdi.
Seger paltosunu ilikleyerek gitmek için arkasını dönerken bu memnuniyetsizlik hissinin geldiği gibi hızla geçip gideceğine ikna etmeye çalıştı kendi kendini. Her şey tıpkı son sekiz yıldır olduğu gibi yolundaydı. Seger halinden memnundu. Nasıl iyi vakit geçireceğini biliyordu ve geçiriyordu da. Kadınlardan zevk alıyor ve karşılığında onlara doyulmaz zevkler yaşatıyordu. Hayatının ve ilişkilerinin yüzeyselliğini seviyordu. Flört ettiği kadınlar daima neşeliydi ve gülümsüyorlardı. Bunun karmaşık veya üzücü hiçbir yanı yoktu.
Açık konuşmak gerekirse, istese bile bir kadının derin duygularını nasıl anlayabileceğini bildiğinden bile emin değildi.
İstediğinden de değil zaten. İstemiyordu.
Seger, merdivenlerden inerek kesin bir kararlılıkla bu düşünceleri aklından uzaklaştırdı. Ona bir faydası yoktu bunun.
Şık Londra evinin ön kapısından çıkarak bakışlarını sokakta aşağı yukarı gezdirdi ve birkaç ev ötede bekleyen arabasına doğru ilerledi.
Kendisine bu akşam sabırsızlıkla bekleyeceği şeyler olduğunu hatırlattı. Gideceği özel bir balo vardı: bir Cakras Balosu. Her zamanki gibi duyuları için kışkırtıcı bir şenlik olacaktı. Dikkatini dağıtmak için tam da ihtiyacı olan şeydi bu. Hiç şüphe yok ki, orada bir dolu ilginç kadınla tanışacaktı. Güzel kadınlarla. Maceracı kadınlarla.
Seger, at arabasına atlayarak sürücüye yola çıkmasını işaret etti. Önünde uzanan akşamı düşündükçe kanı kaynıyordu.
Londra Sezonu Mayıs 1883
Sevgili Adele,
BİRİNCİ BÖLÜM
Nihayet geldi çattı: Londra’daki ilk balom. Ellerimin nasıl titrediğini hayal bile edemezsin; zira uygun davranamayacağım, herkes aklımdan geçenleri görecek ve kendilerinden biri olmadığımı anlayacak diye korkuyorum.
Umarım böyle olmaz tabii; çünkü buradaki toplumun bir parçası olmayı çok istiyorum: Rotten Rom’da günlük at gezileri, resepsiyonlar, öğlen yemekleri, tiyatrolarda geçen akşamlar. Şu ana dek yorucu ama muhteşem bir deneyim oldu. Gerçi tanıştığım pek çok kişinin sinir bozacak şekilde yüzeysel olduğunu itiraf etmeliyim.
Elbette bunun beklenen bir şey olduğunun farkındayım. Ne de olsa İngiltere’deyim ve insanlar inanılmaz derecede içine kapanık. Sinirim iki yıl önce Gordon’la olanlardan ileri geliyor sanırım. Bende bir tuhaflık var herhalde, macera peşinde koşuyorum ve gönlüm bundan yana, ama yine de ne kadar tehlikeli olabileceğini biliyorum.
Tanrı aşkına, dinle beni. Yakışık alır, erdemli bir hayat sürmek istiyorsam bu hatayı geride bırakmaya çabalamalıyım. Tek umudum kalbimin bu ayrıcalıklı yer için fazla karışık bir hal almamış olması. Bazen benden beklendiği gibi yalnızca gülümseyip güzel görünmeyi çok zor buluyorum. Bundan daha derin bir şeyler istiyorum. Daha içten.
Gerçekten de ne mücadele olacak bu…
Seni seven kardeşin, Clara
Londra’daki ilk balosuna -açıkça hayatının en önemli balosuna- şimdiden geç kalmış olan Clara Wilson, kız kardeşinin odasının eşiğinde durmuş, refakatçisi Bayan Gunther’ın yığılı davetiyeleri karıştırmasını izliyordu.
“Bunlardan biri olduğuna eminim,” dedi Bayan Gunther, davetiyelerden birkaçını gümüş tepsinin kenarından maun ağacından yapılma masanın üzerine düşürürken. “Mutlaka öyle olmalı.”
Bayan Gunther sağlam bir kadındı. Annesinin, Clara’nın Londra’daki refakatçisi olması için güvendiği tek kişiydi. Amerika’da itibarlı bir başhanımdı ve serveti çok eskilere dayanan, çok prestijli bir aileden geliyordu, ancak Clara’nın şanssızlığına, hafızası eskisi kadar güçlü sayılmazdı.
“Belgrave Meydanı’nda ya da oralarda bir yerlerdeydi. En azından bunu biliyorum. Sophia’nın tarif ettiğini hatırlıyorum.”
Clara, minik topukları mermer zeminde takırdayarak odada ilerleyip refakatçisinin omzunun üzerinden baktı. Bu akşam “Belgrave Meydanı’nda ya da oralarda bir yerlerde” birkaç tane balo vardı. “Hatırlamanıza yardımcı olmamın bir yolu var mı, Bayan Gunther?”
Çok geçmeden davetiyeyi bulmaları gerekiyordu; zira şimdiden geç kalmışlardı.
Bayan Gunther davetiyeleri ardı ardına elden geçirdi. Hepsi birbirinden farksız görünüyordu: üzerinde şık baskılı isimler yazılmış kare şeklinde fildişi kartlar. Hepsi de Clara’nın ablası Sophia’ya gelmişti.
Üç yıl önce Sophia, bir dükle evlenen ilk Amerikalı vâris olmuştu. O ve kocası James, Marlborough Evi’nde oldukça popülerlerdi ve katılacakları görüşmelerin ardı arkası hiçbir zaman kesilmiyordu. Bu da şu an doğru davetiyeyi bulma işini ancak zorlaştırmaya yaramıştı.
“Wilkshire Balosu, Devonshire, Berkley.dedi Bayan Gunther. “Yok, yok. Alison Balosu. Bu olabilir mi? Bekle, Lort ve Leydi Griffith. Bu muydu?”
Bayan Gunther isimlere rastgele tahmin yürütmeyi sürdürürken, Clara’nın o akşam için beslediği umutlar sönerek rahatsız edici bir şekilde karnına yerleşti. Her şey bu geceye bağlıydı ve Clara bu akşam baloya gidemezse, ikinci bir şans olmayabilirdi. Zira Clara, Londra aristokrasisini fethedecek son Amerikalı vâris, bu testi geçmek zorundaydı. Kız kardeşi gibi İngiliz toplumuna kabul edilmek ve hoş karşılanmak için, Clara’nın Londra’daki bir balo salonuna süzülmesi ve veliaht prensin onayını kazanması gerekiyordu. Yoksa sonu, toplumdaki pozisyonunun -en hafif tabirle- hassas olduğu New York’a dönmek olurdu.
Clara üzerindeki titremeyi silkip attı; zira bu akşam aklının endişelerle dolmasına izin verecek durumu yoktu. Geçmiş, geçmişte kalmıştı. Artık önüne bakma zamanıydı.
“Ah!” Bayan Gunther, yüzünü Clara’ya dönerek davetiyeyi uzattı. “işte burada. Upper Belgrave Caddesi’ndeki Livingston’lar. Bu olduğundan eminim. Artık gidebiliriz canım.”
Clara, o ana dek tuttuğunun bile farkında olmadığı nefesini vererek, eldivenli elini Fransız ipekli elbisesinin antika dantellerinde gezdirdi ve boynunda ışıldayan pırlanta ve incilerden oluşmuş gerdanlığına dokundu. Kıymetli fildişi davetiyeyi elinde güven altına alarak kız kardeşinin odasından dışarı yöneldi.
Bir süre sonra ikisi ışıl ışıl parıldayan malikâneden karanlık, sessiz geceye adım attılar. Çıplak boyunlarında ilikli pelerinleri, bileklerine asılı fildişi yelpazeleriyle taş basamaklardan at arabasına doğru yürüdüler.
Ne var ki Clara kaldırıma adım attığı anda topuğu bir çatlağa isabet etti ve tökezledi. Davetiye elinden kurtulurken Clara yan tarafa doğru sendeledi, ancak henüz orada olduğunu bile fark edemediği uzun, şık giyimli bir uşak onu yakalayıp düşmesini engelledi.
Clara kendisini toparladı. “Aman Tanrım. Teşekkürler! İyi ki tam da o an orada duruyordunuz!”
Yüzünde en ufak bir gülümsemeden eser olmayan genç adam başını salladı.
Clara bir an gözlerini ona dikti, ancak adam saray muhafızı edasıyla suratı taş gibi, öylece dikilmekle yetindi.
Clara çaresizce içini çekti. Şu İngilizler.
İnşallah bu gece tanışacağı insanlar biraz daha kişilik sahibi olurlardı. Hiç değilse mizah anlayışları olsaydı.
Clara davetiyeyi yerden aldı. Biraz daha yakından inceleyerek parmağını uzattı. “Bu köşedeki sembol nedir?”
Bayan Gunther gözlerini kısarak üzerinde YEB harfleriyle karta basılmış küçük üçgen madalyona baktı. “Bilmiyorum ki. Sophia’yı gördüğümüzde sorarım.”
Uşak, onları parlak gümüş bağlantıları olan tepeli siyah at arabasına bindirdi. Araç ileri atılıp Belgravia’ya dönerken sıçrayıp oturdu.
Kısa bir süre sonra, gece karanlığında parlayan bir mücevher gibi ışıl ışıl, büyük bir malikânenin önüne çektiler. Clara içeride çalan orkestradan yükselen müziği duyabiliyordu. Bir Strauss vals müziğiyle dans eden çiftler, dans pistinde döne döne geniş pencerelerin ardından geçip gidiyorlardı. Birbiriyle karışan bir endişe ve heyecan hissi damarlarında gezinirken, Clara, arabadan inerek kaldırımda ilerleyen Bayan Gunther’ı takip etmek için ipek eteğini topladı.
Taşlı yoldan geçerek devasa sütunların altındaki ön kapıya vardılar. Girişte kulağı küpeli, geniş omuzlu, dazlak bir adam duruyordu. Clara ile Bayan Gunther kendisine doğru yaklaşırken, hemen arkasında sıkı sıkı kapalı duran kapının önüne geçti.
Bayan Gunther, kendisine özgü o kibirli tavrıyla omuzlarını yuvarladı; bu artık hünere dönüşmüş bir kabiliyetiydi onun. “Balo için geldik,” dedi, en uygun başhanım sesiyle, göz korkutucu bir şekilde bir kaşını kaldırarak.
“Davetiyeniz var mı?” Adamın derinden gürleyen sesi ise Bayan Gunther’ın gözünü korkutmamıştı. Parıldayan gümüş rengi çantasına uzanırken bakışlarını ondan ayırmadı.
“Burada.” Davetiyeyi adama uzattı.
Adam davetiyeye göz gezdirdi ve kısık bakışlarını kaldırarak ikisini de ayrı ayrı inceledi. Clara, sanki reddedileceklermiş gibi bir korku duygusuna kapıldı. Londra Sezonu böyle mi başlayacaktı? Daha kapıdan içeri adım atamadan bir fiyasko mu olacaktı?
Adamın sesi kuşku doluydu. “Amerikalı mısınız?”
“Evet,” diye yanıtladı Bayan Gunther.
“Bir yenilik olacaksınız o halde.” Adam önlerinden çekilerek kapıyı açtı. “Maskeleri hemen girişteki meşe masada bulabilirsiniz.”
Bayan Gunther, inanamaz bakışlarla onu süzdü. “Maskeler mi?”
Ama henüz maske konusunda adamı sorgulayamadan, Clara onu dürtükleyerek kapıdan içeri soktu; zira sivri çıkışlar olsun istemiyordu. Uyum sağlamak istiyordu.
“Bu adamı hiç sevmedim,” dedi Bayan Gunther, içeri girdiklerinde.
“Ben de. Sophia ve James’i gördüğümüzde daha çok rahatlayacağım.”
Hemen içeride tüylü maskelerle dolu büyük kristal bir kâse buldular ve Clara, koyu kahve saçlarındaki kestane rengi gölgeleri ortaya çıkarması için krem rengi bir maske seçti. Maskelerini takarlarken bir kadın yanlarından geçip gitti. Clara, kadının korse giymediğine yemin edebilirdi. Clara’nın ağzı açık kaldı ve tam Bayan Gunther’a bir şey söyleyecekken kendisini tuttu, bunun lafını açmadı. Herhalde yanılmıştı.
Üstlerini başlarını düzeltmek için vestiyere çekildiler ve oradan büyük, kalabalık salondan balo salonuna doğru ilerlediler.
İçeri adım atar atmaz Clara’nın havası aniden değişti. Rahatladı, aklında dolaşıp duran tüm kuralları ve yapacağından emin olduğu tüm hataları kafasından attı. Öylesine muhteşem bir salondu ki burası.
Çiftler parlak renkler ve ışıltılar içinde pistte dönüp duruyorlardı. Orkestradan yükselen müzik adeta gökten geliyordu, müzisyenler çok yetenekliydi. Tüm hanımlar ve beyler çok şık ve mutlu görünüyordu.
Elinde bir şampanya tepsisiyle bir uşak yanlarına yanaştı ve Clara ile Bayan Gunther’a birer kadeh sundu.
Bayan Gunther başını iki yana sallayarak elini reddeder-cesine kaldırdı. Adamın kaşları çatıldı ve onlara sanki tepelerinde boynuz varmış gibi garipseyerek baktı.
“Cidden, almalısınız,” dedi hoş bir sesle, tepsiyi tekrar onlara doğru kaldırarak. “Denemezseniz Lort Livingston hayal kırıklığına uğrar.”
Halen uyum sağlamak isteğinde olan Clara, bir kadeh alarak dikkatle yudumladı ve lezzetli tadıyla tüm bedenine yaydığı ısının verdiği hazzın keyfine vardı. Uşak yanlarından ayrılırken ona göz kırptı.
“Gördün mü?” dedi Clara, refakatçisine.
Bayan Gunther, onun koluna dokundu. “Affedersin! Ah hayatım, dans kartın yok.” Yanlarından geçen bir hanımı durdurarak ona sordu.
Clara, göz kırpan uşak meselesini bir kenara bıraktı.
Siyah-beyaz tüylü bir maske ve kadifelerle süslü koyu kırmızı bir elbise giymiş olan kadın, gülmekle yetindi.
“Burada isimlerle uğraşmayız,” diyerek yoluna devam etti.
Clara birdenbire kendisini sanki Alice’in peşinden tavşan deliğine girmiş gibi hissetti.1
“Belki de prens geleceği içindir,” diye kanaat getirdi Bayan Gunther. “Annesinin bağnazlığıyla uzaktan yakından alakası yokmuş diyorlar, hızlı yaşamayı tercih ediyormuş.”
“Ya biri beni dansa kaldırırsa?” diye fısıldadı Clara. “Tanıştırmalar ne olacak?”
“Kimse bunlara kafa yoruyor gibi görünmüyor.” Bayan Gunther’ın endişeli bakışları odada gezindi ve sesi tekrar o kibirli tona büründü. “Bu son derece uygunsuz. Sophia nerede? Bizden ne beklendiğini açıklamasını…”
O anda altın maskeli ve sarı saçlı genç bir adam yanlarına yaklaşarak başıyla selam verdi. “Bu dansı bana lütfeder misiniz?”
Clara, Bayan Guther’a bir bakış attı. Refakatçisi, adamın resmiyetsiz tavrının karşısında bir an tereddüt etti ve isteksizce de olsa başını salladı. Clara uygun bir tanıştırma olmadan refakatçisinin buna izin vermesine şaşırmıştı, ancak kadının da kendisi kadar gergin ve uyumsuz hissettiğini, bu seçkin lortlarla leydilerin bunu fark etmesini istemediğini düşündü.
Refakatçisine başkaldırmak istemeyen Clara, beyefendinin elinden şampanya kadehini alarak masaya koymasına izin verdi ve eldivenli elini tutarak onunla piste çıktı. Bir vals müziğiyle dans etmeye başladılar. Başka bir dans edildiğini görmüş değildi. Sona erdiğinde adam onu Bayan Gunther’a geri getirerek teşekkür edip uzaklaştı.
“Çok hoştu,” dedi Clara. “Ama hiç de Sophia’nın tarif ettiği gibi değildi. Sosyal meziyetlerin gerekliliğinin New York’taki kadar olmasa bile çok kötü olduğunu ve çok zor bir dönem geçirdiğini söylemişti. Bu adam benim kim olduğumu bile öğrenmedi, ben de onun.” Bayan Gunther’a doğru eğilerek fısıldadı. “Beylerin birkaçı eldiven takmamış bile. Şuradaki adama baksana.”
Yanlarından başka bir çift dönerek geçti.
Bayan Gunther çenesini havaya dikti. “Dünyanın hali nerelere gidiyor, hiç bilmiyorum. Bir yüzyılın sonuna yaklaşıyor olabiliriz, ama toplumun, soylu olsun olmasın, bu denli uygarlıktan nasibini almamış bir şekilde davranacağını düşünemiyorum. Baksana, benim balolarımdan birinde…”
O sırada uzun, azametli bir adam balo salonuna girdi ve Clara’nın dikkati, refakatçisinin topluma ilişkin yorumlarından uzaklaşarak, kapının hemen önünde dikilen adamda toplandı. Adam kuyruklu, siyah bir takım giymişti, beyaz boyunbağıyla yeleği vardı. Hele saçları, rüzgârda salınan buğday başakları gibiydi. Alışılmadık bir uzunluktaydı, omuzlarına dek geliyordu. Adam elleri belinde kenetli halde salona girdi ve başını kibirli bir tavırla geri atarak yüzüne düşen altın renkli bir perçemden kurtuldu.
Kıyafetine uygun, siyah bir maske takıyordu ve doğal olarak Clara adamın ancak çenesini ve ağzını görebiliyordu. Adamın, yanından geçen beylere gülümseyip başını sallayarak salonda ilerlemesini izlerken, ağzının çok güzel olduğuna karar verdi. Dudakları dolgun, dişleri muntazam ve bembeyazdı. Çenesinde belirgin bir gamze vardı, çene hattı ise sert ve köşeliydi. Clara şampanyasından yavaşça bir yudum aldı.
Adam, onun gözlerini kendisine diktiğini sezmiş olmalıydı; zira bakışları odada gezinerek kasıtlı bir şekilde Clara’nın üzerinde durdu. Uzun bir süre, neredeyse uygunsuz, kaçacak bir hale gelene dek birbirlerini seyrettiler, ancak Clara bakışlarını ondan ayıramıyordu. Kendisini cesur ya da cüretkâr hissettiğinden değil, tam aksine, narin ayakları bala saplanmış bir kelebek gibi sıkışmış ve çarpılmış bir haldeydi.
Tanrım, ama çok yakışıklı. Her ne kadar adam maske takıyor olsa da Clara bunu varlığının keşfedilmemiş derinliklerinde çok iyi biliyordu.
Adam bir saniye bile geçirmedi. Gözlerini bir an bile onunkilerden ayırmadan, balo salonunda hızla Clara’ya doğru ilerledi. Clara kısa, titrek bir nefes alırken, Bayan Gunther’ın söylediklerine tamamen kayıtsız kaldı. Elinden gelen tek şey, bu yakışıklı adamın pistte ceketinin altındaki geniş omuzları ve ağır, kendinden emin, yavaş yürüyüşüyle vahşi bir aslan gibi ilerlemesini izlemekti.
Adam onun önünde durarak hiçbir şey söylemeden elini uzattı.
Bayan Gunther konuşmayı kesti. Yanındaki eldivenli eli fark etmişti ve elin sahibine bakmak için döndü. Adam ona başını sallamakla yetindi ve elini tekrar kaldırarak Clara’yı sersemliğinden çekip çıkardı. Dans etmek istediğini belirtti.
Tam bir sessizlik oldu ve Bayan Gunther, inanılmaz şekilde muhteşem görünen beyefendiye bakışlarını dikti. Clara refakatçisinin de bala saplanmış olduğunu tahmin edebilirdi; zira kadının dudakları aralanmıştı ama ağzından tek sözcük bile çıkmıyordu. Clara, eldivenli elini onunkine bırakarak herhangi bir tanıştırma olmaksızın, kendisini piste götürmesine izin verdi.
Elbisesinin kuyruğunu kaldırarak adamın gözlerine baktı ve uyumlu bir şekilde kendilerini valse bıraktılar. Adam konuşmadan önce salonda birkaç kez gidip geldiler.
“Bu tip şeylerde taze bir yüzsünüz siz.”
“Amerika’dan yeni geldim daha,” diye yanıtladı Clara. Lafının sonuna “lordum” veya “efendim” hatta belki “ekselansları” eklemek isterdi, fakat tanıştırılmadıkları için ona nasıl hitap edeceğini bilmiyordu.
Bu hoş sürprizle bir anda adamın dudakları gerildi.
“Amerika demek… Sizi İngiltere’ye buyur edecek ilk kişi olmama izin verin o halde. Sizinle tanışmak canıma can kattı.”
“Teşekkürler,” diye yanıtladı Clara, adamın kelime tercihinden yüzü kızararak.
Gece, hiç de Clara’nın hayal ettiği gibi başlamamıştı.
“Ablamı ziyarete geldim,” dedi adama.
Adam, ablasının kim olduğunu sormadı.
Dans etmeye devam ettiler. Salonda öyle akıcı bir zarafetle dönüyorlardı ki, Clara’da biraz bile baş dönmesi olmamıştı. Partneri karşılaştığı en yetenekli dansçıydı. Eli belini kararlı ancak hafif bir şekilde tutuyor, onu peri kadar hafifmişçesine salonda oradan oraya götürüyordu.
Vals sona erdiğinde, kocaman bir saksıdaki eğreltiotu-nun yanında zarif bir şekilde dansı bitirdiler. Başka bir vals başladı. Daha yavaş bir müzikti bu. Partneri ona bir baş hareketiyle selam verdi.
“Bir dans daha edelim mi?”
Clara, adabımuaşeret kurallarına karşı bu belirgin aldırmazlık karşısında yine şaşırmıştı. Adamın şimdi kendisini refakatçisine geri götürmesi gerekiyordu. Clara, rahat görünmeye çalışan ancak bunu hiç de başaramayan Bayan Gunther’a bir bakış attı. Roma’dayken Romalılar gibi davranmakla ilgili eski deyişi hatırladı ve bu İngiliz’in davranışlarını izlemesi gerektiğine karar verdi.
“Onur duyarım.”
Tekrar dans pozisyonuna geçtiler. Adamın güçlü kolu korseli belini sarar ve eli yan tarafına yaslanırken Clara’nın bedeninde bir heyecan hissi gezindi. Adam onu balo salonunun ortasına götürdü ve hareketleri biraz daha rahat bir ritme büründü.
“Şunu söylemeliyim ki,” dedi adam, derin, ihtiraslı bir sesle, “olağanüstü bir dansçısınız. Sizi başka adamlardan önce bulduğum için şanslıyım. Bana kalırsa sizi yanımda tutmak isterim.”
Clara güldü. “Beni yanınızda tutamazsınız.”
“Ah, ama keşke tutabilsem. En azından siz benden sıkılıp yol verene kadar.”
Bu övgü karşısında Clara içinin heyecanla titrediğini hissetti. “Bayım, benimle flört ediyorsunuz, hem de oldukça edepsiz bir şekilde.”
“Çünkü edepsiz bir adamım ben, en azından sizin enfes güzelliğiniz karşısında. Siz hiç şüphesiz, bütün akşam boyunca karşılaştığım en büyüleyici yaratıksınız. Hatta tam olarak söylemek gerekirse, bütün yıl boyunca.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAşkın Kollarında
- Sayfa Sayısı374
- YazarJulianne MacLean
- ISBN9786055358303
- Boyutlar, Kapak14x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviEphesus / 2013
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Arslanhane: Bir Hükümdarın Doğuşu ~ Christopher de Bellaigue
Arslanhane: Bir Hükümdarın Doğuşu
Christopher de Bellaigue
Yunanistan’ın Parga kentinden korsanlarca kaçırılıp Manisa’da dul bir kadına satıldıktan sonra şehzade Süleyman’a hediye edilen ve kabiliyetleri sayesinde Makbul İbrahim Paşa adıyla sadaret makamına...
- Aşk Seni de Vurur ~ Julie Garwood
Aşk Seni de Vurur
Julie Garwood
Aşkın, nefretin, intikamın ve saf arzunun özüne inen sürükleyici bir hikâye… St. Biel’li Prenses Gabrielle için İskoçya şaşırtıcı manzaraların, vahşi klan şeflerinin, aldatıcı vadilerin,...
- Biri Sır Mı Dedi? ~ Victoria Dahl
Biri Sır Mı Dedi?
Victoria Dahl
Gel deyince gelmeyen, git deyince gitmeyen, laftan anlamayan bir erkek hayal edin. Nasıl? Hayal etmeniz çok kolay oldu değil mi? Molly’nin başı tam da...