Hangisi daha cesur olan? Savaşan mı yoksa savaşmayı reddeden mi?
Milyonlarca okura ulaşan Çizgili Pijamalı Çocuk kitabının yazarı John Boyne’nun kaleme aldığı Asker Doğmayanlar, savaşın dayattıklarına direnen bir avuç vicdani retçinin aşkla, ölümle ve cesaretle sınanan onurlu hayat mücadelesini sayfalarına taşıyor.
Daha fazla can almak ile korkaklık ekseninde sıkışan “erkeklik” olgusunu, cephelerde yaşanan kimi yakınlaşmaların yarattığı utanç, inkâr ve suçluluk duyguları üzerinden irdeleyen bu çokkatmanlı roman, savaşın sınırları zorlayan şartları altında insan olmanın anlamını sorguluyor.
Savaşa “karşı” savaşanların hayalleri ve tutkularından beslenerek lirik bir anlatım tutturan yazar, insanlığın kırılgan gerçekliğini, toplumlardaki kaosu dizginlemeye yarayan ahlaki ve vicdani yaptırımların önlenemez sonuçlarıyla paralel bir şekilde anlatmaya çalışıyor.
Çocuk yaşta evinden kovulan, Birinci Dünya Savaşı’nda Fransa’nın kuzeyinde Almanlara karşı savaşan Tristan Sadler’ın elinde, Mirian Bancroft’a ulaştırmak istediği mektuplar vardır. Ancak silah arkadaşı, dostu ve karşılıksız aşkı Will’in ablası Mirian ile buluşmasının altında yatan tek sebep bu değildir. Er Bancroft’un ölümünün ardındaki sır, Tristan’ın içini kemirmektedir, belki de bu buluşma bir tür itiraf niteliği taşıyacak, böylece bir anlamda af dileyebilecektir.
Dünya tarihinin dönüm noktası bir savaş, birbirlerini “amaçsızca” öldüren insanlar, “savaşçı erkek” kavramına uymadıkları için korkaklıkla ve hainlikle suçlanan mahkûmlar… Öte yandan benliğine direnerek arzularına hükmetmeye çalışan özgür ruhlar, cephelerde filizlenen duygusal yakınlaşmalar, inkâr ve utanç duygularıyla örülü intikam hissi…
Savaş edebiyatına kattığı onlarca eserle türün en yetkin yazarlarından birine dönüşen John Boyne daha önce anlatılmaya hiç cesaret edilmemiş, alışılmışın dışında bir savaş hikâyesi anlatıyor.
”Korkaklar, yüreksiz olur. Ben yüreksiz değilim, ilkeli bir insanım. Arada fark var.”
Omzunda tilki kürküyle vagonda karşıma oturan yaşlı hanım, yıllar önce işlediği cinayetleri yâd ediyordu. İşaretparmağını alt dudağına hafifçe vururken, gülümseyerek, “Leeds’teki papaz vardı,” dedi, “bir de trajik sırrı, nihayetinde felaketine dönüşen Hartlepool’lu kız kurusu. Hani şu, kız kardeşinin Kırım’dan yeni dönen kocasıyla düşüp kalkan Londralı aktris. Havai bir kadındı, bu yüzden beni kimse suçlayamaz. Fakat Connaught Meydanı’ndaki hizmetçiyi öldürdüğüme pişmanım. Kuzeyli kökenleri sağlam, hamarat bir kızdı, böyle acımasız bir akıbeti hak etmiyordu.” “O kızı çok sevmiştim,” dedim. “Ama bana sorarsanız başına gelecekleri anlamıştı. Kendisine ait olmayan mektupları okuyordu.” Yaşlı hanım, “Sizi tanıyorum, değil mi?” diye sordu. Oturduğu yerde doğrulmuş, gözlerini kısarak yüzümde bir aşinalık arıyordu. Lavanta ile yüz kremi karışımı keskin bir koku saçıyordu ve kan kırmızısı, kalın bir ruj sürmüştü. “Sizi bir yerlerde gördüm.” “Whisby Yayınevi’nde Bay Pynton’ın yanında çalıyorum,” dedim. “İsmim Tristan Sadler. Birkaç ay önce, yemekli bir edebiyat toplantısında karşılaşmıştık.” Elimi uzattım; ne beklediğimden emin değilmiş gibi bir anlığına baktı, sonra parmaklarımı pek de kavramadan elimi dikkatle sıktı. “Tespit edilemeyen zehirler üzerine bir konuşma yapmıştınız,” diye ekledim. Başını hızlı hızlı sallayarak, “Evet, şimdi hatırladım,” dedi. “Tam beş tane kitap imzalatmıştınız. Şevkiniz beni etkilemişti.”
Beni hatırlaması gururumu okşamıştı, gülümsedim. “Büyük bir hayranınızım,” dedim. Zarifçe başını eğdi; otuz yılı aşkın bir süre boyunca okurlarından duyduğu övgülerle bilenmiş bir hareket olmalıydı bu. “Keza Bay Pynton da hayranınızdır. Birkaç kez sizi yayınevine bağlamaya çalıştığından bahsetti.” Ürpererek, “Evet, Bay Pynton’ı tanırım,” dedi. “Şu iğrenç, küçük adam. Ağzı berbat kokuyor. Yakınında durmaya nasıl tahammül edebiliyorsunuz, hayret. Ama sizi neden yanında çalıştırdığını anlayabiliyorum.” Şaşkınlıkla tek kaşımı kaldırınca, hanımefendi bana hafifçe gülümsedi. “Pynton, etrafının güzel şeylerle çevrili olmasından hoşlanır,” diye açıkladı. “Bunu sanat zevkinden ve bir moda tasarımcısının Paris’teki atölyesinden çıkmışa benzeyen o süslü püslü kanepelerinden de anlamış olmalısınız. Bana bir önceki yardımcısını hatırlatıyorsunuz, rezil biri vardı ya… Ama hayır, maalesef hiç şansı yok; yayıncımla otuz yıldan uzun bir zamandır çalışıyorum ve olduğum yerden de gayet memnunum.” Yüz ifadesi buza dönüşürken arkasına yaslandı. Hoş giden bir sohbeti potansiyel bir ticari anlaşmaya dönüştürmekle kendimi küçük düşürdüğümü anladım. Utanarak camdan dışarı baktım. Saatime göz atınca planlanan vakitten bir saat kadar geciktiğimizi gördüm, tren gene hiçbir açıklama yapılmadan durmuştu. Yaşlı hanım, vagonun içi havasızlaşmaya başladığı için camı açmaya uğraşırken, “İşte bu yüzden artık şehre hiç inmiyorum,” deyiverdi birden. “Bu demiryolları yüzünden insan evine dönebileceğinden bile şüphe ediyor.” Yaşlı hanımın yanında oturan ve Liverpool Caddesi’nden hareket ettiğimizden beri yanımdaki kızla fısıldaşarak çapkınca sohbet eden genç adam, “Bırakın yardım edeyim, hanımefendi,” dedi. Ayağa kalktı, terkokulu bir esintiyle öne eğildi ve camı kuvvetle çekti. Cam sarsılarak açıldı, içeri sıcak havayla birlikte motor dumanı doldu.
Genç kadın gururla kıkırdayarak, “Billciğimin eli makinelere yatkındır,” dedi. Adam, “Aman Margie,” deyip oturdu ve hafifçe gülümsedi. “Savaşta motorları tamir ediyormuş. Öyle değil mi Bill?” Adam bu kez daha donuk bir sesle, “Bırak şunu Margie,” dedi. Benimle göz göze geldi, gözlerimizi kaçırmadan önce bir saniye birbirimizi tarttık. Roman yazarı hanım, mükemmel bir zamanlamayla, “Alt tarafı bir pencere canım,” diye burun kıvırdı. Kompartımanda birbirimizin varlığını kabul etmemiz bir saatten fazla sürmüştü. Bu durum bana, bir deniz kazasından sonra beş sene ıssız bir adada kalan ve usulünce tanıştırılmadıkları için birbirleriyle tek kelime konuşmayan iki İngiliz beyefendisinin fıkrasını hatırlattı.
Yirmi dakika sonra trenimiz tekrar hareket etti ve yola koyulduk, bir buçuk saatlik bir gecikmeyle nihayet Norwich’e vardık. İlk inenler, telaşlı ve coşkulu bir sabırsızlık ve beni-hemen-eve-götür fıkırdaşmalarıyla genç çift oldu. Ben de yazarın, valizini taşımasına yardım ettim. Yazar hanım gözleriyle peronu tararken, dalgın bir tavırla, “Çok naziksiniz,” dedi. “Şoförüm buralarda bir yerdedir, seyahatimin geri kalanında bana o eşlik edecek.” Tekrar elini sıkmaya kalkışmak yerine, sanki o Kraliçe’ymiş, ben de onun sadık bir kuluymuşum gibi beceriksizce bir baş hareketiyle, “Sizinle tanışmak bir zevkti,” dedim. “Sizi biraz önce mahcup etmediğimi ümit ederim. Ben sadece Bay Pynton’ın listemizde sizin çapınızda yazarlar bulunmasını arzu ettiğini kastetmiştim.” Gülümsedi; yüz ifadesi, ben değerliyim, diyordu, ben fark yaratırım. Ardından, üniformasız şoförünü de peşine takarak gitti. Bense olduğum yerde, etrafım peronlara gidip gelen insanlarla çevrilmiş,kalabalığın arasında kaybolmuş hâlde, tren istasyonunun hengâmesinde bir başıma kaldım. Thorpe İstasyonu’nun büyük taş duvarlarının arasından, öğleden sonrası için beklenmedik derecede aydınlık havaya çıktım ve kalacağım pansiyonun bulunduğu Recorder Sokağı’nın kısa bir yürüyüş mesafesinde olduğunu öğrendim.
Ne var ki pansiyona vardığımda odamın hazır olmadığını görerek hayal kırıklığına uğradım. Pansiyoncu hanım, “Aman efendim,” dedi; solgun tenli, zayıfçacık, yüzü pütür pütür bir kadındı. Hava fazla soğuk olmamasına rağmen titriyordu, ellerini de gergin gergin ovuşturuyordu. Uzun boyluydu ama. Kalabalığın içinde şaşırtıcı endamıyla dikkat çeken kadınlardandı. “Size bir özür borçluyuz, Bay Sadler. Bugün işler allak bullak oldu. Olanları nasıl anlatsam bilemiyorum…” Sesime sızan kızgınlığı yumuşatmaya çalışarak, “Size yazmıştım, Bayan Cantwell,” dedim. “Beşi biraz geçe burada olacağımı bildirmiştim. Kaldı ki saat şu an altıyı bile geçti, bakın.” Başımı masanın arkasındaki, köşedeki ayaklı saate doğru salladım. “Aksilik etmek istemem, ama…” Kadın, “Aksilik ettiğiniz yok efendim,” dedi hemen. “Odanızın saatler önce hazır olması gerekiyordu elbette…” Sesi alçalıp sözü yarım kaldı, dudaklarını ısırırken alnında derin çizgiler belirdi, başını başka tarafa çevirdi; gözlerimin içine bakamıyor gibiydi. “Bu sabah küçük bir tatsızlık yaşadık Bay Sadler. İşin doğrusu bu. Sizin odanızda. Yani, size verilecek odada. Herhâlde artık o odayı istemezsiniz. Böyle söylememem lazım, biliyorum, ama… Bu konuda ne yapacağımı bilmiyorum, sahiden. Odayı boş bırakacak durumumuz da yok…” Kadının sıkıntılı hâli ortadaydı, aklım ertesi günkü işlerimle meşgul olmasına rağmen kadıncağızın durumuna üzüldüm. Yapabileceğim bir şey var mı, diye soracakken, arka taraftaki kapı açıldı ve kadın da oraya dönüp baktı.
Kapıda, kadının oğlu olduğunu sandığım, on yedi yaşlarında bir delikanlı belirdi. Gözleri ve dudakları annesine benziyordu ama cildi çok daha beter hâldeydi, yaşının icabı ergenlik sivilcelerinin izleriyle kaplıydı. Zınk diye durup bir saniye bana baktıktan sonra hışımla annesine döndü. Kızgın kızgın bakarak, “Sana beyefendi gelince beni çağır demedim mi?” dedi. “Ama daha şimdi geldi David!” diye itiraz etti kadın. Kadını savunmak için garip bir dürtü hissederek, “Doğru,” dedim. “Şimdi geldim.” Delikanlı üsteledi. “Ama beni çağırmadın,” dedi. “Ne söyledin beye?” “Daha hiçbir şey söylemedim,” dedi kadın ve biraz daha üstüne gidilirse ağlayacakmış gibi bir ifadeyle bana döndü. “Ne diyeceğimi bilemedim…” Delikanlı, şu dünyada kadınların ellerine bırakılırsa hiçbir şeyin yolunda gitmeyeceğini bilen erkeklerden olduğumuzu ima edercesine gülümseyerek bana döndü ve “Özür dilerim Bay Sadler,” dedi. “Sizi bizzat karşılamayı umuyordum. Geldiğiniz zaman haber vermesini istemiştim annemden. Sizi daha erken bekliyorduk.” “Evet,” dedim ve güvenilmez trenlerden dem vurdum. “Ama sahiden çok yorgunum ve doğruca odama çıkabilmeyi umuyordum.” Oğlan, “Elbette efendim,” deyip hafifçe yutkundu ve gözlerini masaya dikti, sanki üstünde bütün geleceği yazılıymış gibi; sanki sol kenarında evleneceği kız, sağ kenarında doğacak çocukları, ortasında da bir ömür birbirlerine çektirecekleri kavga dövüşün mutsuzluğu varmış gibi… Annesi koluna hafifçe dokunup kulağına bir şey fısıldadı; ama oğlan başını hızlı hızlı iki yana salladı ve tıslayarak, kadına sesini çıkarmamasını söyledi. Sonunda, bakışlarını bana yöneltip sesini yükselterek, “Her yer, her yerde,” dedi. “Siz dört numarada kalacaktınız. Ama ne yazık ki dört numara şu an müsait değil.” “Peki başka bir odada kalamaz mıyım?” diye sordum.
Başını iki yana sallayarak, “Ah, olmaz efendim,” dedi. “Maalesef hepsi dolu. Sizi dört numaraya yazmıştık. Ama oda hazır değil, mesele bu. Bize hazırlamak için biraz daha zaman verirseniz eğer…” Delikanlı masanın arkasından çıkınca onu iyice bir inceledim. Benden ancak birkaç yaş küçük olmasına rağmen, daha büyükmüş gibi davranan bir çocuğu andırıyordu. Kendisine biraz uzun gelen, paçaları içine kıvrılıp iğnelenmiş bir pantolon ve yaşça daha büyük birinde hiç de yakışıksız durmayacak bir gömlek ve yelek giymiş, bir de kravat takmıştı. Terlemeye başlamış bıyıkları, dudağının üstünde korkunç bir çizgi hâlinde taranmıştı; bir an için, bu gerçekten de bir bıyık mı yoksa sadece yüzüne bulaşmış ve sabahleyin suratını sildiği havlunun gözden kaçırdığı bir kir izi mi, bilemedim. Yaşından büyük görünme çabalarına rağmen, gençliği ve toyluğu aşikârdı. Reşit olması mümkün değildi, o kadarından emindim.
Bir saniye sonra, “David Cantwell,” diyerek bana elini uzattı. Bayan Cantwell kıpkırmızı kesildi. “Olmaz David,” dedi. “Beyefendi bu akşam başka bir yerde kalmak zorunda.” Oğlan annesine dönüp, “Nerede kalacak peki?” dedi. Sesi ansızın, haksızlık ettiğini bilmenin tesiriyle yükselmişti. “Biliyorsun ki her yer dolu! Nereye göndereyim onu? Wilsonlara mı? Dolu! Dempsey’e mi? Dolu! Rutherfordların yerine mi? Orası da dolu! Bir taahhüdümüz var anne. Bay Sadler’a bir taahhüdümüz var ve bunu yerine getirmek zorundayız, yoksa rezil oluruz. Bir gün için yeterince rezillik yaşamadık mı sence?” Aniden saldırganlaşması yüzünden irkildim. Bir anda aklımda, bu iki uyumsuz insan için böyle bir pansiyonda yaşamanın nasıl bir şey olduğuna dair bir fikir belirdi: David’in küçüklüğünden beri ana oğul yalnızdı ve baba, seneler evvel bir harman makinesi kazasında ölmüştü bence. Tabii David, babasını hatırlamayacak kadar küçüktü o zamanlar, ama gene de ona tapıyordu; bu karşılık, zavallı adamcağızı tanrının her saati çalışmaya zorladığı için anasını da asla affedememişti. Sonra savaş çıkmıştı ama David cepheye gidemeyecek kadar küçüktü.
Orduya yazılmaya gittiği zaman ona gülmüşlerdi. Ona, “cesur çocuk” demişler; birkaç sene sonra, göğsünde kıl bitince tekrar gelmesini, kahrolası savaş hâlâ sürüyorsa o zaman bakacaklarını söylemişlerdi. Oğlan da uygun adım, anasının yanına geri dönmüştü ve en azından şimdilik bir yere gitmediğini söylediği zaman kadının yüzünde beliren rahatlamadan ötürü onu hakir görmüştü… O zamanlar bile durmadan böyle senaryolar kurar, olgunlaşmamış hikâyelerim için karmaşık durumlar arardım. “Bay Sadler, oğlumun kusuruna bakmayın,” dedi pansiyoncu kadın, öne eğilip ellerini masaya dayayarak. “Gördüğünüz gibi biraz fevridir.” David üsteledi. “Onunla ilgisi yok, anne. Bizim bir taahhüdümüz var.” “Taahhütlerimizi yerine getirmeyi elbette isteriz, ama…” Kadının sözünün sonunu kaçırdım, çünkü genç David beni dirseğimden tutmuştu. Hareketin teklifsizliğinden dolayı biraz şaşırdım ve geri çekildim, delikanlı da dudaklarını ısırdı ve alçak sesle konuşmadan önce gergince etrafına baktı. “Bay Sadler,” dedi, “sizinle özel olarak konuşabilir miyim? Sizi temin ederim, işlerin böyle idare edilmesi hiç hoşuma gitmiyor. Hakkımızda çok kötü düşünüyor olmalısınız. Ama sizinle misafir odasına gitsek? Şu anda kimse yok, hem…” “Pekâlâ,” deyip çantamı Bayan Cantwell’in masasının önüne, yere bıraktım. “Buraya bırakmamın bir mahsuru yoktur herhâlde?” diye sordum. Kadın yutkunup başını iki yana salladı, o mübarek ellerini gene birbirine sürttü; aramızda bir cümle daha geçmesindense acılı bir ölüme seve seve razı olacakmış gibi görünüyordu.
Biraz hâlihazırdaki meseleye bulacağı çareyi merak ettiğimden biraz da mağdur olduğumdan, oğlunun peşinden misafir odasına gittim. Yolculuk beni yorgun düşürmüştü,üstelik Norwich’e geliş sebeplerimin yarattığı çelişkili duygular yüzünden aklım karmakarışıktı; pansiyona gelirken tek amacım doğruca odama gidip kapıyı arkamdan kapamak ve düşüncelerimle baş başa kalmaktı. İşin aslı, ertesi günkü planlarımı gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceğimi bile bilmiyordum. Londra’ya her saat başı saati on geçe ve saat altıyı on geçeden itibaren de iki saatte bir tren olduğunu biliyordum; yani buluşmadan vazgeçip dönmek istersem, binebileceğim dört tren vardı. David Cantwell, “Ne keşmekeş ama!” dedi. Kapıyı arkamızdan çekerken dişlerinin arasından bir ıslık çaldı. “Annem de durumu hiç kolaylaştırmıyor, değil mi Bay Sadler?” “Bakın, bana meselenin ne olduğunu izah ederseniz artık…” dedim. “Odayı tutmak için mektubumla birlikte posta havalesi de göndermiştim.” “Tabii ki gönderdiniz efendim, tabii ki gönderdiniz,” dedi. “Odanızı bizzat ben ayırdım. Sizi dört numaraya yerleştirecektik. Odayı da ben seçtim. Dört numara en sessiz odamızdır, şiltesi biraz girintili çıkıntılı olsa da karyolasının yayları sağlamdır, pek çok müşterimiz çok rahat olduğunu söylemiştir. Mektubunuzu okudum efendim. Ordu mensubu olduğunuzu düşündüm. Haklı mıyım beyefendi?” Bir an tereddüt ettikten sonra, başımı sertçe öne doğru salladım. “Çok muharebe gördünüz mü?” diye sordu. Gözleri parlıyordu, sabrımın tükendiğini hissettim. “Oda,” dedim. “Kalıyor muyum, kalamıyor muyum?” “Şey, beyefendi,” dedi, cevabım onu hayal kırıklığına uğratmıştı. “Aslında bu size bağlı.” “Nasıl yani?” “Bizim kız, Mary, şu anda yukarıda, her şeyi pirüpak ediyor. Kıyameti kopardı tabii, size söylememin bir mahsuru yok, ama ona dedim ki, tabelada senin değil, benim adım yazıyor. İşinden olmak istemiyorsan söyleneni yapacaksın.” Azıcık takılarak, “Tabeladaki ismin annenizin ismi olduğunu sanıyordum?” dedim. “Eh, benim de ismim ama,” dedi biraz içerleyerek. Gözlerini iyice açıp ters ters yüzüme baktı. “Neyse, Mary işini bitirince oda eskisi gibi olacak, söz veriyorum. Annem size bir şey anlatmak istemedi, ama madem askersiniz…” Onu düzelttim. “Eskiden askerdim.”
“Evet efendim. Size yukarıda olanları anlatmazsam ve kararı size bırakmazsam, saygısızlık etmiş olurum.” Artık meraklanmıştım, aklıma sayısız ihtimal geldi. Belki cinayet. İntihar. Özel bir dedektifin başka bir kadının kollarında yakaladığı zampara bir koca. Ya da… o kadar da dramatik olmayan bir şey: Çöp sepetinde alev alan, söndürülmemiş bir sigara. Gece vakti hesabını ödemeden kaçan bir müşteri. Daha fazla karmaşa. Daha fazla saçmalık. “Memnuniyetle karar veririm,” dedim, “yeter ki…” “Burada daha önce de kalmıştı,” dedi David, sözümü keserek. Vaziyeti bütün teferruatıyla anlatmaya hazırlanırken sesi giderek canlanmıştı. “Adı Bay Charters. Edward Charters. Çok muhterem bir adam olduğunu düşünürdüm hep. Londra’da bir bankada memur, ama Ipswich Yolu üzerinde bir yerde annesi oturuyor, o da arada bir onu görmeye geliyor ve Londra’ya dönmeden önce genellikle bir ya da iki gece Norwich’te kalıyor. Her zaman bizde kalır. Onunla hiçbir sıkıntı yaşamadık, efendim. Sessiz bir beydir, kendi hâlindedir. İyi giyimlidir. Her zaman dört numarayı ister, çünkü o odanın ne kadar iyi olduğunu bilir, ben de seve seve odayı veririm. Odaları ben organize ederim, annem değil. Rakamları karıştırıyor, hem…” “Şu Bay Charters,” dedim, “odayı vaktinde boşaltmadı mı?” Delikanlı başını iki yana sallayarak, “Hayır efendim,” dedi.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAsker Doğmayanlar
- Sayfa Sayısı304
- YazarJohn Boyne
- ISBN9786052349700
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviDelidolu /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Aşk Seni Bulursa ~ Rachel Gibson
Aşk Seni Bulursa
Rachel Gibson
Uzaklaşmak isteyen güzel bir kadın. Uzakta onu bekleyen yakışıklı bir erkek. Kışkırtıcı bir aşk hikayesi… Sadece ‘gitmek’ istediğiniz bir zaman oldu mu hiç? Yaşadığınız...
- Kıssadan Hisse ~ Barry Unsworth
Kıssadan Hisse
Barry Unsworth
14. yüzyıl. İngiltere’de karlarla kaplı bir kasaba. Nicholas Barber adında firari bir papaz, yolda karşılaştığı gezici tiyatro kumpanyasına katılır. Oyunlarını sahnelemek üzere vardıkları kasabada...
- Amok Koşucusu ~ Stefan Zweig
Amok Koşucusu
Stefan Zweig
Hollanda’nın sömürgesi tropik bir adada çalışmak zorunda kalan bir doktorun sıkıcı ve rutin hayatı, kapısını çalan zor durumdaki zengin bir kadının yardım isteğiyle altüst...