Şanslı Liman serisiyle tanışın.
Hayal kırıklığı, yeni başlangıçlar için yeşeren umutlar, eğlence, heyecan ve aşk bu kasabada sizleri bekliyor.
Maddie Moore Los Angeles’daki hareketli hayatının en önemli iki parçası olan sevgilisini ve işini kaybeder. Hayatındaki boşluğu bir daha hiç dolduramayacağını düşünürken, çok fazla tanıma imkânı bulamadığı annesinden kendisine ve farklı şehirlerde yaşayan iki kız kardeşine bir otelin miras kaldığını öğrenir.
Oteli görmek için Şanslı Liman kasabasına doğru yola çıkar. Yolda karşılaşacağı sürprizler ve Şanslı Liman, hayatına yepyeni bir yön verecek ve ona çok önemli bir şey öğretecektir:
Aşk en beklenmedik anlarda gelir.
***
Bölüm 1
“Az kullanılan yolları tercih ederek seyahat ederim; bu yüzden hep kaybolurum. Siz siz olun, harita taşıyın.”
PHOEBE TRAEGER
Maddie dar ve kıvrımlı otobanda arabasıyla ilerliyordu. 1400 millik yoldan sonra bile geçmişi hâlâ peşini bırakmamıştı. Güvenilir Honda’sıyla bile şeytanlarından kaçmayı başaramamıştı.
Ya da hatalarından.
Yaptığı hataların iyi bir yönü de olabilirdi; en azından nasıl hata yapılacağını öğrenmişti artık. Lütfen hatalarımın sonu gelmiş olsun, diye düşündü.
“Hadi ama dinleyenler,” dedi radyodaki DJ neşeyle. “Arayın, Noel umutlarınızı ve hayallerinizi bizimle paylaşın. Rastgele bir talihli seçeceğiz ve dileğini gerçekleştireceğiz.”
“Dalga geçiyor olmalısın.” Maddie kısa bir an için gözünü dağlarla çevrelenmiş yoldan çekti ve radyoya doğru bir bakış attı. “Daha dün Şükran Günü’ydü. Noel’e daha çok var.”
“Dileğiniz ne olursa olsun,” dedi DJ. “Söyleyin ve sizin olsun.”
Olabilirmiş gibi. Derin bir nefes verdi ve ilginç bir şeyler düşünmeyi denedi. Bir zamanlar, her konuda öylesine başarılıydı ki. Maddie Moore, sen film setlerinde büyüdün –şu kahrolası dileği düşün. “Pekâlâ. Dileğim…” Ne? Annesi Phoebe Traeger gökyüzündeki sonsuz Grateful Dead konserine gitmeden önce onunla her şeyi baştan yaşamak mı? Eski sevgilisi tarafından çok daha önceden terk edilmiş olmak mı? Patronunun –dünden kalan hindiyi yerken boğulsun– onu kovmak için yıl sonu primlerini vermeyi beklemesi mi?
“Evet, bütün hatlar aranıyor,” dedi DJ. “Hatta bekleyen herkese iyi şanslar.”
Belki de dileği buydu –şans. Sahip olduğundan daha fazla şans diliyordu; ailesiyle, işiyle, erkeklerle…
Pekâlâ, belki erkeklerle değil. Erkeklerden tamamen vazgeçiyordu. Bu düşüncesi onu bir an için durdurdu ve uzun süre sonra ilk kez gördüğü tabelayı okumak için bakışlarını sislerin arasına çevirdi.
ŞANSLI LİMAN’A HOŞ GELDİNİZ!
2,100 şanslı insanın evi
Ve 10,100 deniz ürününün
Tam zamanı. Uzun zamandır kullanmadığı kaslarını kullandı, gülümsedi ve onun için belirlenmiş rotasına gelmiş olmanın verdiği zevkle yanında duran tuzlu, sirkeli patates cipsine uzandı. Cips, moral bozukluğu tedavisi konusunda uzmandı, işimi kaybettim dramından, erkek arkadaşım tam bir salaktı pişmanlıklarına, oradan da yeni bir başlangıcın tereddütlü ama umutlu kutlamasına daha iyi gidecek ne olabilirdi ki?
“Yeni başlangıç iyi bir şekilde yapıldı,” dedi yüksek sesle, çünkü herkes bir şeyi yüksek sesle söylemenin onu gerçeğe dönüştürdüğünü bilirdi. “Karmayı duyuyor musun?” Hafif sızıntılı tepe penceresinden görünen kapalı gökyüzüne baktı; fırtına bulutları, sanki gri yün battaniyelerle dolu bir kurutucudaymış gibi birbirlerine sokulmuşlardı. “Bu kez güçlü olacağım.” Katherine Hepburn gibi. Ingrid Bergman gibi. “Bu yüzden başka bir yere git eziyet ve beni yalnız bırak.”
Neredeyse onu kör eden bir şimşek çaktı ve hemen ardından neredeyse derisinin içinden fırlayıp çıkmasına sebep olan bir gök gürültüsü geldi. “Peki, demek istediğim tatlım, rica etsem, lütfen beni yalnız bırak.”
Önündeki otoban sağında duran bir uçurumun kenarındaydı ve büyük ihtimalle onun gibi bir şehir kızının düşünmek isteyeceğinden daha büyük bir vahşi hayata ev sahipliği yapıyordu. Yolun sol tarafının aşağı kısmında ise Pasifik Okyanusu uzanıyordu, köpüklerin suların üzerindeki sis adeta gümüş parmakları andırıyordu.
Hepsi gerçekten de harika görünüyordu ama bu yoldaki en baskın özellik sessizlikti. Hızlı şeritte gitmesi için ardından kornaya basan kimse yoktu. Yapımcılar ve yönetmenlerin birbirlerine bağırıp durdukları gerginlik dolu ofisler yoktu. Ortadaki öfkeyi dağıtmak için bağıran eski erkek arkadaşlar yoktu.
Aslında tek bir öfke belirtisi bile yoktu.
Sadece radyonun ve kendi nefesinin sesi. Mükemmel, kutsal bir sessizlik.
Her şey gerçekten de göründüğü kadar inanılmazdı, daha önce hiç dağlar arasında yolculuk etmemişti. Şimdi burada olmasının tek sebebi, inanılmazdı ama, annesinin ona Washington State’de bir mülk bırakmış olmasıydı. Daha da inanılmaz bir şey vardı, o da Maddie’ye, adı Şanslı Liman Oteli olan bu yerin üçte birinin bırakılmış olmasıydı.
Los Angeles’da set tasarımcısı babası tarafından yetiştirilen Maddie, beş yaşındayken velayetini babası almıştı. O zamana kadar annesini zaten çok fazla görmemişti. Birlikte geçirdikleri zamanlara dair hatıraları bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azdı. Bu yüzden de miras onun için büyük bir sürpriz olmuştu. Babası ve üvey kız kardeşleri, Tara ve Chloe buna en az onun kadar şaşırmışlardı. Bir cenaze töreni yapılmadığı için –Phoebe özellikle istememişti– üç kız kardeş otelde buluşmaya karar vermişlerdi.
Beş yıldan sonra birbirlerini ilk defa göreceklerdi.
Olasılıkları düşünürken, yol birden tekrar daraldı. Maddie beklenmeyen bir sağa dönüş geleceğini düşünerek direksiyonu soldaki keskin viraja doğru çevirdi. Sonra onu nehirdeki su samurları, balık kartalları –balık kartalı da neyin nesiydi?– ve kel kartallar hakkında ikaz eden bir tabelayla karşılaştı. Batı yakası için sonbahar bu sene oldukça geç gelmişti ve yere düşmüş yapraklar altın paralar gibi parlıyorlardı. Bu çok güzel bir görüntüydü ve onun U şeklinde kıvrılan yola doğru kaymasına – ah, kahretsin –
Neredeyse motosikletli bir adama çarpıyordu.
“Ah, aman Tanrım.” Yüreği ağzına gelmişti. Boynunu uzattı ve motosikletin yoldan çıkıp patinaj yaparak durmasını izledi. Korkmuş bir bakışla ilerlemeye başladı ama sonra tereddüt etti.
Onu utandıran bir sahneden uzaklaşmak, bir olay çıkmasın diye kaçmaya çalışmak, bunlar eski Maddie’nin yapacağı şeylerdi. O artık yeni bir Maddie’ydi. Arabayı durdurdu, ama yine de kendine gelmesine yardımcı olacak bir nefes almayı bekledi. Ne söyleyecekti –Kusura bakma, az kalsın seni öldürüyordum, işte ehliyetim, sigortam ve cebimde kalan son yirmi yedi dolarım? Hayır, bu çok acıklıydı. Ölüm makinesi bu motosikletler, salak, az kalsın kendini öldürüyordun! Hımm, bu da çok korumacıydı. Basit ve kalpten gelen bir özür her şeyi halledebilirdi.
Bütün cesaretini topladı ve eğer durumlar çirkinleşir de 911’i aramak zorunda kalırsa diye Blackberry telefonuna sıkıca tutunarak arabadan indi. Hiç beklemediği nemli okyanus havası onu titretti, elleriyle kendini sararak adama doğru ilerledi ve birden müzikle karşılaştı.
Lütfen öfkeli bir baş belası olma…
Adam hâlâ motosikletin üzerinde oturuyordu, dengede durmak için olan uzun bacağını uzatmıştı; postal giyiyordu. Gözündeki güneş gözlükleri yüzünden adamın öfkeli olup olmadığını anlaması imkânsızdı. Adamın vücudu düzgün ve kaslıydı, geniş omuzları vardı. Kot pantolonu ve deri ceketi de onun gibi sert olan bir şeyden yapılmıştı. Adam henüz onun tuzlu-sirkeli patates cipsi kokan nefesini almamıştı. “İyi misiniz?” diye sordu, sesinin bu kadar endişeli çıkmasına kızmıştı.
Adam kaskını çıkardı, dalgalı, koyu kahverengi saçları ve güçlü çenesi ortaya çıktı. “Ben iyiyim. Siz?” Sesi derinden ve sakin geliyordu, saçları rüzgârda uçuşuyordu.
Rahatsız olduğu belliydi. Ama kesinlikle öfkeli değildi.
Maddie rahatlamış bir şekilde bir nefes aldı. “İyiyim ama Los Angeles’tan gelme olduğu belli olan çılgın sürücü tarafından yoldan savrulan ben değilim. Üzgünüm, çok hızlı gidiyordum.”
“Bunu kabullenmemeniz gerekir.”
Bu doğruydu. Ama onun çatallı sesi, iri vücudu, göründüğü kadarıyla kötü oluşu ve onunla ıssız, sisli bir yolda baş başa olması Maddie’yi etkilemişti.
Bir korku filmine ait tüm öğeler vardı.
“Kayıp mı oldun?” diye sordu adam.
Öyle miydi? Aklını kaybetmiş olma ihtimalinden biraz bahsedilebilirdi; ayrıca duygusal anlamda da oldukça kaybolmuştu. Tabii bunu asla kabullenmezdi. “Şanslı Liman Oteli’ne doğru gidiyorum.”
Adam güneş gözlüklerini alnına doğru itince, genç kadın adamın gözlerinin renginin öğle yemeğinde yediği karamelli şekerle aynı renk olduğunu fark etti. “Şanslı Liman Oteli,” diye tekrar etti.
“Evet.” Genç kadın neden ona bu kadar şaşırdığını soramadan adamın bakışı aşağı kaydı ve genç kadının en sevdiği uzun kollu tişörtüne bakmaya başladı. Sonra uzandı ve onun kolundan bir şey aldı.
Bir cips parçası.
Daha sonra yakasından bir parça daha aldı. Genç kadının tüyleri ürperdi ama korktuğu için değil.
“Sade mi?”
“Tuzlu ve sirkeli,” dedi ve üzerindeki kırıntıları silkeledi. Bu küçük düşmenin üstesinden gelebilirdi ama adamı neredeyse krep gibi dümdüz ediyor olduğunu hatırlayınca vazgeçti. Onun ya da herhangi başka bir adamın bu konu hakkında ne düşündüğü umrunda değildi. Çünkü artık erkeklerden vazgeçmişti.
Uzun boylu, yapılı, gerçekten de yakışıklı, darmadağınık saçları, çatallı sesleri ve kaşlarında piercingleri olan adamlar olsa bile.
Özellikle de onlardan vazgeçmişti.
Şimdi tek ihtiyacı olan şey bir çıkış planıydı. Bu yüzden titriyormuş gibi yaptı ve telefonunu kulağına götürdü. “Merhaba,” dedi hiç kimseye. “Evet, birazdan orada olacağım.” Gülümsedi, sanki bana baksana, çok meşgulüm, gerçekten de gitmem lazım dermiş gibiydi ve arkasını döndü, tuhaf bir vedalaşmadan kaçınmak için el sallarmış gibi elini kaldırdı, ta ki –
Telefonu gerçekten çalıncaya kadar. Omzunun üzerinden gizlice motorcu adama baktı ve onun şaşkın bir halde kaşlarının havaya kalktığını gördü.
“Sanırım biri gerçekten de seni arıyor,” dedi, sesinde değişik bir ton vardı. Esprili bir ton olduğuna hiç şüphe yoktu, ama büyük ihtimalle az kalsın Los Angeles’lı, sosyal özürlü bir fıstık tarafından öldürülecek olmasına karşı duyduğu saf inançsızlık duygusuydu bu.
Yüzü utançtan kıpkırmızı olmuş Maddie telefona cevap verdi. Daha sonra arayanın ona kovulduğunu söyleyen İnsan Kaynakları bölümü olduğunu duyunca içinden keşke açmasaydım dedi, ona son maaş çekinin nereye gönderilmesini istediğini soruyorlardı. “Otomatik mevduatım var,” diye mırıldandı iş sonu laflarını ve sorularını dinlerken ve sonra “evet,” dedi yüksek sesle ve işten kovulmanın hiçbir referans belgesi sağlamayacağının farkına vardı. Sonra derin bir iç çekti ve telefonu kapadı.
Adam onu seyrediyordu. “Demek işten kovuldun.”
“Bu konuda konuşmak istemiyorum.”
Adam onun bu arzusunu kabul etti ama yerinden kımıldamadı. Öylece motorunun üzerinde durdu, motorun titreşimiyle birlikte testosteron dalgaları da etrafa yayılıyordu. Genç kadın adamın ilk olarak onun gitmesini beklediğini fark etti. Adam ya centilmenlik yapıyordu ya da hayatını veya organlarını feda etmemek için önce onun yola çıkıp uzaklaşmasını istiyordu. “Tekrar özür dilerim. Seni öldürmediğim için gerçekten de çok mutluyum–” Geri geri yürüdü, arabasına doğru. Her şey iyi gitmişti. Yüzünü başka tarafa çevirerek sürücü koltuğuna oturdu. “Seni öldürmediğim için gerçekten de çok mutluyum mu?” diye tekrar etti kendi kendine. Ciddi olamazdı. Her neyse, söyledikleri için artık bir şey yapamazdı. Ardına bakmamalısın; hayır bakma–
Ama baktı.
Adam onun gidişini izliyordu ve bundan tam olarak emin değildi ama adamın sersemlemiş bir hali var gibiydi.
Bu başına çok gelirdi.
Bir dakika sonra, Şanslı Liman’a doğru ilerliyordu. Her şey Google haritasının söz verdiği gibi ilerlemişti, yeni ve eskinin derlenmiş bir karışımı gibi görünen ve kayalık bir oyukta duran Washington State sahil kasabasının renkli bir resmiyle karşılaşmıştı. İlk ilgisini çeken canlı renklerle boyanmış Viktorya dönemine ait binalar olmuştu; sadece evler değil, manav, postane, benzin istasyonu, nalbur dükkânı da bu tarzdaydı. Zaten plaj başlı başına bir şaheserdi, uzun iskele yavaşça suyun etrafında kayboluyordu ve plajın etrafında bir sürü dükkân ve kafe vardı.
Ve bir dönme dolap.
Dönme dolabın görüntüsü, içinde bir özlem uyandırmıştı. Bir bilet alıp binmek istemişti, dört dakikalığına da olsa yirmi dokuz yaşında ve evsiz olduğunu unutmak istiyordu.
Ah, bir de yükseklik korkusu olduğunu.
Arabayı sürmeye devam etti. İki dakika sonra bir yol ayrımına geldi ve hangi tarafa gideceğine dair hiçbir fikri yoktu. Kenara çekti, haritayı eline aldı ve seksi motorcu adamın taşlanmış kotunun içindeki o sıkı poposuyla yanından geçtiğini gördü.
Bu güzel manzara gözden kaybolduktan sonra haritasına geri döndü. Şanslı Liman Oteli’nin suyun üstünde olması gerekiyordu ve buna inanmak oldukça güçtü çünkü Maddie’nin bildiği kadarıyla annesinin şu dünyada tek sahip olduğu şey 1971 model ahşap panelli pikap arabası ve Deadhead’in şimdiye çıkardığı bütün albümlerdi.
Avukatın dosyalarına göre otel, ufak bir marina, bir misafirhane ve bir kulübeden oluşuyordu. Büyük beklentilerle dolu Maddie gaza bastı ve sağa döndü; asfaltın sonuna gelmişti.
Hıh.
Gözü solda en sonda duran binaya takıldı. Bir sanat galerisiydi. Kapıda beyaz şeritleri olan parlak pembe kadifeden bir eşofman, koşu ayakkabısı giymiş ve beyaz saçlarının etrafına düğümlü kumaştan bir ter bandı takmış bir kadın duruyordu. Elli ya da seksen yaşında olabilirdi, söylemesi güçtü ve atletik kıyafetine hiç uymayan bir şekilde ağzından bir sigara sarkıyordu. Son kırk yıldır güneşin altında duruyormuş gibi görünen bir ten rengi vardı. “Merhaba tatlım,” dedi çatallı sesiyle Maddie arabasından indiği zaman. “Ya kayboldun ya da bir resim almak istiyorsun.”
“Biraz kayboldum,” diye itiraf etti Maddie.
“Buralarda çok olur. Burada hiçbir yere çıkmayan çok yol var.”
Harika. Hiçbir yere çıkmayan bir yoldaydı. Hayatının hikâyesi. “Şanslı Liman Oteli’ni arıyorum.”
Kadının beyaz kaşları birden yukarı kalktı, iyice saçına yaklaşmışlardı. “Ah! Ah, nihayet!” Gülümserken gözleri iyice buruştu ve ellerini sevinçle birbirine vurdu. “Sen hangisisin tatlım? Vahşi Çocuk mu, Demir Manolya mı, yoksa Fare mi?”
Maddie şaşkınlıkla gözlerini kırptı. “Şey…”
“Ah, annen kızlarından bahsetmeye bayılırdı! Hep hayatınızı mahvettiğini ama bunu iyi bir şekilde yaptığını söylerdi. Ama bir gün hepinizi buraya tekrar toplayacağını söylerdi. Oteli hep beraber gerçek bir aile gibi yönetmeniz için. Üçünüzün.”
“Dördümüzün demek istediniz herhalde.”
“Hayır. Her nasılsa o sadece üçünüzün olacağını biliyordu.” Sigarasından bir nefes aldı. “İlk önce oteli yenilemek istedi ama maalesef bu olmadı. Zatürre onu hızlı yakaladı ve o da birden gitti.” Gülümsemesi birden kayboldu. “Büyük ihtimalle Tanrı Pheeb’in arkadaşlığına dayanamamıştır. Tam bir baş belasıydı.” Başını iki yana salladı ve dikkatlice Maddie’ye bakmaya başladı.
Maddie bilinçsiz bir şekilde, cips kırıntılarının çoktan gitmiş olduğunu umarak üstünü temizledi ve saçının hissettiğinden daha iyi göründüğünü umdu.
Kadın gülümsedi. “Fare.”
İşte cehennem. Maddie derin bir nefes verdi ve insanın özellikleri yüzünden aşağılanmasının oldukça aptal bir şey olduğunu düşündü. “Evet.”
“Demek ki sen zeki olansın. Los Angeles’taki büyük havalı prodüksiyon şirketini yöneten.”
“Ah.” Maddie şiddetli bir şekilde başını iki yana salladı. “Hayır, ben sadece bir asistandım.” Bir asistan. Film ve TV şovlarıyla ilgilenmek yerine patronu için iç çamaşırı alan ve arkadaşlarına hediyeler seçen bir asistan.
“Annen böyle söyleyeceğini söylemişti, ama elbette en iyisini o bilir. Senin ahlâki kurallara bağlılığını çok iyi bilirdi. Çok çalıştığını söylemişti.”
Maddie çok çalışıyordu. Ve kahretsin ama o şirketi o yönetmiş sayılırdı. Cehennemde çürümesini umduğu o şirketi. “Bütün bunları nereden biliyorsunuz?”
“Ben Lucille.” Bu Maddie’ye hiç tanıdık gelmemişti, kadın küçük bir kahkaha attı. “Aslında sizin için çalışıyorum. Anlarsınız ya, otelde. Müşteri olduğu zaman gelir, temizlik yaparım.”
“Kendiniz mi?”
“Evet, çok fazla sizin yaptığınız işe benzemiyor, değil mi? Ah, bekleyin bir saniye. Size gösterecek bir şeyim var.”
“Aslında biraz acelem var.” Ama Lucille çoktan gitmişti. “Tamam o zaman.”
İki dakika sonra galeriden çıkan Lucille’in elinde, üstünde TARİFLER yazan tahta bir kutu vardı. “Bu, siz kızlar için.”
Maddie yemek pişirmezdi, ama bunu kabul etmemek kabalık olurdu. “Phoebe yemek pişirir miydi?”
“Ah, elbette hayır,” dedi Lucille bir kahkaha atarak. “O yanlışlıkla suyu bile yakardı.”
Maddie şaşkın bir sesle, “Teşekkürler,” dedi.
“Şimdi açık alana gelene kadar bir mil boyunca bu yolu takip et. Kaçırman imkânsız. Bir şeye ihtiyacın olursa beni ara. Temizlik, planlama…örümcek avı.”
İşte bu Maddie’nin ilgisini çekmişti. “Örümcek avı mı?”
“Annenin örümceklerle arası pek iyi değildi.”
İşte bir ortak noktaları vardı. “Çok var mı?”
“Çok derken neyi kastettiğine bağlı.”
Ah Tanrım. Birden fazlası bile onun için istila demekti. Maddie gülümsedi ama buna daha çok dişlerini sıkmak denilebilirdi. Sonra teşekkürler der gibi başını salladı, arabasına bindi ve çamurlu yolu takip etti. “Fare,” dedi derin bir iç geçirerek.
Artık bu değişecekti.
Bölüm 2
“Hayatı çok ciddiye almayın. Nasıl olsa hiçbirimiz canlı kurtulamayacağız.”
PHOEBE TRAEGER
Lucille’in haklı olduğu ortaya çıkmıştı, tamı tamına bir mil sonra yol açıklık bir alana çıkmıştı. Pasifik Okyanusu’nun derin dalgalı sularındaki beyaz köpükler ufka kadar ilerliyordu. Ufukta metalik gri gökyüzüyle birleşen okyanus, kayalıklı uçurumlarla çevrelenmişti. Puslu ve nefes kesici bir görüntüsü vardı.
Maddie ‘oteli’ bulmuştu ve Lucille bir konuda daha haklı çıkmıştı. Mekân hiç de umduğu gibi değildi.
Daha çok ölü bir yeri andırıyordu.
Otelin, daha iyi günleri gördüğü de belliydi. Verandanın merdivenlerinde bir kadın oturuyordu ve yakınına bir Vespa park etmişti. Maddie’yi görür görmez ayağa kalktı. Kadının üzerinde şirin, düşük belli bir kargo pantolonu vardı, daracık parlak kırmızı bir bluz ve kıyafetine uygun topuklu ayakkabılar giymişti. Parlak, koyu kızıl saçları gayet şık bir şekilde sırtına doğru çağlayarak dökülüyordu, bir güzellik salonu dolusu insan Maddie’nin saçlarını bu hale getirmeye çalışsalar bile, yine de onun kontrol edilemez buklelerini bu hale getiremezlerdi.
Chloe’ydi bu; yirmi dört yaşındaki Vahşi Çocuk.
Maddie asla sakin durmayan koyu sarı saçlarını düzeltmeye çalıştı ve böyle güzel bir günde -aslında onun için hiç de güzel değildi- bu sadece zaman kaybıydı. Daha kadın tek kelime etmeden Maddie’nin arabasının yanına bir taksi gelip durdu ve taksinin içinden uzun boylu, zayıf ve güzel bir kadın çıktı. Kısa kumral saçları katlı kesilmişti ve hiç çaba göstermiş olmamasına rağmen seksi görünüyordu. Düzgün vücudunu ortaya çıkaran şık bir takım giymişti ve karizmatik bir gülümsemesi vardı.
Tara, Demir Manolya.
Taksi şoförü Tara’nın valizlerini verandaya koyduğu sırada, üçü de durmuş birbirlerine bakıyorlardı. Beş yıllık uzaklık aralarında garip bir akım yaratmıştı. En son bir araya gelişleri, Chloe Montana’da izinsiz bungee jumping yapmaktan tutuklandığı zaman onu nezarethaneden çıkarmaya gittikleri zamandı. Chloe onlara teşekkür etmiş, bunun karşılığını ödeyeceğini söylemişti; bunun üzerine üçü de kendi yollarına gitmişlerdi.
Olması gereken de buydu. Üçünün de babası farklıydı ve bu yüzden farklı karakterlere sahiplerdi; tek ortak noktaları tatlı, alık ve gezgin, hippi bir anneleri olmasıydı.
“Eee,” dedi Maddie, rahatsız edici sessizliği bozmak için kendini gülümsemeye zorlayarak. “Nasıl gidiyor?”
“Şu son karmaşayı çözdükten sonra bunu bir daha sor,” diye homurdandı Tara ve gözlerini küçük kız kardeşine dikti.
Chloe ellerini iki yana açtı. “Hey, benim bununla hiçbir ilgim yok.”
“Bu da bir ilk olacak,” dedi Tara Teksas’daki at çiftliklerinde yetiştiği babasının ailesinden kaptığı ama reddettiği hafif güneyli aksanıyla.
Chloe gözlerini devirdi ve cebinde her zaman taşıdığı astım spreyini çıkardı; ilgisiz gözlerle etrafına baktı. “Yani şu büyük sır bu mu?”
“Sanırım,” dedi Maddie ıssız oteli incelerken. “Hiç müşteri yok gibi görünüyor.”
“Tekrar satış için iyi durumda değil gibi,” diye ekledi Tara.
“Satış mı?” diye sordu Maddie.
“Buradan kurtulmanın en hızlı yolu burayı satmak olacaktır.”
Maddie’nin midesi düğümlendi. Buradan gitmek istemiyordu. Kalacak bir yer istiyordu; nefes alacak, kendine gelmesine fırsat verecek, toparlanmasını sağlayacak bir yer. “Acelesi ne?”
“Sadece gerçekçi olmaya çalışıyorum. Buranın yüksek bir arsa payı ve hala tamamlanmamış mortgage taksitleri var ve hiçbir likit değeri yok.”
Chloe başını iki yana salladı. “Annem gibi konuştun.”
“Ailesinden kalma yüklü bir vakıf fonu vardı,” dedi Maddie. “Arazi vasiyetten çıkarılmış bu yüzden kime gittiğine dair hiçbir fikrim yok. İkinizden biri olduğunu düşünmüştüm.”
Chloe başını iki yana salladı.
İkisi birden Tara’ya baktılar.
“Tatlım, ben de sizden daha fazla bir şey bilmiyorum. Tek bildiğim satarsak akıllılık etmiş oluruz, arazinin borcunu öderiz ve kalanı da üçe böler hepimiz kendi yolumuza gideriz. Eğer kartlarımızı doğru oynar ve burayı satılığa çıkarırsak birkaç gün içinde buradan kurtulmuş oluruz.”
Bunu duyunca Maddie’nin midesine adeta taş oturdu. “Bu kadar hızlı mı?”
“Gerçekten de burada gerektirdiğinden bir dakika daha fazla durmak istiyor musun?” diye sordu Tara. Annem bile, Tanrı onu kutsasın, buralarda çok fazla takılmadı.”
Chloe astım spreyini salladı ve ağzına ikinci kez sıktı. “Satmak benim için sorun değil. Gelecek hafta bir arkadaşımın New Mexico’daki spa gününe davetliyim.”
“Kendine New Mexico’da spa rezervasyonu yapacak kadar paran var ama benden aldığın borcu ödeyecek paran yok demek,” dedi Tara.
“Oraya çalışmaya gidiyorum. Doğal bir cilt tedavisi üzerine çalışıyorum ve orada bununla ilgili ders vereceğim, umarım tedaviyi spa merkezine satabilirim.” Chloe gözünü yola dikti. “Sizce kasabada bir bar var mıdır? Bir içki gerçekten de iyi olurdu.”
“Saat öğlenin dördü,” dedi Tara.
“Ama başka bir yerde saat beş.”
Chloe’nin gözleri kısıldı. “Ne?” dedi Tara’nın ümitsizlikle çıkan sesini duyunca.
“Bence sen biliyorsun.”
“Neden bana söylemiyorsun ki sanki.”
İşte başlıyoruz, diye düşündü Maddie, öfke boğazını bir düğüm gibi sıkmıştı. “Şey, belki hep beraber oturup–”
“Hayır, aklından geçenleri duymak istiyorum,” dedi Chloe.
Havaya birden garip bir elektrik yayıldı ve sonra şiddetle gök gürüldedi. Doğa Ana ve kız kardeşlerin kavgası.
“Benim ne düşündüğümün bir önemi yok,” dedi Tara sakin bir ses tonuyla.
“Ah, hadi ama Dixie,” dedi Chloe. “Suçu bize at. Bunu yapmak istediğini biliyorsun.”
Maddie aralarına girdi. Buna engel olamıyordu. Bu içindeki ortanca kardeş ruhuydu, onaylayan kişi, içindeki ofis müdürü… “Bakın!” dedi ümitsiz bir ses tonuyla. “Bir köpek yavrusu!”
Chloe başını şaşkınlık içinde Maddie’ye çevirdi. “Gerçekten mi?”
Maddie omuz silkti. “Denemeye değerdi.”
“Bir dahaki sefere daha inandırıcı olmayı dene. Belki istediğini elde edebilirsin.”
“Ne köpek yavrusu ne de gökkuşağı umrumda değil,” dedi Tara. “Her ne kadar hoş bir durum olmasa da bunu halletmemiz gerekiyor.”
Maddie spreyini tekrar sıkan Chloe’ye baktı, genç kadın çok soluk görünüyordu. “İyi misin?”
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAşka Yolculuk
- Sayfa Sayısı325
- YazarJill Shalvis
- ÇevirmenAyşe Tunca
- ISBN6055395414
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviNemesis Kitap / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Otopsim ~ Jean-Louis Fournier
Otopsim
Jean-Louis Fournier
Daha ziyade aile anlatılarıyla tanıdığımız Jean-Louis Fournier bu kez otopsi masasına kendisini yatırıyor: Aşkları, eşi, iş yaşamı ve iz bırakmış anıları… “Otopsim” konusu, dili...
- Kaplumbağa Günlüğü ~ Russell Hoban
Kaplumbağa Günlüğü
Russell Hoban
Londra Hayvanat Bahçesi Akvaryumu’ndaki “ikinci el okyanusla doldurulmuş” evlerinde durmaksızın yüzen üç deniz kaplumbağasını özgür bırakmak, iki yalnız ve birbirini tanımayan insanın ortak takıntısı...
- Bir Cadıyla Kim Evlenir? ~ April Asher
Bir Cadıyla Kim Evlenir?
April Asher
SİHİR, HAYATININ AŞKINI BİRDEN KARŞISINA ÇIKARAMAZDI. AMA AŞK, DÜNYANIN EN BÜYÜK SİHRİNİ ONA HEDİYE EDEBİLİRDİ. Violet, Maxwell üçüzlerinin en farklısı. Sanki zarafet, beceriklilik, soğukkanlılık...