AŞK-I NEFSANİ… AŞK-I ŞEYTANİ… AŞK-I İLAHİ…
İnsanoğlunun kaderine yazılı olan “üç farklı aşk hali”
Biri gerçek, diğer ikisi yanılsamadan ibaret üç aşk!
İşte en büyük sır…
Bu sırra ermek de, gerçek aşkı bulmak da senin seçimlerinde.
BİR DERVİŞ, BİR SOSYOLOJİ PROFESÖRÜ VE BİR SERİ KATİL…
Üç farklı bakış açısı, tek bir ortak hedef…
Ahmet, Şefik ve Kemal…
Aynı idealin peşinden koşarken, seçtikleri yollar kendilerine nasıl bir AŞKIN KAPISINI açacak?
Peki ya SENİN yolun hangisi?
Seni kendi gerçeğini bulmaya çağırıyorum…
Çok farklı bir SENLE tanışacaksın…
Olağanüstü bir felsefi derinliğe ve farklı bir anlatım tarzına sahip SARSICI BİR ROMAN… Kelime kelime, sindirile sindirile okunması gereken bir başucu kitabı. Birbirinin benzeri anlatılardan sıkıldıysanız bir de Aşka Tutunmak’ı okuyun derim.
Prof. Dr. Haydar Çakmak (Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü)
Okuduğum en çarpıcı roman. Müthiş bir kurgu ve muhteşem bir anlatım gücü… Ve en önemlisi yazarın hayata dair, arayışlarımıza dair inanılmaz saptamaları…
Dr. Özge Can (Dokuz Eylül Üniversitesi Dilbilim Bölümü)
Hayatı, insanları ve en önemlisi kendinizi anlamakta ve anlamlandırmakta güçlük mü çekiyorsunuz? Ne için, neden, kim için bunca mutsuzluklarım mı diyorsunuz? Velhasıl siz de tutunamayanlardan mısınız? Öyleyse Aşka Tutunmak’ı mutlaka okuyun.
Pınar Öztaş (Edebiyat Öğretmeni)
***
1
“Kendimize bir iyilik kumbarası yapalım,
Kilidi Allah’ta…”
Uzun süren yolculuklarda o çok sevdiği tarih kitaplarını okumaktan ayrı bir haz alırdı Şefik. Nasıl ki tebdil-i mekânda rahatlık varsa tebdil-i zaman da iyi geliyordu insan ruhuna. Kendi zamanının çarkından çıkıp da başka zamanlara akabilmenin oldukça keyifli bir yanı vardı. Aldığı bu hazzın yanında San Francisco-Ankara arası bu uzun yolculukta zamanın akışkanlığına hız verebilmiş, ağır aksak ilerleyen ak sakallı ihtiyar zamana kanat takıp uçurabilmişti. Hiç hesapta olmayan bu dönüş, oldukça ironikti aslında. Altı yıl önce yeni bir başlangıç yapmak için çocukluğunun ve gençliğinin şehri Ankara’dan bir daha dönmemeye yemin ederek ayrılmış, San Francisco’ya taşınmıştı.
Ne var ki hayat her zaman planlandığı gibi yaşanılamayan, garip bir oyundu ve yeni bir başlangıç için ilk başlanan ve asla dönmeyeceğim denilen yere döndürebilmekteydi insanı. Zaten, her yeni başlangıcı geride kaldıkça yeni başlangıçlara olan inancı kalmamıştı. Fakat, bu sondu. Her ne yapacaksa Ankara’da yapacak ve mutsuzluğuna, çektiği acılara bir son verecekti. Uçak, Ankara üzerinde geniş daireler çizerek iniş iznini beklerken, Şefik tarifsiz duygular, karmakarışık düşünceler içindeydi.
Bavul hatta küçük bir el çantası bile getirmemişti yanında. Bu nedenle vakit kaybetmeksizin, tez elden giriş işlemlerini bitirebilmiş ve resmi olarak ayak basabilmişti ülkesine. Yolculuk süresince “Kendimize bir iyilik kumbarası yapalım, kilidi Allah’ta…” diye tekrar tekrar aynı şeyi düşünmüştü. Evet, yapılacak olanın formülü bu kısa cümlede gizliydi. Bu kısa cümlede öyle şeyler gizliydi ki aslında! Yıllar sonra Ankara’ya gelmiş olmaktan mı yoksa böylesi uzun bir yolculuğun verdiği yorgunluktan mıdır bilinmez, şaşkın şaşkın etrafına bakınıyordu havaalanında. Dile kolay tam altı yıl, yeniden alışmak zor olacak diye düşündü. Havaalanlarının astronomik fiyatları olan kafelerınden birine oturdu. Gözü kafenin girişindeki saksılara takıldı, l.imoni sarıdan papaya turuncusuna, alev kırmızısından saf beyaza irili ufaklı, renk renk çiçekler… Oysaki insan eli değmiş, ilahi nizamı bozan hiçbir şeye tahammülü yoktu Şefik’in. Kafelerin önünde bir saksı yalnızlığına hapsedilmiş çam ağaçları, dört köşeli akvaryumlara mahkûm balıklar, evcilleştirilmiş köpekler… İnsanoğlunun doğal akışa müdahale etme gayreti gerçekten de üzücüydü. Bu düşünceleri kafasından atmaya çalıştı ve bir kahve sipariş etti, bu şıklık ve yakışıklılıkla garsonluk yapmasını tuhaf bulduğu adama. Uzun süren yolculuktan sonra ağzı çiriş çanağına dönmüştü ve bir kahve içmek hem ağzının tadına hem de zihninin bulanıklığına iyi gelecekti.
Bugün, havaalanı çok kalabalıktı. Etrafta atlaya zıplaya oynayan çocuklar, ellerinde bavulları kararsız adımlarla telaşlı telaşlı koşturanlar, çevrelerindeki tüm bu hareket bolluğuna inat banklarda miskin miskin oturanlar ya da sere serpe uzanıp uyuyanlar vardı. Kahvesini yudumlarken gözü televizyondaki yaşlı şarkıcıya takıldı. Gecenin zifiri karanlığında araba camından atılan bir izmarit, kıvılcımlar saça saça son demlerini nasıl yaşıyorsa, yetmişini çoktan devirdiği belli olan bu ihtiyar şarkıcı da son kıvılcımlarını saçıyordu televizyon ekranlarından. Kutsal bir emanet gibi sımsıkı tuttuğu mikrofon, yaşlı kadının titrek ellerinden her an kayıp düşecekmiş izlenimi yaratıyordu.
Kahvesini yudumlarken, “Bugün fakülteye uğrayıp, dekan beyi ziyaret etmeli. Sonra da yeni eve geçmeli” diye düşündü Şefik. Nilgün’ü San Francisco’dayken aramış ve Ankara’ya gelmeden kendisine müstakil bir ev satın almasını, keyfine göre de evi döşemesini rica etmişti. Ankara’daki yeni yaşamında, bu yalınkat evde, iki arkadaşıyla beraber kalacakları ayrıntısını söylemeyi de ihmal etmemişti. Nilgün, bu ricayı kırmamış ve Şefik’in kendisine gönderdiği parayla hemen işe koyulmuştu. Üniversitede hocalığa yeni başladığı dönemde iki yıl kadar Şefık’in asistanlığını yapmış olan Nilgün için hocasının tekrar Ankara’ya dönecek olması mucize kabilinden bir olaydı. Çünkü altı yıl boyunca Şefik, arada bir telefon edip hal hatır sorar, Amerika’daki hayatı hakkında ise herhangi bir bahis açmazdı. Üstelik son bir yıldır Şefik’ten haber de alamamıştı. O gün aradığında ise heyecanından ne söyleyeceğini bilememiş, evetli olurlu kısa cevaplarla sadece söylenenlere yanıt verebilmişti.
Şefik, cüzdanından yeni evin adresini çıkardı. Emek Mahallesi, 8. Cadde… Nilgün, Emek’ten ev almayı uygun bulmuştu. Bu seçim Şefık’in de hoşuna gitti. Bugün dinlenmek lazım, yarın büyük gün diye düşündü. Kemal ve Ahmet’le yarın akşam yeni evde buluşmaya karar vermişlerdi. Bu hayatta kimi kalmıştı ki onlardan başka?.. Kemal bir deli öfke… Ahmet her daim buğulu bir çift göz… Oysa bu üç arkadaş birbirlerinden ne kadar farklıydılar. Ama aralarında öyle bir ortak nokta vardı ki tüm farklılıklar anlamını yitiriyordu onda…
Kafeden çıkmak üzereyken işadamı oldukları her hallerinden belli iki kişinin önce bağrışmalarını sonra da herkesin ortasında şedit bir kavgaya tutuşmalarını izledi, insanlar öbek öbek toplanmaya başlamışlardı bu iki hayat arsızının çevresinde. Ağaçların tüm gizlerini açık etmenin keyfiyle, öbek öbek toplanarak, çıtırdaya çıtırdaya sohbet eden sonbahar yaprakları gibiydi bu topluluk. Böylesi bir kalabalık insanda İsrafil’in suru üflemiş olabileceği vehmi uyandırıyordu. Güldü. Ya bir gönül meselesi ya alacak verecek davası olsa gerek böylesi bir kızılca kıyametin kopma nedeni diye düşündü. Yazmaya başladığı romanın ilk cümleleri de bu anda aklına geldi. Zihninde beliriveren bu uçucu cümlelere bir an önce can vermeliydi. Cebinden not defterini çıkardı ve “İnsan ömrü bir nehir misaliydi oysa. Hızlı da aksa, yavaş da aksa istikamet bellidir, varılacak hedef bellidir. Bize çizilen kıvrımlar dahilinde akıp gideceğiz ve kavuşacağız mutlak sona, kavuşacağız her birimizin katışıp karışacağı ummana. Menzil belli, kıvrım belli… O zaman neden bu kafa karışıklığımız, yaşadığımız anlamsız buhranlar, hırslar, elemler… İster adını entelektüel bir biçimde carpe diem (ânı yaşa) koy, ister tevekkül de… Ama ne dersen de yine de bırak kendini akışa. Kendini boşuna yorma. Boğulma telaşıyla çırpınıp durma. Bir damla su iken nehir olduğunu düşün ve şükret. Kimse önümde duramaz diyerek kibirlenme. Suların kurur da garip bir damlaya dönüşüverirsin yine. Önemli olan kimi zaman kuruyup can çekişse de kimi zaman köpürüp sularını döke döke şen şakrak aksa da herkesin bağımsız bir nehir olduğunu bilmesi, herkesin herkes kadar nehir olduğunu bilmesi. Önemli olan bu bilinçle kirlenmemek, kirimizi ummana taşımamak.” diye yazdı.
Şefik bu satırları yazarken, bu iki hayat arsızı bu kez de kavgayı ayıranlara bağırıp çağırmaya başlamıştı. Aslında böylesi kavgaların yaşanmaması gereken bir coğrafyada, Anadolu’nun tam merkezindeydiler. Anadolu hoşgörü iklimiyle yoğrulmamış mıydı, uygarlığın ve kardeşliğin beşiği değil miydi? Anlaşılan “uygarlığın beşiği” Anadolu’yu şimdi başka eller sallıyordu. Şefik’in benliğinde insanlığın çizdiği çirkin resimlere yer yoktu. Bir an önce havaalanından çıkıp gitmek istiyordu. “Kendilerini büyük şehirlerin ritmine bırakmış, süfli işlerin peşinden koşup duran başıboş ruhlar arasında daha ne kadar yaşanabilir ki…” diye söylene söylene çıktı havaalanından.
Taksiyi işe yeni başlayacağı fakülteye yönlendirmiş, San Francisco’nun gölgeli ve kambur yokuşlarından sonra, ufka doğru dümdüz uzanan Esenboğa yolunda, alabildiğine geniş bir gökyüzü karşılamıştı Şefik’i. Pembe nasıl Ispartalıların, turuncu nasıl Malatyalıların kaderiyse dağınık saçlarla sisli bir hayal dünyasında yaşamak da San Franciscoluların kaderiydi. Her daim sisli ve rüzgârlı bu şehirde yaşam, bir başkaydı. Ankara ise hep hüznü çağrıştırıyordu insana. Külrengi gün sonlarında, güneşin ölgün ışıkları altında yürümekti Şefik için bu şehrin aklında kalan en canlı çağrışımı. Zaten, yanı yöresi kalabalık insanlardan olamamıştı hiçbir zaman. Kimsenin yaşantısına katışıp karışmadan, ayak uçlarına basa basa yaşanılan, kendi halinde bir yaşantıydı onunkisi. Hep bir yalnızlıktı yaşadığı ve bu yalnızlık kendi seçimiydi. Ankara’yı da kendisi gibi yalnız bir şehir olarak görürdü hep. Ne muhteşem İstanbul’un mağrurluğu ve heybeti, ne alaycı İzmir’in şen şakrak yanları ne de keyifler âlemi Antalya’nın hazzı çağrıştıran güzellikleri vardı Ankara’da. Bozkırın ortasında kalmış kocaman, çirkin bir çocuktu sadece. Ne övünülecek bir tarihi ne de sergileyebileceği güzellikleri olan, yalnız bir şehir…
Dekan beyle takriben yirmi dakikalık, alelusul yapılan, bir görüşmeden sonra gelecek hafta derslere başlamak üzere sözleşerek müsaade istedi. Hava kararmak üzereydi. Gün akşama dönüyor, güneş saldığı tüm aydınlıkları içine çekerek yerini ayın yalancı aydınlığına bırakmaya hazırlanıyordu. Nilgün’ü çok fazla bekletmişti, hızlı adımlarla fakülteden çıktı. Fakültenin ana kapısının önünde bekleyen taksiciye bu kez yeni evin adresini verdi. Bu yollar ne kadar tanıdıktı ve aynı zamanda ne kadar yabancı… “İnsan otuz yıl yaşadığı bir kente, bu denli yabancılaşabilir mi?” diye düşündü. Aslında ondaki bu yabanlık hissi sadece Ankara’ya yönelik değildi. Son iki yıldır Şefik’le tüm yaşam arasında geniş bir boşluk, tuhaf bir uzaklık vardı.
Gazi Hastanesi’nden Emek’e dönen kavşağa geldiklerinde yeni yeni binaların yükseldiğini fark etti. Tüm ihtişamlarıyla gökyüzüne perde çeken bu binalar, insanın gökyüzüne doyasıya bakabilme özgürlüğünü bile elinden alıyordu. Halbuki Emek, bahçeli eski usul evleriyle kişilik kazanmış, güzide bir muhitti. Ana caddenin sonlarına doğru taksi, gölgelere boğulmuş, dar bir sokağa saptı. Sokağın sonuna geldiklerinde bahçeli, şirin bir evin önünde durmuşlardı. Bu zamanda Ankara’da böylesi yalınkat evler bulmak çok zor olmalıydı ama Nilgün her nasılsa bunu başarabilmişti. Tam taksiden inmek üzereyken bahçe kapısı aralanmış ve Nilgün, beyazlı pembeli elbisesi içinde tüm güzelliğiyle kapının önünde belirmişti. Yağmur sonrası çiçeklerinin ferahlığı ve tazeliği vardı gülen gözlerinde. “Ne kadar değişmiş, güzelliğini tamamlamış” diye düşündü. Gerçekten de en son bıraktığında üniversitedeki akademik kariyerine ilk adımlarını atmış olan genç, hatta çocukluktan yeni çıkmış bir Nilgün vardı. Şimdi ise bir kadının olabileceği en güzel yaşta, gençliğin çiğ güzelliğinden sıyrılmış, olgunluğun tılsımlı çekiciliğine kavuşmuştu. Taksiden inip evin kapısının önüne geldiğinde Nilgün, yeni yeni yanmaya başlayan sokak lambasının çiğ ışığı altında, sımsıcak bir tebessümle sarıldı Şefik’e. Bu içten sarılışı hiç hissetmemiş gibi bigâne bir tavırla; “Nasılsın Nilgün, çok bekletmedim umarım?” diyen Şefik’in bunca yıldan sonra ağzından çıkan ilk sözlerin bu olmamasını tercih etmesine rağmen, yine de onu yeniden görmenin mutluluğu içindeydi Nilgün. Koluna girip, “Umarım beğenirsin yeni evini” diyerek bu kayıtsızlığı umursamaz görünmek istedi.
Evin bahçesi biraz bakımsız olmakla birlikte yine de huzur veren bir yanı vardı. Tüm bahçeyi gümrah otlar bürümüş, evin çivit mavisi rengindeki duvarları sarmaşıkların istilasına uğramış ve adeta tüm ev bu arsız yayılıma biat ederek boyun eğmişti. Bahçeyi zapturapt altına alan bu otlar ve sarmaşıklara bir de kurumuş meyve ağaçları ve bu ağaçların çıplak dallarına dizi dizi tünemiş minik serçeler, demkeş güvercinler eşlik ediyordu. Bu eski ve yorgun mülkün gerçek sahiplerine bakına bakına kapıya yöneldi Şefik. Evin içinin de bahçe gibi huzurlu bir yanı vardı ve tam da istediği sadelikte döşenmişti. Nilgün, Şefîk’i gerçekten iyi tanıyordu. Devetüyü renginde geniş minderler, sade ve beyaz koltuklar. Duvar kenarında sedef kakmalı, abanoz bir masa. Ve masada kâğıtlar, kalemler ve bir çalışma lambası. Masanın hemen üstünde, duvarda asılı, eski usul kündekâri oymalı bir saat… Şefik karmaşayı sevmezdi, hayatı boyunca hep sadelikten yana olmuştu ve Nilgün onun bu yönünü iyi biliyordu. Oturma odasında en dikkate değer ayrıntı ise duvarda asılı olan Mary Cassatt tablosuydu. “Hasır Şapkalı Küçük Kız” tablosu olarak bilinen bu çalışmanın Şefik’te uyandırdığı çağrışımlar, eserin kendisinden daha aşkın, daha zengindi. Erkek egemen bir sanat dalında böylesi bir şaheser ortaya koyabilmiş olan Cassatt, hiç çocuk sahibi olmamış olsa da yine de bu küçük kızın masumiyetini büyüleyici bir şekilde resmedebilmişti. Tablodaki küçük kızın kafasındaki kocaman hasır şapkayla öylesine korumasız bir duruşu vardı ki! İşte bu yüz ifadesi Şefık’in bu tabloya ilgisinin asıl nedeniydi. Küçük kız, yaşından büyük bir sorumluluk yüklenmişti bu hasır şapkayı giyerek ve böylesi sorumlulukların kıskacında hayata tutunmaya çalışanlar Şefik için son derece kutsal insanlardı.
Bir süre tabloya baktıktan sonra oturma odasının geniş koltuklarından birine mecalsiz, bitkin halde adeta yığılıp kalan Şefik, Nilgün’e tekrar teşekkür ettikten sonra lisanımünasip dairesinde “biraz dinlenmesi gerektiği, gelecek hafta derslere başlayacağı ve derslere başlayana kadar yeni hayatına biraz alışması gerektiği…” gibi kesik kesik cümlelerle, utana sıkıla gitmesi ve bir süre onu rahatsız etmemesini ima eden sözler söyledi. Başkasından duysa Nilgün’ü çileden çıkarabilecek böylesi soğuk bir edayla söylenmiş, yavan ve imalı sözler, Şefik söz konusu olduğu için ne bir nezaketsizlik ne de bir kabalık olarak görüldü. Şefik’teki bu köklü tebdilin sebebini merak etse de kurcalamadı. Belli ki kafası karışıktı ve yalnızlığa ihtiyacı vardı. “Bir ihtiyacın olursa…” diyerek evden çıkan Nilgün’ün arkasından bakarken, içinden binlerce kez özür diliyordu Şefik. Onu bu şekilde, kaba ve hatta saygısızca, başından savmış olmak Şeflk’i üzmüştü. Ama kahvelerini yudumlarken şen şakrak sohbetler etmek veya yıllarca ayrı kalmanın verdiği merakla karşılıklı soru cevap trafiğine girmek, bu ruh haliyle imkânsızdı. İçinde tortulanmış mutsuzluklar, üzerine yapışmış yılgınlıklarla koltuğa uzandı ve Nilgün’ü üzmüş olmanın pişmanlığını bastırmaya çalışarak, “Evet yalnız kalmalıyım…” diye mırıldandı. “Ama yalnız bugün. Yarın Kemal ve Ahmet’le buluşmalı…”
2
“Ziyaretin kısası makbuldü,
ama bunu bilmiyordu mutsuzluklar…”
Güneş sıcak bir soluk gibi yavaşça sarıp sarmalamaya başlarken tüm şehri, neredeyse bahçe ile yeksan olmuş balkondaki sekiye minderleri sermiş, heyecanla Kemal’le Ahmet’i bekliyordu Şefik. Çay demlenmiş olmalıydı. Kalktı, işlemeli bakır semaverden bir bardak çay aldı. Çıkrıkçılar Yokuşu’nun sırtlarında mesleğinin son demlerini yaşayan mahir bir ustanın elinden çıktığı belli olan böylesi işlemeli bakır semaverlerden içilen çayların, lezzeti bir başka oluyordu. Kim bilir elindeki ahşap tokmakla kaç darbe vurmuş olan bakırcı ustasının el emeği göz nuru sinmekteydi bu çaylara, gizemli bir tılsım misali. Bir yandan çayını yudumlarken bir yandan da geniş bir nefes çekti duman duman tü-
“Aşk’a Tutunmak” için 2 yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıAşk'a Tutunmak
- Sayfa Sayısı256
- YazarAhmet Şefik Kemal
- ISBN9786054125623
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviKripto / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Seyrek Yağmur ~ Barış Bıçakçı
Seyrek Yağmur
Barış Bıçakçı
Bir pazar sabahı Rıfat günlerin aynı kaba damlamadığını fark etti. “Günler damlıyor ama aynı kaba değil,” dedi. Gökyüzüne baktı: Boştu. Hiç bulut yoktu, aslında...
- Bir Kitabın Macerası ~ Koray Avcı Çakman
Bir Kitabın Macerası
Koray Avcı Çakman
Bir yazarın gözünden, bir kitabın yayıma hazırlanma macerası! Koray Avcı Çakman, düş sihirbazlığını üstlendiği Bir Kitabın Macerası’nda, okurun hayal gücünü gezintiye çıkarıyor; kitapların yayıma hazırlık...
- Bir Başka Düğün Gecesi ~ Erendiz Atasü
Bir Başka Düğün Gecesi
Erendiz Atasü
Bir Başka Düğün Gecesi farklı sınıftan iki ailenin hayatının çakışmasını ve Menekşe’nin başına gelenleri konu alıyor. Eril tahakkümün boyunduruğundaki bir toplumda meydana gelen ve...
slm … bu kıtap benım hayatımda gorduğum en guzel kıtap ya anlatılması ımkansız çok guzel daha fazla bırşey demek artık saçmalık olur gerçekten tebrık edıyorum herkese tavsıye edıyorum ……ıyı gunler
meraba bu kitap çok harika bir kıtapppp ben çok beğendimm :) tebrikler